Can ve Mutlu Moskova Neden Bizdendir? (Ahmet BÜKE)

Platonov. Ben ona abi diyorum. John Berger ne diyor bilmiyorum. Ama o da seviyor Platonov’u.
Biz onunla Beyoğlu’nda kitapçıda tanıştık. Çok yorgunduk. Dolmabahçe’den kalkan rüzgâr yaz sıcağını dindirmiyordu bir türlü. Kitabını uzattı: Can.

Uzaylı olduğuna dair laflar vardı ortada. Uzak gezegenlerden gelmiş. Sibirya’da indirmiş can kurtaran mekiğini. Köknar ormanına dalmış alet. Bir iki fidanı yıkmış. Yaban domuzu sürüsünü ürkütmüş. Kurt yuvasının yanına, gübre yığınının üzerine düşmüş.

***

Tam o anda, Joaquin Phoenix, The Master’ın senaryosunu okuyordu ve tiner damlattığı içkisini yudumlarken radyoyu açtı:


***
Şiirci’de oturduk ve karşıda peruk satan dükkânların ışıkları yandı. Bana bunları anlattı. Uzaylı yalanını herkese inandırmış. Tam da “Abi, gerçekten ezan sesi duydun mu?” diye soracaktım. Yine de sordum. Omuz silkti. Sonra onun metinleri üzerine konuştuk. Ben daha önce hazırladığım ama kotumun arka cebindeyken annemin makineye attığı kâğıt tomarını çıkardım. İnandı bana garip. İrticalen konuştum artık.

“Platonov özellikle Can isimli romanında sonunda kadar Doğuludur. Ben onun garip bir şekilde Anadolu’dan su içtiğine inanıyorum. Karapınar’daki bir akasya ağacına son kez uğramış gibi. Adını unuttuğum –unutmak da Doğuya özgüdür- kahramanının iki büklüm annesinin bakışlarını buraya not düşerim. Çiçekli Neneler vardır bizde. Sazdan damında yaşar. Ayak bileklerine kadar acı ve huzura gömülüdür. İki büklüm kalkar. Elinde ibriği, bir çarşı camiine doğru yürür. Oğlu Kıbrıs’ta kalmış. Çiçekli Nenelerin bir kısmı zencidir. Söke’ye pamuk hasadı için getirilen artıklardan. Kalanı Kürt. Kürdün acısı ve öğünü tümden Doğudur.”

Adaçayı söyledi burada ve “Çok saçma ama devam et,” dedi.

“Bizden ve bize ait olduğunuza katılmıyor musunuz?” dedim.

Omuz silkti.

“Devam et, dedik ya koçum!”

“Bunu söyleyeceğini tahmin ediyordum abi. O halde Türkçe ’de son basılan Mutlu Moskova kitabından şu parçaya okuyayım sana.”

***

Okuduğum bölümdür:

“Anne, çok hastalanmıştım çok, şimdi kesecekler beni ama hiç de canım acımıyor!” dedi ve âciz, kendi kendine yabancı kaldı. Hayat içinden tekrar kopup gitmiş ve çocuk rüyalarından ırak, mahzun seyrine odaklanmıştı; nesneleri, izlenimlerinin toplamını görüyor, bu nesneler önünden son hızla akıp geçerken tanıyordu onları: İşte çok eskiden elinde tuttuğu çivi – şimdi paslanmış, eskimişti; işte küçük kara köpek-

***

Âciz ve kendine yabancı kalma hali bizim ilçe hastanelerinin bahçe kapısından itibaren büyüyen ve elle tutulan bir buluttur misal. Girişin hemen sağında sökülmüş teker başları üzerinde takoza alınmış Ford marka –markası yağmurda ve siste bakırlanmış- ambulans eskisi ağlar. Ford’a dayanmış iki anne ve halk bankası banklarında oturan onlarcası. Acilde kapıyı kapatıp bir hemşire ağlıyor. Çocuk hastalardan birisi –kuşpalazı- az önce öldü. Üzerine mermerşahi hastane bezini örttüler. Daha ufak olanı nesnelerle oynuyor. Çünkü yüksek ateş nesne ve insan –çocuk- arasındaki bağı inanılmaz güçlü örümcek ağlarıyla sağlamlaştırır:

“Şimdi anne” diyor -41 derecede olan- “Bizim iğde ağacı geldi az önce. Elinde yaşlı sakalı ve portakallarla. Portakal seviyorum ben. Kar altında güneş topu onlar. Çok uzakta büyüyorlarmış. İğde dede söyledi. Dağ dağ ardında. Ovaları ve çayları geçince zenginlerin tarlaları varmış. Allah gökten ve yerden ısıtıyormuş oraları. Ekmeği de gökten atıyormuş onlara. Zenginler Allah’a şükretmek için portakal ağaçlarını sulamışlar. Meyveleri de buraya kadar gelmiş. İğde dede böyle anlattı bana anne…”

Sözümü kesti.

“Bir dakika! Sen Stalin’i tanımadığın için bu kadar naif görüyorsun her şeyi.”

“Abi,” dedim.

“Senin nasıl öldüğünü biliyorum. Oraya da geleceğim.”

“Hayır,” dedi. “Mevzu bu değil.”

Anladım ki daha fazla dinlemek istemiyor beni. Karaköy’e indik. Kadıköy vapuruna bindik.
Aslında gittiğimiz yön bile Platonov’un bizden ve dahi bizden daha Doğulu olduğunu gösteriyordu.
Ben Mutlu Moskova’yı okumaya devam ettim. Platonov Abi, simit yedi. Susamlarını balıklara attı.

2012 Her Açıdan Kötü Geçti (A. Ömer TÜRKEŞ)

Her yeni yılın başında ekonomiden siyasete, spordan sanata, hayatın her alanındaki gelişmelerin dökümünü ve yorumunu yapmak adettendir. “Gelişmeler” sözün gelişi. İşin doğrusu 2012 yılında gelişme sözcüğünün içini dolduracak, yürek ferahlatacak pek bir şey yok elimizde. Aksine; hak, adalet, vicdan kavramlarından hiç nasiplenmemiş bir yönetim altında bir daha yaşanmasını istemediğimiz –ama sürekli tekrarlanan- travmatik olaylarla dolu bir yıl geçirdik. İç karartıcı ve umut kırıcı bir yıl daha...

Böylesine dibe vurmuş durumlarda sanata ve edebiyata sığınmak isteriz. Belki de en çok böyle anlarda ihtiyaç duyarız edebi anlatılara. Bize bizi anlatan hikayelerle beslenmek isteriz. Ama ne yazık 2012 yılı edebiyat –konumuz özelinde roman- alanında da umut verici olmadı. Nicelik anlamında bir gelişmeden söz etmek mümkün elbette; 800’e yaklaşan yeni roman sayısı bu alanda bir rekoru ifade ediyor. Beklenen, heyecan ve tat vermeyen, son on yılda sıklıkla tekrarlanan bir rekor bu. Bakın 21. yüzyılda sayısal anlamda nasıl bir seyir izliyor romanımız: 2000’de 144, 2001’de 139, 2002’de 219, 2003’te 232, 2004’te 316, 2005’te 345, 2006’da 418, 2007’de 391, 2008’de 419, 2009’da 457, 2010’da 557, 2011’de 770, 2012’de 780… 2013 yılı sonunda Cumhuriyet dönemi toplam roman üretimi on bine ulaşmış olacak.

Sayılarla konuşmayı sürdürürsek daha pek çok rekor çıkar karşımıza. Bunlar arasında romancılığımızın seyri açısından en önemlisi yeni yazar ve yayıncı sayısındaki artıştır. Bu artış ne yazık ki kitap satışlarının çekiciliğinden kaynaklanmıyor. En çok roman yayımlayan yayınevleri karlarını satışlardan değil, yazarlardan “masraf” adıyla tahsil ettikleri girdilerle sağlıyorlar. Kısacası editör, redaktör gerektirmeyen, edebiyatı hepten metalaştıran bir süreç yaşanıyor. Toplamı yirmiyi bulmayan yazarı ayrı tutarsak eğer; Türkçe yazılan romanların baskı ve satış rakamları 1000’i geçmiyor.

Edebi değerle sayısal değer arasında doğrusal bir bağ kurmak niyetinde değilim. Zaten böylesine kalabalıklaşmış ve kaotikleşmiş bir yayıncılık ortamında neyin değerli neyin değersiz olduğunu saptamak çok zor. Üzücü olan, iyi romanların ve gelecek vaad eden yetenekli genç yazarların gözden kaçırılması, yitip gitmesi… 2012 tam da böyle bir yıldı; çok satan vasat romanların konuşulduğu, az satan –az sayıda- iyinin kaybolduğu, sonuçta eksiklik hissi veren bir yıl...

Eksik, Eksik Olduğu İçin Yanlış!...

İsimlere baktığımızda romancılığımızın pek çok önemli ve değerli yazarı çarpıyor gözümüze. İlk sırada “Bir Ada Hikayesi” dörtlemesini “Çıplak Deniz Çıplak Ada” ile tamamlayan Yaşar Kemal var. Hayatı ve eserleriyle gerçek bir efsane. Ancak son romanında yorgun bir hali var ustanın. Dörtlemeyi bitirmesi sevindirici ama beklediğimiz kadar görkemli bir finali olmadı “Bir Ada Hikayesi”nin.

İhsan Oktay Anar’ın “Yedinci Gün”ü eğlenceliydi ama yazarın kariyerine katkıda bulunacak düzeyde değildi. Türk edebiyatının çok satar ve tanınmış yazarlarının -mesela Tuna Kiremitçi, Perihan Mağden, Ayşe Kulin, Ahmet Ümit, Oya Baydar, Yılmaz Karakoyunlu, Nazlı Eray, Turgut Özakman, Reha Çamuroğlu, Nermin Bezmen- romanlarının da satış anlamında beklentilere cevap vermiş olması muhtemeldir. Ancak şunu özellikle belirtmek gerekiyor; “çok satar” listelerine aday romanlar 2012’de önceki yıllara göre çok daha -en hafif ifadesiyle- zayıf kaçtı.

Roman sayısı 800’e yaklaşınca okunanlar okunmayanların yanında ihmal edilir bir sayıda kalıyor. Okuyamadıklarıma haksızlık etmemek için Türkçe yazılan romanlarda yılın “iyi”leri sıralaması vermek istemem. Ancak genel bir değerlendirme yapabilirim; aslında başlangıcından bugüne Türk romanında kendisini hep hissettirmiş bir eksiklikten söz edeceğim. Eksiklik 2012 yılının bunaltıcı atmosferinde daha da rahatsız edici hale geldi. Türk romanında eksikliğini hissettiren şey gerçekçilik, gerçekçi gibi görünenlerdeki eksiklik ise gerçeklik dugusudur. Kuşkusuz pek çok istisna sayabilirim ama 9000’i aşan roman sayısı içinde birkaç yüz roman genellemeyi bozmuyor; Türkiye’de roman yazma ve okuma pratiği bireysel ve toplumsal gerçeklerle yüzleşmek yerine gerçeklikten kaçmanın bir aracına dönüşüyor.

İlk yazarlar roman sanatını Osmanlıyı kurtarmak maksadıyla Batı’dan ithal etmişler ancak Osmanlı toplumun baş edilmesi güç gerçeklikleriyle yüzleşemedikleri için hayali aşk hikayeleri anlatmakla geçirmişlerdi yazarlık kariyerlerini. Cumhuriyet dönemi de farklı olmadı. Siyasi ve toplumsal gerçeklerle uğraşmanın bedeli ağır, tarihsel gerçeklerse devlet tekelinde olduğundan yazarlara kalan yegane konu özel hayatlardı. Sonuçta sayısız aşk romanı, suya sabuna dokunmayan polisiyeler, resmi anlatılardan kopyalanmış tarihi ve Cumhuriyet ideolojisini yaymayı vazife edinmiş siyasi romanlar üretildi yıllarca. Gören, duyan ve söyleyenlerin başına gelenler ibret vericiydi; toplumun büyük bir bölümü gibi yazarların büyük bir bölümü de üç maymunları oynamayı tercih ederek görmedi, duymadı, söylemedi. Bellek sıfırlandı, ötekiler dışlandı, belki de hepsinden önemlisi kanayan yaralar sarılmadı, travmalar yok sayıldı.

Savaş haberleri, tutuklamalar ve açlık grevleri ile geçirdiğimiz 2012’nin travmalarını sindirmeye çalışırken fark ettim ki travma anlatılarının yokluğunun ilk nedeni insanların travmaya maruz kaldığının farkında bile olmaması, olsa bile yalanlarla bastırması...

Maddi gerçekliğin somut olguları yerine hayalindeki fantazya ülkesini koymaya çalışan, giderek buna inanan, başkalarını da inandırmaya, inanmayanları imhaya kararlı iktidarların yönetimindeki bir ülkede, anlaşılan o ki yalan ve sahte gerçeğin yerini alıyor İlginç olan inandırmak için hiç bir çaba gösterilmemesi, çabaya ihtiyaç bile duyulmaması. Hatta abartı ve mübalağa hayallerdeki imgeyi beslediği için toplumca daha çok talep edilen bir dil canbazlığı. Yalan o kadar apaçık söyleniyor, o kadar arsızcasına pazarlanıyor ki, gerçekliğini sanki sergilenen sahteliğinden kazanıyor.

Bugün sanat ve edebiyatın kurmacalığından anlaşılan tam da budur; gerçeklerin üzerini örtmek, karartmak hatta yepyeni ve fakat tamamiyle fantastik bir gerçeklik yaratmak. Olmayanın oldurulduğu pespembe bir dünya sunmak… Tarihi, siyasi, fantazya, bilim kurgu, polisiye, aşk… Fark etmiyor. Edebiyat ürünlerini kategorize etmeye hiç gerek yok. Önemli olan edebiyatın bir bütün olarak ne yaptığı, gerçeklikle nasıl bir ilişki kurduğu. Gerçeklikten bilinçli bir kaçış olduğunu düşünmüyorum. Sorun gerçekliğin kavranışında. Bir yazar ancak farkına vardığı gerçekliği ifşa eder. Okuyucu farkına vardığı kadarını benimser. Herkesin kendi derdine düştüğü böyle bir hayat içerisinde gerçekliğin yerini arzular, düşler ve hayaller almış, edebiyat kaçılacak pembe bir dünyaya dönüşmüşse eğer, bunun nedeni gerçek hayatın ekonomik ve siyasal anlamda eşitliksiz, adaletsiz, baskıcı, boğucu, şiddet dolu atmosferidir. Başbakanından entelektüeline, gazetecisinden generaline, devlet başkanından sokaktaki insanına kadar herkesi kapsayacak şekilde gerçeklikten toplu bir kaçışın yaşandığı Türkiye’de böyle bir atmosferi –edebi ölçütleri ıskalamadan- hikayeleştirmek gerçekten zor bir iş ve eksik kalıyor. Romanımızın 2012 yılındaki hali işte böyle göründü gözüme; “eksik, eksik olduğu için yanlış”!...

Kurmacanın Kalabalık Sahnesi (Büşra ÖZCAN)

Her öykünün okuru üzerinde bıraktığı tesir farklıdır. Bu tesir kimi zaman uzun, kimi zaman kısa sürelidir, bazen alabildiğine renkli ve yoğun, bazense soluk ve belirsiz duygulara sürükler insanı. Uyumadan önce, yürürken, otobüs beklerken, bir yerlere yetişirken, yere düştüğümüzde, geç kaldığımızda, sıkıldığımızda, bir yerlerimiz kanadığında, üşüdüğümüzde, öfkelendiğimizde, gazeteyi doğru düzgün katlamayı bir türlü beceremediğimizde, aklımıza gelebilecek en tuhaf ve karmaşık anlarda, sözgelimi bir mülakat esnasında veya muayene sırasında bazı sesler ve görüntüler zihnimize düşer, orada yankılanır, bulanıklaşır, belki de uzun bir unutuşun ardından beklenmedik bir biçimde apaçıklaşırlar. Kesilen elden akan kan karı kırmızıya boyar, adliye koridorunda iki adam bir kavgaya tutuşur, sevilen kişiye açılmak için düzenlediğimiz buluşma midemize saplanan ağrıyla acil serviste son bulur, bir ıslık sesi bizi daha önce hiç girmediğimiz sokaklara götürür, evler terk edilir, evlere geri dönülür. Geriye dönüp baktığımızda bu fotoğraflarla hatırlarız öyküleri. Diyaloglardan, olay örgülerinden, ilk ve son cümlelerden çok, elden düşüveren bardağın çıkardığı gürültü, berberin makasının şakırtısı aklımızda kalır. Bir de erkenden gidişine, bir müddet daha vakit geçirip hemhal olamayışımıza yandığımız kahramanların ellerini dizlerine koyup oturuşları, susuşları, sigara yakışları, pazar sabahı açık büfe arayışları, kaybolmaları, ölümleri ve doğumları. Ali Teoman’ın Kırık Kalpler Terzihanesi’ndeki öykülerine geri dönüp baktığımızda da eşyaların, mekânların ve karakterlerin içinden geçiyoruz. Gizemli, romanesk ve grotesk öyküler olarak başlıklara ayrılmış kitapta, şeylerin tekinsizliği, sertliği ve uğultusu sayfalar boyunca titizlikle işleniyor. Yazar, yerinden oynatılacak tek bir sözcükle bozulacak bir anlatı evreni kuruyor kendisine.
Kitabın ilk bölümü olan “Gizemli Öyküler”de eşyalar, onlara dokunan, onları alıp bir yerden bir yere taşıyan, sürükleyen karakterleri arka plana itip silikleştiriyor. Sahnenin ortasında duran, nereden geldiği belli olmayan, neredeyse kendi kendine var olan geçmişsiz yahut zamanın derinliklerinde kaybolmuş birtakım nesneler anlatılıyor bu öykülerde. Eşyaların iktidarı ele geçirdiği, inat ettiği, kontrolün kaybedildiği hikâyelerin derinlerinde insanı huzursuz eden, yerinde şöyle bir kımıldamasına neden olan iki duygu var: Endişe ve korku. Daimi bir şüphe. Şeylerin sahneyi ele geçirişini izlemenin okuru tedirgin eden bu kasvetli yanı gerek tematik ortaklıklarından, gerekse üsluplarının ve dili kullanış biçimlerinin benzerliğinden dolayı Ali Teoman’ın öykülerini, Bilge Karasu’nun ölüm ve karanlıkla dost, okurunu labirentlerde, dipsiz mağaralarda kaybettirip heyecanlandıran öykülerine yakın kılıyor.
Bu hislerin kökeninde eşyaların öykülerdeki kuşku veren, neredeyse sinsi yönü yatıyor. Adressiz, pulsuz, göndereni belli olmayan mektuplar sözün yokluğunun altını çiziyor. Ketum varlıklar odanın ortasında handiyse endişeden titreyecek karakterleri gözetlenme korkusuyla yerlerine mıhlayacak kuvvetteler. Onların bu yoğun duyguların başlatıcıları olmalarındaki ikinci etkense bir zamana, uzama ve daha da ilginci, gönderene ait olmayışları, yani kimsesizlikleri. Bu öncesiz ve sonrasız hal, istense de durmayan, derine indikçe inen asansörleri, hiç kesilmeden belki yüz, belki iki yüz kere çalan telefonları ürkütücü kılıyor. Yazarın başta da belirttiği bir gizemli bir hale, hikâyelerin başında gittikçe daha keskin bir yoğunlukta parıldıyor.
Kitabın “Romanesk Öyküler” bölümünde ise bu hayalet eşyalar yerlerini mekânların tasvirine ve çakılı kalmaktansa kımıldayan, hareket eden, durağanlıktan uzak karakterlere bırakıyor. Yine de, yazar bu karakterleri isimlendirmiyor, mevki ve konumlarıyla anıyor onları. Sözcük oyunlarının ve absürdün sınırlarına dâhil kurum ve kuruluşların bir yerlerinde yer alan kahramanlar, oyunculara dönüşüyor, başlarından geçecek olayları yaratmıyor, onlara dâhil olmakla yetiniyorlar. Bu yüzden de bu kahramanların varlıkları anonim denilebilecek ölçüde belli belirsiz öykülerdeki kalabalık sahnelerin içinde.
Kitabın son bölümü olan “Grostesk Öyküler”, en baştan beri tüm uyumsuzlukları ve kimliksizlikleriyle anlatılan “şeyleri” dünyanın dışına taşıyor. Anlatıcı bunu onları kimi zaman bir sigara dumanının arkasına, kimi zaman beyaz bir tülün arasına gizleyerek, soyutlaştırarak, saydamlaştırarak yapıyor.
Kırık Kalpler Terzihanesi başından sonuna değin bir kedi-fare oyununun etrafında dönüp dolaşan, sayfaları gizle, gizemle, gözetleyen ve gözetlenenlerle dolu, herkesin bir başkası olduğu, hiç kimsenin kendisi olmadığı, gerçeğin bir aynadan aksedenlere denk düştüğü iç içe geçen durumlar ve olaylardan meydana gelen öykülerden oluşuyor. Ali Teoman, öykülerinde gerçeğin hükmünü kurguyla kırıyor ve okurunu ikirciğin orta yerine bırakıveriyor. Hakikate asla değemeyeceğini hissetse de, gerçekliğin netlik ayarının izine edebiyatla düşüyor yazar.

KIRIK KALPLER TERZİHANESİ, Ali Teoman, YKY, 2012.

Yüzler Yalan Söylemez (Doğuş SARPKAYA)

Bazı kitapların sonu yaklaştıkça, insanın içini hüzün kaplar. Çok keyifli ve eğlenceli bir tatilden dönmek zorunda kalmışsınız gibi düşünmeye başlarsınız ya da “sonsuz pazar” gününün bittiğini ve acımasız pazartesinin başlayacağının ayırdına vardığınız saatlerin mutsuzluğunu hissedersiniz. Edebiyatseverlerce üçüncü cildi heyecanla beklenen, Javier Marias’ın Yarınki Yüzün romanı da benzer duygular yaratıyor okuyucuda. Okurken sizi içine alan ama aynı zamanda zorlu bir yolculuğa çıkaran, iyi edebiyatın ne olduğunu hatırlatan bir kitap Yarınki Yüzün.

Yarınki Yüzün’ü eline almamış okuyucular için kısa bir özet yapalım: Kitabın kahramanı karısından ayrılınca İngiltere’ye taşınan ve BBC’de çalışan İspanyol çevirmen Jaime Deza. Deza, bir gün Oxford’ta okutmanlık yaptığı dönemde tanıştığı Latin Dilleri uzmanı Wheeler’in davetine katılır. Wheeler, O’nu Bertram Tupra ile tanıştırır. Daha sonra Wheeler, Tupra’nın özelliklerine dair Deza’yı sorguya çeker. Deza’nın bilmediği şey aslında bir mülakatta olduğu ve yakında insanların içyüzünü, potansiyellerini öngöreceği bir mesleğe adım atacağıdır. Tupra, İngiliz Gizli Servisi içinde isimsiz bir birimin başındadır. Deza’dan istenen, insanların muhtemel geleceklerini tahmin etmesidir. Çünkü, “İnsanlar ihtimallerini damarlarında taşırlar; bu ihtimalleri gerçekleştirmeleri sadece zaman, dürtü ve koşullara bağlıdır”. Adı meçhul bu birimde insan davranışları çevirmeni ve karakter yorumcusu olarak işe başlayan Deza, işinde ilerledikçe hem kendi yaşamını hem de yakınlarının yaşamlarını daha derinlemesine incelemeye başlayacaktır. Bu aynı zamanda kişisel tarihten toplumsal tarihe yapılan bir yolculuğa da kapı aralayacaktır.

Şimdi ile geçmiş arasında gidip gelen, geçmişin günahlarıyla bugünün yüzeyselliği arasında salınan bir anlatı Yarınki Yüzün: İspanya İç Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nda yaşananları ele alırken, insanın kötülüğünün sınırsızlığının üzerine düşündürüyor. İnsanların yarınki yüzlerinin en çirkin, en güzel, en adi, en onurlu, en hain, en erdemli olduğu zaman olan savaş zamanlarını ele alarak, ihtimalleri tartma imkânı sunuyor.

Yazarın Mesafesi

Yarınki Yüzün’ün en etkileyeci noktalarından biri, okuru sürekli roman yazımı üzerine düşünmeye itmesi: Mesela romanı okurken sürekli yazarın mesafesi üzerine kafa yorarken buluyorsunuz kendinizi. Metin ve karakterle mesafesini koruyan yazarın, anlatıya okuyucuyu da dahil ettiğini, bu şekilde okuma deneyiminin demokratikleştiğini savunan eleştirmenleri düşünelim. Marias’ın, Jaime Deza aracılığıyla, soluk almadan yaptığı yorumlarla bu mesafeyi oldukça daralttığını söyleyebiliriz. Böyle bir daralma metnin değerinde bir düşme yaratmıyor. Yazarın sesinin baskın olmasının büyük bir tehdit olarak algılanmasına bir cevap niteliğini taşıyor Yarınki Yüzün. Aslında bu konuda Wayne C. Booth’un Kurmacanın Retoriği’nde söylediklerine kulak verilebilir: “Kurmaca ile ilgili tüm deneyimlerin merkezindeki bir diyalogda yazarın sesi hala baskındır. Yorum dışarıda bırakılsa da, yargıları açığa vurmak ve tepkileri biçimlendirmek için yüzlerce gereç vardır. Şiirde daima ayrıntıları değerlendirme tarzımızı kontrol eden imgelem ve simge örüntüleri modern kurmacada da etkilidir. Hikâyenin hangi kısımlarının dramatize edileceğine, epizotların sırasının ve birbirilerine oranlarının nasıl olacağına dair kararlar Hamlet’te olduğu kadar The Hamlet’te de, Odysseia’da olduğu kadar Ulysses’te de etkili olabilir”.

Marias, Booth’un söylediklerini doğrularcasına, hikâyelerin nasıl dramatize edileceği, bölümlerin nasıl sıralanacağı, bir olaydan başka bir olaya geçerken nasıl bir yöntem izleneceği konusunda hâkimiyetini tüm roman boyunca koruyarak, okuyucunun oyuna katılmasını, hikâyenin akışına dair tahminlerde bulunmasını, dahası hikâyeye yön veriyormuş hissini yakalamasını engelliyor. Kahramanı Deza’nın başına gelen şey okuyucunun da başına geliyor. Roman boyunca Deza, konuşmaları kendi istediği gibi yönlendiren insanlarla diyalog kuruyor: Özellikle Wheeler ve Tupra ile yaptığı konuşmalarda hissettiği bir şey bu. Diyalogun iplerini elinde tutan, istediği zamanlarda konuşmayı farklı yönlere döndüren, sonra oradan asıl konuya geri dönen, anlattıklarını ayrıntılandıran, diyaloğun bir batağa sürüklendiğini hissettiğiniz anda sizi şaşırtacak bir bağlam kuran karakterler yaratmış Marias. Romanın üslubu ve biçimi de bu karakterlerin kişilik özellikleriyle şekillenmiş sanki.

19. Yüzyıla Selam

21. yüzyılın edebiyatının, 19. yüzyıla göz kırpması olarak da okunabilir Yarınki Yüzün. Çünkü postmodern çağın, tasarruflu anlatım modalarına tümüyle kulaklarını kapatarak, uzun, derin ve yüzeyselliği reddeden bir roman. Metin, kimi zaman politik olarak yanlış noktalara savrulsa da (özellikle İspanya İç Savaşı ile ilgili bölümlerde faşistlerle devrimcilerin günahlarını eşitleyen tavırdan bahsediyorum) Marias’ın romansal adalet konusundaki duyarlılığı anlatıyı düzlüğe çıkarıyor. Okuyucusunu sürekli uyanık tutan, sürekli düşünüp başka bağlantıları araştırmasını talep eden, okuru buna zorlayan bir roman. Marias, bunca kötülüğün yaşandığı bir dünyada insanların pamuklarla sarılarak körleşmesine karşı uyanık olmaya çağırıyor okuyucuyu. Jamie Deza’nın babasının sözlerini, okuyucu da üstüne alınmalı: "Daha yeni başladın, devam et. Hadi çabuk, acele et, düşünmeye devam et. Önemli olan, zor olan, devam etmektir; artık düşünecek ya da bakacak bir şey kalmadığı, devam etmenin vakit kaybetmek olacağı hissine kapıldığında devam etmektir. Önemli olan hep orada, kaybedilen vakittedir, insanın artık hiçbir şey olamayacağını düşündüğü yerdedir".

YARINKİ YÜZÜN CİLT 3: ZEHİR, GÖLGE, VEDA, Javier Marias, Çev: Roza Hakmen, Metis Yayınları, 2012.

Dedesinden Miras Kalanlara (Büşra SATICI)

“Belki de dönüp dolaşıp geleceğin yer başladığın yerdi.”

Umut Dağıstan’ın ikinci romanı Üst Kattaki Cinler’den sonra yayınladığı Boşluğun Sesi. Dağıstan’ın romandaki başkarakteri Bilal Kaya. Bilal Kaya ve ailesinin ekseninde geçenlerin anlatıldığı romanın neredeyse gizli kahramanları da var. Bunlar Bilal Kaya’nın amcası ve dedesi. Aslında bunun nedeni Bilal Kaya’nın kendisi; yani, onlarla farklı şekillerde kurduğu ilişki.

Bilal’in amcasıyla akrabalık ilişkisini aşan bir bağı var. Oldukça samimiler. Neredeyse Bilal’in çocukluğuna dair en güzel anıları tamamıyla amcasıyla. Bilal onunla oyunlar oynamış, kendisini en çok onun yanında güvende hissetmiş, en özel ve önemli şeyleri ondan öğrenmiştir. Amcasının ölümüyle geçici bir boşluğa düşen Bilal, amcasının tavsiyelerini, sözlerini hiçbir zaman unutmamış; hep anımsamıştır. Dahası, anımsamakla kalmamış; onlara göre davranmıştır.

Hayal meyal hatırlıyor olmasına rağmen Bilal’ın hayatında her zaman için en önemli insanlardan biri de dedesi Resul Kaya olmuştur. Dedesiyle ilgili hatırladığı en somut şey, hasta yatağında yatan ve günden güne eriyen bir adamın görüntüsüdür. Yine de hayatında en sıkı ilişki içerisinde olduğu insan dedesi olmuştur. Nasıl mı? “Boşluğun Sesi” ile.

“Boşluğun Sesi”, Resul Kaya’nın yazmış olduğu defterlere verdiği addır. Roman boyunca yer yer bu defterlerden bölümler görünür. Yani Boşluğun Sesi içerisinde “Boşluğun Sesi”ni okuyoruz. “Boşluğun Sesi”nde yazanlarla Bilal düşünür, sorgular ve hayatıyla ilgili yeni kararlar alır. Okuyucu da Bilal ile birlikte düşünür. Tabi ki kendi hayatını, kendi yaşamını…

Resul Kaya’nın defterlerinde “Gençlik”, “Hayatın Kaynağı”, “Aşk”, “İlişkiler” gibi başlıklar altında Bilal’i ve okuyucuyu düşündüren yazılar vardır. Örneğin “yalnızlık” oldukça etkileyici bölümdür: “İnsanın yalnız olması için geçmişinde, şimdisinde ya da geleceğinde biri olması gerekir. Onu düşünmesi, özlemesi, istemesi gerekir. Onun yokluğunun verdiği boşluktur yalnızlık. Şayet öyle biri yoksa ve buna rağmen insan yalnız olmak ve bundan dolayı ıstırap çekmek istiyorsa, o zaman olmayanı yaratmak zorundadır. Öyle biri varmış gibi onu düşünmesi, özlemesi, istemesi gerekir. Şu hayatta belki de en çok, gerçek manada bir yalnızlık için emek gerekir”. Bilal’e dedesinden kalan yalnızca bu defterler değildir. Dedesinin kurduğu Antalya’daki otelin işletmesi de Bilal’e kalmıştır. Daha da önemlisi Bilal’e dedesinden, hem dedesinin karakteri hem de malları miras kalmıştır. Öyle ki Bilal’e dedesinin ölümünden sonra bile konuşulan çapkınlığı bile miras kalmıştır. Fakat hepten şanslı biri değildir. Başına gelen ani ölüm de dedesinden miras kalmış denilebilir.

Evli olmasına rağmen başka birliktelikler yaşayan Bilal, bir gün dedesinden kalan otelinde evli bir kadınla birlikte olurken, kadının kocası tarafından bir bıçakla öldürülür. Dedesinden miras kalan otelde, dedesinden miras kalan karakteri nedeniyle ölür ve romanımız da yine Bilal Kaya’nın dedesinin defterlerinden bir yazı ile son bulur. “‘Hayat’: [B]u yüzdendir ki her hayatın bir hikâyesi vardır ama bu hikâyeler çoğunlukla anlatılamaz. Anlatıldığında emin olun ki, orada hayat yoktur. Anlatacak bol bol hikâyeleri olduğunu söyleyenler, aslında yaşamayanlardır. O yüzden en güzel hikâyeleri daima ölüler anlatır”.

Her ne kadar sonu ölümle bitse de Dağıstan’ın son romanı oldukça ilginç kurgu ve iç metinlerle dikkat çekici. İyi okumalar.


(Umut Dağıstan, Boşluğun Sesi, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2012).

Geride Bırakılan Utançtır (Önder ÖZDEN)

"Yepyeni bir dünyanın hızla yaklaştığını gördüm. Daha bilimsel, verimli bir dünya, evet. Eskiden beri var olan hastalıklara çare bulunan bir dünya. Çok iyi. Ama aynı zamanda katı, zalim bir dünya." (Ishiguro, 2011:256).

Kazuo Ishiguro (2011), Beni Asla Bırakma/Never Let Me Go adlı romanında şok edici bir sıradanlık sunar okuyucusuna. Zamansız veya geçmişteki bir şimdide, okurunu kendi bedenine bakmaya, onu sorgulamaya davet eder. Bağışçıların, organ üreten bedenlerin, yaşantılarını anlatırken Kazuo Ishiguro, fütüristtik bir evrenin değil, içinde bulunduğunuz anın ağlarına yakalandığınız hissi tüm duygularınızda kol gezer. Bu his, organ üreten bedenlerin (birey denilebilir mi?) ve onları kendi rollerine hazırlayan kurumsal ve bilişsel mekanizmaların, nasıl kurgulandığını gördükçe artar (aynı zamanda o mekanizmalar bu hissin kaynağıdır da). Ishiguro’nun ortaya koyduğu bu dünya, sıradanlığı ile okurunu; beden-politika, doğa-insan, organik-inorganik gibi ikilikleri yeniden ve yeniden düşünmeye sevk eder.

Beni Asla Bırakma’nın kahramanı Kathy H. henüz organ bağışında bulunmamış fakat organ bağışı yapan kendisi gibi üretilmişlere bakıcılık yapmaktadır. Roman onun anıları etrafında şekillenir. Roman, geçmişe doğru ilerler, şimdi ise yıkıma evirilir. Kathy H, bakıcılığı bırakıp tıpkı arkadaşları gibi organlarını bağışlamaya başlayacak ve yakında ölecektir. Ama o da yine diğer “üretilen”ler gibi ölümü aslında hep yaşar. Kathy ve arkadaşları sonsuz bir üretim ve yeniden-üretim çemberinde “hayatlarını” sürdürürler. Kendilerine ne olacağını bilirler; onların deneyimledikleri ölüm değil tükenmedir. Bile isteye organlarını “gerçek” insanlara verirler. Kaçma, isyan etme girişimleri, hatta hayalleri bile yoktur Ishuguro’nun organ bağışçılarının.

Organ bağışçılarını, Hailsham adı verilen bir okulda o kaçınılmaz geleceklerine gözetmenleri hazırlar. Okulda ağırlıklı olarak sanat eğitimi verilmekte, “üretilmiş”lere geleceklerinin ne olduğu ise açık bir şekilde anlatılmaz. Fakat onlar bilirler başlarına ne geleceğini ama bunu mesele etmezler. Aksine “normal” insan olmadıklarına veya gelecekte organ bağışı yapacaklarına dair konuşmalardan utanırlar ve konuyu kapatmaya gayret gösterirler: “Bazı konuları görmezden gelmeye özen göstermemizin sebebi, utanmamızdı” (Ishiguro, 2011:73).

Roman önceden belirlenmiş geleceklerine yürüyen üretilmiş/yaratılmış bedenlerin (insanların?) öyküsünü gözler önüne sererken hikâyeye eşlik eden duygu utançtır. Organ bağışçılarının “normal” insanlarla karşılaşmalarına, bu karşı karşıya gelmeye daima utanç eşlik eder. Hailsham’a gelen “normal” bir insanın (okula gelen bu insanı Madam olarak tanırlar) tepkisini Ishiguro, kahramanın ağzından şöyle ifade eder: “Madam gibi başka insanların, sizden nefret etmeseler, kötülüğünüzü istemeseler bile sizi gördükleri, sizin bu dünyaya nasıl ve neden getirildiğinizi düşündükleri an ürperdiklerini, ellerini sizin elinize değdirmekten çekindiklerini, bunu hiç istemediklerini öğrenirsiniz” (Ishiguro, 2011:42-43). Kathy H, Madam’la karşılaştığında durur ve yüzüne bakar: “Şimdi bile, bastırmaya çalıştığı ürpertiyi görebiliyordum, içimizden birinin ona kazayla dokunma ihtimalinden dolayı duyduğu gerçek korkuyu” (Ishiguro, 2011:41). Madam’ın korkusu, organ bağışçılarının bazı konuları konuşmaya başladıklarında hissettikleri utançla birleşir. Madam’ın korkusu, görülmek istenmeyenin aniden görünür ve görmeme isteğinin ardında gizlenen “gerçeğin” ayan olmasıyla utanca dönüşür. “Gizlenen gerçek”; insan ile insan olmayanı belirleyenin ne olduğu, insani olanla olmayan arasındaki sınırın varlığıdır. Bu sınırla karşılaşmak, insanda insan-olmayanla, insan-olmayanda ise insan olanla yüzleşmek utancın asıl kaynağıdır.

Utanmak, Agamben’den ödünç alınarak söylenirse, kabul edilemeyecek bir şeyle karşılaşmak, onunla burun buruna gelmek anlamına gelir. Fakat kabul edilemeyecek olan şey utanç duyana dışsal değildir, bir mahrumiyetin sonucudur. Utanma, birbiriyle girift yapıda iki sürecin üst üste bindiğini gösterir. Bir yandan kendi içindeki mahremiyetle (örneğin fizyolojik hayatla) karşılaşılırken, diğer yandan bu mahrem edilgenlik alt edilmek istenir. Agamben, utancın içeriğinin öznenin kendi özneliğinin-yok-edilmesi olduğunu ifade eder: “Utançta öznenin kendi özneliğinin-yok-edilmesinden gayrı bir içeriği yoktur; kendi rahatsızlığının, bir özne olarak kendi bilincini kaybetmenin tanığı haline gelir. Hem özneleşme hem de öznelliğin-yok-edilmesi biçimindeki bu ikili hareket utançtır” (Agamben, 2010:106). Böylelikle Levinas’ın, utancın açığa çıkardığı şey, kendisini keşfeden Varlık’tır (Levinas’tan aktaran:Agamben, 2010:106), önermesi anlamlı hale gelir. Utanç, tam da insanın Varlık ile karşılamasında deneyimlediği duygu olarak ontolojik bir yer edinir (Agamben, 2010:106).

Agamben’in yorumu takip edildiğinde, Ishiguro’nun romanında, organ bağışçıları ile karşılaşan “normal” insanın ve bağışçıların hissettiği utançta özneleşme ile-özneliğin-yok-edilişi, benliğin-yitirilmesi ile benliğe-sahip-oluş, tebaalık ile egemenlik birlikte üretilir (Agamben, 2010:108). Öznelliğin özünde utancın olmasının nedeni, onun kuruluş itibariyle özneleşme ve öznelliğin-yok-edilişi biçimini içinde barındırıyor olmasıdır. Utanç, özneleşme sürecinde öznelliğin-yok-edilişini ortaya çıkaran ama aynı zamanda öznelliği-yok-edilişinde özneye tanıklık eden arta kalandır (Agamben, 2010:112). İnsan olanla olmayanı yeniden ve yeniden üreten sınır utançla ayan hale gelir.

Giorgio Agamben, özneleşme ile özneliğin-yok-edilişinin, benliğin-yitirilmesi ile benliğe-sahip-oluşun kaçınılmaz bir biçimde tebaalık ile egemenliğin üretimiyle aynı sürecin parçası olduğunu savlamaktadır (Agamben, 2010). Kurucu ilk bağ böylelikle insanın “mahremiyle” karşılaşmasıdır. Konuşabilen, düşünebilen varlığın, fizyolojik hayatıyla yüz yüze gelmesidir. Bu karşılaşma, insan olanla olmayan arasındaki sınırın nasıl inşa edildiğini/edileceğini değil tam da sınırın kendisini sorunsallaştırmayı gerektirir. Beni Asla Bırakma’nın araladığı ve Agamben’in derinleştirdiği, utancın sınırın esnekliğini, müphemliğini ortaya çıkarmış olmasıdır. Roman, sınırı tahkim çabasının nasıl her zaman başarısızlığa uğradığını gösterir. İnsani olanla olmayan arasında olduğu kabul edilen farkın kolayca aşılabileceğini, yeniden ve yeniden kurulabileceğini, sınırın nicelikselliğini fark ettirir.

Kazuo Ishiguro (2011), Beni Asla Bırakma, çev: Mine Haydaroğlu, YKY. (6. Baskı)
Giorgio Agamben (2010), Tanık ve Arşiv, çev: Ali İhsan Başgül, Dipnot.

Öykünün Genç Sesi (Şenay Eroğlu AKSOY)

2010 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazanan Pelin Buzluk’ un yeni kitabı, Deli Bal’ın ikinci baskısıyla eşzamanlı olarak okurla buluştu.

Can Yayınları tarafından basılan Kanatları Ölü Açıklığında on üç öyküden oluşuyor. Buzluk, ilk kitabında kurduğu sarsıcı üslubu serinkanlı bir anlatı evrenine taşıyor Kanatları Ölü Açıklığında’ da. Kahramanlarını cesurca, çoğunluğun görünür kılmaya çalıştıklarına inat insanın karanlığında gezdiriyor. Farklı coğrafyalarda, gerçeküstü kurgu dünyalarında gezinirken söylencelere yaslanıyor. Kimi öykülerinde- Saklambaç - hikâyeyle başat yürüyerek kuruyor atmosferi; korunaklı bir kuyu yaratarak, anti militarist bir ninni söylüyor. Yaralayıcı, kıyıcı duygulara işaret ediyor. “Kayıplarımız”ın hiç dinmeyen acısını sesliyor.

Kanatları Ölü Açıklığında Yorgancı Yorgo’nun oğlu İbrahim’in kederli hikâyesiyle açılıyor. Babasının ölümü ardından, öykü anlatıcısının ailesi tarafından sahiplenilen, okura kendini anlatacak bir cümle bile kurmadan, başı önde yitip giden İbrahim’in hikâyesi. Öykü döngüsel bir anlatımla adım adım bütünleniyor. Anlatıcının soğukkanlı aktarımıyla babasız bir çocuğun ”İbrahim Dağı”nda yitişine tanıklık ediyoruz. Ne trajik ki içinde kahramanımızın yittiği yer onun adıyla anılır oluyor: İbrahim Dağı. Babam onu eve getirdiğinde ben sekiz yaşındaydım. Abim on dört. Ufaklıklar altı ve dört. Kızlar on beş ve on bir. Babam eve üzgün gelmişti. İçeri girince kapıyı örtmeye davranırken geride onu görmüştük.” İbo gir içeri,” demişti babam. “Kardeşinizdir. Aranıza alın. Oynayın. Yer verin.” Geldiği gün kızlar arka avluda yıkadılar onu. Bir yandan tasla sabunla vuruyorlardı kafasına. Niyetleri iyi ya da kötü değildi. Niyetsizdiler… Evin çocuklarındaki bu niyet (sizlik) İbrahim’in yitişine kadar sürüp gidiyor.

Buzluk’ un kalemi nahif söyleyişlerden uzak, cesur, kimi yerlerde saldırgan. İbrahim Dağı bir yanıyla kıskançlık gibi sıradan duyguların hepimizin içinde olan kıyıcı karanlığa doğru yol alabileceğini gösterirken; bir yanıyla “İçinde yetimlerin beslendiği evler”i kutsayan yutturmalık bakışa, sarsıcı bir itiraz sanki.

Olağanı anlatmak istemeyen bir yazar

Kanatları Ölü Açıklığında’ da yer alan öyküler, farklı coğrafyalara, çizgidışı yaşamlara uzanıyor. Bir öyküde Hindistan’da ölü yakarak geçimini sağlayan kahramanın, yaşamını değiştirme, yeni yollara çıkma arzusuna ortak olurken; bir başka öyküde zengin evinin duvarında açılan küçük oyukta yaşamını sürdüren bir evsizle tanışıyor; bir diğerinde ise kopuk bir parmağın sahibini bulabilmek için Pakistan’a giden bir esrikle yol alıyoruz. Buzluk, yaşamın içinden seçtiklerini Kanatsız adlı öyküde olduğu gibi sokakların yasaklı, balkonların sokak yerini aldığı gerçeküstü kurmaca dünyalar kurarak anlatılıyor. Okura sonu bilinen hikâyeler anlatmak yerine güçlü bir atmosfer kurarak metnini var etmeyi seçiyor. Kasap Havası adlı öykü ise kahramanımız Asiye’nin bindiği minibüsün, yoğun kar yağışı nedeniyle Dikmen yokuşuna çıkamamasıyla başlıyor. Minibüsten yokuş başında indirilen yolcuların kar oyunlarındaki çocuksu neşesine ortak ediliyor okur. Bu çocuksu neşe Asiye’nin ısınmak için bir kasap dükkânına girişiyle gerilimli bir mecraya doğru evriliyor. Dükkân sahibiyle kahramanımız arasında geçen kafa karıştırıcı diyalog, içerinin sıcaklığı Asiye’nin âdeta dışardaki kar gibi gevşeyerek kendini bırakmasına neden olurken, boynundaki ipe astığı kuş ve tavşan ölüleriyle içeri giren adam, var olan gerilimi iyiden iyiye artırıyor. Asiye’nin adama “Uzun ölürler mi?” sorusuyla gerilim dozu artan öykü, kapanışta aynı sorunun boşluğa asılı bırakılmasıyla okuru oyuna dâhil ediyor. Asiye’nin sonunu hayal etmekse, ipuçlarını yazarın verdiği kurmaca dünyada kalarak, yeni aramaları gerektiriyor.

İlk kitabı Deli Bal’da saldırgan kurguları -2.9 Saniye- giyotin hızı sarsıcılığıyla okura bulaştıran Buzluk, bu defa usul usul anlatarak öykülerini okuru daha da yakınlaştırıyor çattığı dünyalara. Sarsıcı kurgulara alışkın okur yeni okumalara uzanıyor. Atmosfer kurmadaki kıvrak kalem oynatış -Puslu Bahçe, Sürek, 62 Tavşanı- ikinci kitapta çoğalarak sürüyor. Buzluk Kantları Ölü Açıklığında’da yer alan hemen her öyküde kıyıda kenarda kalmış sözcükleri, yerel söyleyişleri kullanıyor. Anlaşılıyor ki okura metni hatırlatmanın, öykünün içinden çıkıp metne dışardan bakmanın yollarından biri de bu sözcük kullanımda saklı yazara göre.

Deli Bal’la öykü okurunun aklında sarsıcı izler bırakan Buzluk, Kanatları Ölü Açıklığında’ da yeni tatlar eklemiş anlatı evrenine. Eksiltili cümlelerin, etkileyici kurgu dünyalarının eşliğinde taze bir yolculuk çağrısı Kanatları Ölü Açıklığında. Öykünün çarpıcı dünyasında yeni sesler arayanlara, keyifli okumalar.

KANATLARI ÖLÜ AÇIKLIĞINDA, Pelin Buzluk, Can Yayınları, 2012.

Roma Tarihine Bir Bakış (Selcan KARABULUT)

İkiz kardeşler Romulus ve Remus’un m.ö 753’de kurduğu daha sonra cinayetle son bulan imparatorluğun başkenti olan şehrin adıdır Roma.

İktidar savaşı, Romulus’un Remus’u öldürmesiyle sonlanmış ve bir kent kurulmuş. Yeni kurulan bu kentin vatandaşları Romulus’un kucak açtığı sığınmacılar tarafından oluşmuştur. Ancak çoğalmak için kadınlara ihtiyaç olduğunu düşünen Romulus yine haince bir plan yaparak bu işi çözeceğini düşünür. Komşu köy sakinlerinin kadınlarını kaçırtarak zamanının en acımasız siyasi entrikasını gerçekleştirir.

Roma kentinin kuruluş öyküsü belki de Roma tarihinde yaşanacak siyasi çekişmelerinin, kanlı hesaplaşmaların, demokrasi ve vatandaşlık haklarının, politik şahsiyetlerin suikasta uğramalarının ayak sesleri olacaktı.

Eski Yunan ve Roma Dili ve Edebiyatı alanında eğitim gören ve Eski Yunan ve Roma dünyası ile ilgili çeşitli yapımlara imza atan Simon Baker, “Eski Roma- Bir İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü” adlı bu çalışmasında altı önemli dönem üzerinde durur. Cumhuriyetten despot imparatorluğa, putperest bir toplumdan kilise inşa eden bir lidere, zengin- fakir arasındaki uçurumu yıkmaya çalışan Gracchus’dan kentini yakan Neron’a bütün önemli gelişmeleri ele alır ve çeşitli siyasi çelişkileri aktarır. Bütün bunlar Roma’yı Roma yapanların ve Roma tarihinin ileri gelenlerinin öyküsüdür. Eser, yazarın Roma tarihine kısa bir giriş yapmış olduğu önsözden sonra Romanın Yedi Tepesi, Devrim, Sezar, Augustus, Neron, Ayaklanma, Hadrian, Konstantin ve Çöküş adlı sekiz ana bölümden oluşur. Bu bölümlerin her biri Roma’nın ayrı bir dönemine ışık tutmakta ve Roma tarihinde oldukça önemli olan savaşları, isyanları, devrimleri, önemli lider ve askerleri, önemli şehirleri olay akışına göre düzenli bir biçimde aktarmaktadır. Ardından fotoğraflar kısmı yer alır. Burada yazar; çeşitli dönemlere ait kalıntıların, liderlerin ve aristokratların yani genellikle seçkin zümreye ait şahsiyetlerin büstleri ve heykellerinin, çeşitli tabloların fotoğraflarına yer vermiştir. Bu sayede okurlar, yazılanları zihinde daha kolay canlandırma olanağı elde etmiş olur.

Her ne kadar çağdaş tarihçiler Roma üzerine bilinenlerin çok az olduğunu ifade etseler de, milattan önce yaşamış olan Romalılar hakkındaki bilgiler milattan sonra kurulmuş bir toplum hakkında bilinenlerden daha fazladır. savaşlar tarihin bilinen en etkili hatiplerinden Marcus Tullius Cicero’nun kaleme aldığı mektuplar ve kendisinin kusursuz olduğunu ifade ettiği savunmadır. Sezar öldürüldükten sonra onun “sadık dostu” Marcus Antonius’un Romalılara yaptığı “Sezar’ı ortadan kaldırın” konuşması bize Roma’da yaşanmış siyasi çekişmeleri gösteren kanıtlardandır.

Eski Roma tarihi edebiyat, resim, opera, film gibi birçok yapıtla tekrar canlandırılıyor. Karşımıza çıkan en ünlü figürlerden biri Jül Sezar’dır. Bazen suçsuz bir lider olur bazen ölümü çoktan hak etmiş bir despot. Tıpkı Roma’yı yakarken keyif çatan ya da şarkı söyleyen aşağılık bir tip olarak popüler kültürde sıkça ele alınan imparator Neron gibi. Çağdaş sanattaki bu tür betimlemeler, yorumlar ya da kurgular Roma tarihi hakkındaki görüşlerimize farklılık katsa da yegane gerçeğin iyi ya da kötü Roma’nın zengin bir kültüre sahip olduğudur.

ESKİ ROMA: BİR İMPARATORLUĞUN YÜKSELİŞİ VE ÇÖKÜŞÜ, Simon Baker, Çev: Ekin Duru, Say Yayınları, 2012.

Köhneleşmiş Kalıplara Tükürmek (Mehmet Fırat PÜRSELİM)

2011 yılının sonlarıydı, Van’da art arda depremler yıkımlar oluyordu. Yüreğimizin içindeki fay hattı da orayla oradakilerle birlikte sıkışıyor, kırılıyor, darma duman oluyordu. Ara ara depremin en çok vurduğu Erciş’te yaşayan M. Uçan’la görüşüyorduk. “Gene sallandık!” diyordu, “Bu seferki çok şiddetliydi!” diyordu, “Tam alışmaya başlamıştık ki, kendini gene hatırlattı!” diyordu, “Bütün kitaplarım içeride kaldı, ağbi okuyacak tek bir kitap bulamıyorum!” diyordu. Onca konuşmamızın arasında beni en çok etkileyen sözü bu oluyordu. “Okuyacak tek bir kitap bulamıyorum…”

Borges’in, “Cennet kocaman bir kütüphane olmalı!” diye bir sözü vardır. O zaman tek bir kitabın olmadığı yer de cehennemdir. İşte M. Uçan, o cehennem günlerinden sonra kendi cennetini kendisi kurmaya başladı. Bu cennetin ilk tuğlası da, ĞĞĞĞ TUUUHHH! [En Uzun Gece]. Bir cennet tuğlası için tuhaf bir isim ama zaten farklı bir kitap olduğundan, ismiyle müsemma diyebiliriz.

En Uzun Gece, dört uzun öyküden oluşan bir ilk kitap. ĞĞĞĞ TUUUHHH! yani [En Uzun Gece] yaklaşık doksan sayfalık, -şahsıma ithaf edildiği için benim için ayrı bir yeri olan- kitabın en uzun öyküsü. Öykünün minimale doğru gittiği bir zamanda M. Uçan farklı bir yol izleyerek maksimale doğru yol alıyor. Öykü, yitirilen annenin ardından akla gelen birbiriyle alakasız düşünceler ve yapılan eylemler bütünü olarak özetlenebilir. Ancak herhangi bir özet, kapakta yer altı öyküleri olarak geçen bu öyküyü/leri anlatmaya yeterli olmaz. Soba boruları meydan savaşından, saz tekniklerine, askerde âşık olunan kadından, boşanma davası dilekçelerine, çalış(a)ma/ma hâllerinden, editör eleştirilerine… pek çok farklı konu ve durum bilinç akışı tekniğiyle öykünün içinde yer alıyor. Benim çok başarılı bulduğum ve beğendiğim yazarın tarzı kimi okurlar için anlaşılmaz gelebilir ama hayatta böyle bir şey değil mi zaten? Yazarın dediği gibi, “Doktor olmak için başlıyorduk yarışa tesisatçı oluyorduk, öğretmen olmak için başlıyorduk müdür oluyorduk, çoban olarak başlıyorduk vekil oluyorduk…” Zaten yazar anlaşılamama ihtimaline karşı önlemini gene öyküsünün içinde alıyor. “Oysa yazının, okur değil de, bir tek yazarı tarafından anlaşılacağını geç anladım.” Sevgili okur, sen de her şeye anlam yüklemekten, her taşın altında anlam aramaktan vazgeç, okuduklarından keyif almaya bak. Okuduğun metin sana edebi haz veriyorsa amacına ulaşmış demektir.

“…de peki, neden yazarız, neden? Yazmanın nedeni dayakçı bir baba olabilir ya da yolda yürürken aniden kopan bağcıklarınız. Sabah kapıyı açtığınızda size saldıran bir kedi de. Barış istediğimizden de olabilir, tabii, büyük bir savaş da. Zaman zaman insan türünün yok olmasını istemek özlenen bir tablodur. Yazmanın nedeni açlık da olabilir, şimdiki gibi soğuk da. Delirmek de olabilir. Sözgelimi bir hipodromda iyi bir jokeyken ve en iyi at sendeyken herkes senin üstüne bahis tutmuşken atını ansızın geri çevirip bir okyanusa sürebilirsin. Ölümü unutmaktan da olabilir, aynı zamanda yaşadığını unuttuğundan da…”

“Kalktım. Kafamdakileri dağıtmak için yarım bıraktığım öykülerden birini tamamlamaya çalıştım. Tamamlayamadım. YARIM KALMIŞ ÖYKÜLERİM… Birçok işyerinden kovulma sebebim, takmadığım Tanrı’dan, bir-iki saat gibi önemsiz, uyku dilenme sebebim, yataktan çıkmamı engelleyen kahrolası uyuzluk sebebim, (bunlar bir yana) en önemlisi Bay Bilmiş’in doğma sebebi…” Kitabın ikinci öyküsü, Haydi! Geç Kalıyoruz…’da anlatılan budur denilebilir. İşyerleri, bir satır fazla yazma uğruna işten, uykudan çalmalar, sonrasında bitmeyen, yarım kalan öyküler ve kovulmalar…

Anamın Rüyaları…, yazarın klasik anlatım tarzına en yakın duran öyküsü, iyi bir öykü olmasına rağmen, diğerlerinden farklı bir yerde durduğunu, kitabın bütünlüğünün dışında olduğunu söylemeliyim. Kafka’nın Dava’sında olduğu gibi, kahramanımız bir anda sebebini bilmediği bir suçun faili olarak aranmaya başlanır. Öykünün kahramanı, robot resmini asan polislere yardım eder, işyerine gider, esnaf tarafından linç edilmekten korkar, siner, herkesin kendisini ihbar edeceğinden endişe duyar, her duyduğu sirenden gördüğü tepe ışığından ürker hale gelir, başına gelebilecekleri tahayyül etmeye çalışır, kaçamayacağını bile bile dener… Öyküde geçen, “Lise yıllarından kalan bir alışkanlıktı. Bir polis gördüğümde ya yolumu değiştiriyordum ya da görüntüsünün kaybolduğuna emin oluncaya kadar başımı önümden kaldırmıyordum,” ülkemizin gerçeği olup, edebiyatımızda polisiye neden gelişmedi, sorusunun da belki yanıtlarından biridir.

Parçalı Bulutlu’da yazar gene o alışılmış kalıpların dışındaki tarzına dönüyor. Eczanede çalışıp, öyküler yazarken, bir hemşireyle tanışıp evlenen, çalışmayı bırakıp evde kitap yazmaya başlayan masum bir adamın öyküsünü okuduğunuzu zannederken, araya tramvay hatları, çocukluk kuyuları, ayran aşı tarifleri, Batı’da tutunamama durumları, hocaya sorular giriyor… sonunda da adamın o kadar da masum olmadığını anlıyoruz.

M. Uçan’ın oyunlu, keyifli bir tarzı var. Genel olarak bilinç akışı tekniğine yakın durduğu söylenebilir. Yazmak eylemi ve işsizlik temaları bir şekilde tüm öykülerinde hissediliyor. Sokağı, çamuru, soğuğu anlatıyor, okurken o çamurlu sokakta üşüdüğünüzü hissediyorsunuz. Klasik kalıpların dışına çıkarak post modern bir kurgu oluşturan yazarın, bu işten alnının akıyla çıktığını söyleyebiliriz. Kurgu Kültür Merkezi Yayınları’ndan çıkan kitabın kapak fotoğrafı Alphan Yılmazmaden’e ait olup, başarılı kapak tasarımı da dikkat çekiyor.

M. Uçan, yazdıklarını ‘anlık’ olarak nitelendirip, özelliklerini de En Uzun Gece öyküsünün içinde belirtiyor: “Özellikle anlık hayatta yaşanan travmaları ince bir gözlemden geçirerek alaycı ve olabildiğince doğal bir dille yazıya dökmeye çalıştı. Karakterlerinin kimisi ölümü, kimi de işsizliği kendisine dert edinmiş saplantılı kişilerdi. Bunların dışında bazen ‘yazma’ eylemine kafayı takan karakterlere de yer verdi. Hiçbir öyküsünün sonunu getiremedi ya da getirmedi. Son zamanlarda yazın dünyasına anlık diye yeni bir tür kazandırmak için çok çalıştıysa da başaramadı.”

Ben, M. Uçan’ın başaracağına, her yeni kitabıyla kendini aşacağına ve yazı hayatımızda önemli bir yer edineceğine inanıyorum. Yolun açık olsun M. Uçan…

ĞĞĞĞ TUUUHHH! [EN UZUN GECE], M. Uçan, Kurgu Kültür Merkezi Yayınları, 2012.

Vedat Türkali: "Halil, Mihri Belli’ydi." (Utku ÖZMAKAS)

2011 yılında hayata veda eden Türk sosyalist hareketinin önemli isimlerinden Mihri Belli, doksan yedinci doğum gününde eşi Sevim Belli ve yazar Vedat Türkali’nin yanı sıra pek çok dostunun katıldığı bir törenle anıldı. Törende konuşma yapan Türkali, Radikal’in haberine göre Güven romanındaki Halil karakterinin Mihri Belli olduğunu dile getirdi.

1473 Arapçada

Bedia Ceylan Güzelce’nin, Osmanlılar ve Akkoyunlular arasında geçen Otlukbeli Savaşı’nı iki kirpinin gözünden anlatan 1473 adlı kitabı Arapça olarak yayımlandı. Jarrous Press Publishing etiketi ve Sharjah Emirliği desteğiyle raflarda yerini alan 1473'ün kapağı yine Emrah Yücel’e ait.

Gece Kitabı (Utku ÖZMAKAS)

Daha önce yazı ve çizgileri Express, Öküz, Kitap-lık, Özgür Edebiyat, Roll, Kül Öykü, Bir+Bir, Notos, Tic, Levende Billede ve Frigidaire gibi dergilerde yer alan ve yayımlanmış sekiz kitabı olan Tuncer Erdem, Bilge Karasu’nun Gece romanını bir grafik roman haline getirdi. Gece’den aldığı metinlere çizimlerini ekleyen Erdem’in Gece Kitabı Metis Yayınları’ndan çıktı.

Tarihin kaydını tutmaya devam ediyor (Utku ÖZMAKAS)

Geçtiğimiz aylarda doksan iki yaşında aramızdan ayrılan, yirminci yüzyılın en büyük tarihçilerinden Eric J. Hobsbawm’ın ölümünden sonra yayına hazırlanan Fractured Times adlı kitabının yayın haklarını Agora Kitaplığı aldı.

Hobsbawm’ın varisleriyle yapılan anlaşma sonucu, Agora Kitaplığı Fractured Times’ı 2013 yılında yayınlayacak. Hobsbawm’ın ölümünden önce yayınlamış olduğu kitabı How to Change the World (Dünya Nasıl Değişir?) kitabının çevirisi de devam ediyor ve yine 2013 yılında Agora Kitaplığı tarafından basılacak.

Afrika hariç değil (Utku ÖZMAKAS)

Dipnot Yayınları 2013 yılında “Global Afrika” başlıklı bir seri başlatıyor. Global Afrika, Afrikalıların ve Afrika kökenlilerin yeryüzünde yaşadığı her yeri kapsayan bir uzamı ifade ediyor. Son yıllarda özellikle radikal sosyal bilimcilerin giderek daha fazla kullandığı bu kavram, siyahların modern dünya tarihinde 500 yıldır yaşadıkları ırkçılık, sömürgecilik, kölelik ve yoksulluk gibi ortak deneyim ve sorunlara odaklanıyor.

Dipnot Yayınları, bu yeni seriyle birlikte “Global Afrika”nın hem maddi hem de fikri dünyasıyla ilgili kitaplar yayımlayacak. İlk kitap önümüzdeki aylarda yayımlanacak olan Eric Williams’ın ünlü ve çok etkili Capitalism and Slavery’sinin çevirisi olacak. Williams bu kitabında köleliğin kapitalizmin ve endüstri devriminin ortaya çıkışını nasıl kolaylaştırdığını, hatta sağladığını anlatır. Yine 2013 yılında Walter Rodney’nin 20. yüzyıl sosyal bilimlerinde çığır açmış kitabı How Europe Underdeveloped Africa yayımlanacak. Bağımlılık ekolü ve dünya-sistemleri analiziyle önemli yakınlıklar içeren bu esere ve yazarına olan ilgi artarak sürüyor. Bu iki klasiği ise tarihçi Carolyn Fick’in The Making of Haiti: The Saint Domingue Revolution from Below adlı kitabı izleyecek. Dünya tarihinin ilk ve son köle devrimi olan Haiti Devrimi’nin tarihini –E.P. Thompson’dan ilhamla– aşağıdan, sıradan kölelerin cephesinden yazan Fick’in eseri konuyla ilgilenenler için temel nitelikte bir eser.

Edebiyatı “terbiye” etmek! (Utku ÖZMAKAS)

Kısa süre önce Yunus Emre’yi sansürleyen Talim ve Terbiye Kurulu’nun bir başka rezaleti Radikal’den Ömer Şahin’in haberiyle ortaya çıktı.

Orhan Kemal’in bir romanı için AKP’nin iktidarda olduğu 2003 yılında “Şahsın kendisine ulaşılarak gerekli düzeltmeleri yapması ve daha sonra müracaatını yenilemesi uygun görülmüştür” raporunun verildiği ortaya çıktı. 1970 yılında vefat eden Kemal’den otuz küsur sene sonra eserde düzeltme isteyen kurulun “marifetleri” bununla da sınırlı kalmamış. Daha önce dünyaca ünlü tarihçi Halil İnalcık’ın bir eseri kurul tarafından “uygun” bulunmamış ve Cahit Külebi’nin “Benim doğduğum köylerde/kuzey rüzgârları eserdi/ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır/öp biraz!” dizelerinden “öp biraz!” kısmı Lise 1 ders kitabından çıkarılmış.

Ayrımcılık Karşıtı “Bisim Ev” (Sanem YARDIMCI)

Hikâyeler, anlatılar, değerlerin ve toplumsal normların taşıyıcılarıdır. Çocuk hikâyelerinin dayanışma, dostluk ve eşitlik gibi normlar ekseninde yazılması tesadüf değildir. Bunun yanı sıra aynı hikâyelerin işaret ettikleri yazılmamış toplumsal normlar da mevcuttur. Çocuk kitaplarında bir kız çocuğunun tır şoförü olmak istemesi nadir rastlanacak bir örnektir ya da annesi olmayan ama bunun yerine iki tane babası olan bir çocuk.

“Ayrımcılık Karşıtı Gelecek” isimli projenin yürütücüleri bu düşünceden hareketle kendi ifadeleriyle “normatif olmayan” kitaplar basıyorlar. Başlangıçta sadece bir kitap oluşturma fikri ile yola çıkan grup daha sonra NoNo isimli yayınevini kurdu. Yayınevi “normatif olmayan” kitapları, cinsel kimliklerin çok yönlü olarak temsil edildiği, toplumun kenarında kalmışların hikâyelerinin de anlatıldığı metinler olarak tanımlıyor.

2010’da Almanca olarak yayınlanan  “Bisim Ev”, bu yıl içinde Türkçeye de çevrildi. Türkçe kitaba internet üzerinden de ulaşılabilir. http://afutureproject.nono-verlag.de/Bisim%20Ev.pdf

Yeni bir yıl ve yeni okuma biçimleri (Balca CELENER)

Bir yılı daha geride bırakırken, geride kalanın hesaplarının yapılıp muhasebesinin gelen yıla taşınması adettendir, bilindiği üzere. 2012 yılına bakıldığında ardından gelen seneye devredeceği en önemli verilerden biri elektronik kitapların pazardaki yerinin gözle görülür artışı oldu. Tüketimin şahikasına ulaştığı Noel ve yeni yıl döneminin satışlarına bakıldığı takdirde e-kitap okuyucularına ve tablet bilgisayara yönelik talebin geldiği boyutlar göz kamaştırıcı. Tabletlerin sadece kitap okumak için alınmadığı gerçeğini hatırda tutmakta birlikte, Noel’i takip eden günlerde kitapevlerinden satın alınan ve indirilen kitap miktarları hem e-kitap düşkünlüğü ve okuma alışkanlıklarındaki değişikliğe ilişkin önemli ipuçları veriyor. Hachette Yayınevi’nin 25 ve 26 Aralık tarihlerinde, yani iki gün içinde 250.000 e-kitap satmış olması durumu açıklamak için yeterince etkileyici bir örnek teşkil edecektir. Yayınevinin açıklamasına göre 6.500 farklı kitap satılmış. Bu kitapların yazarları arasında başı J. K. Rowling, Ian Rankin ve Miranda Hart çekiyor olsa bile bu akımdan nasiplenen birçok adı daha az duyulmuş yazar da mevcut.

Bu yeni okuma alışkanlığının geleneksel kitap formatını değiştirme gücünü önümüzdeki günlerde daha fazla göreceğimiz aşikâr. Kâğıt-kitapseverlerin hoşuna gitmeyen bu gelişme pek engellenebilir görünmüyor. Şimdilik kâğıt-kitapla ilişkiyi muhafaza etmenin en kolay yolu elektronik-kitap konusunda hukuki ve mali mevzuatında hiçbir düzenlemeye gitmeyerek dünyanın herhangi bir yerindeki yeni yayınlara anında erişilebilmesine karşı kendisine bir koruma kalkanı geliştirmiş Türkiye’de yaşıyor olmak. 75 milyon nüfuslu ülkede iki günde sadece tek bir yayınevinin 250,000 kitap satışına ulaştığını görebilmek de önümüzdeki yıllara sakladığımız bir dileğimiz olsun.

"Rejim Dönüşümünü Sınıfsal Zemin Üzerine Yerleştirerek Analiz Etmeliyiz" (Deniz Yıldırım'la Röportaj: Soner TORLAK)

Ordu Üniversitesi Ünye İİBF Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım, 2010 yılında Ankara Üniversitesi SBF’de Siyaset Bilimi alanında “Bir Hegemonya Projesi Olarak AKP’nin Doğuşu” başlıklı doktora tezini tamamladı. AKP Kitabı’nda yer alan “AKP ve Neoliberal Popülizm” makalesinin de yazarı olan Deniz Yıldırım’ın Evren Haspolat ile birlikte derlediği “Değişen İzmir’i Anlamak” adlı da bir kitabı bulunuyor. 

AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana, kimileri tarafından olumlu, kimileri tarafından da olumsuz anlamlar yüklenerek sürdürülen bir “rejim” tartışması var, siyasal rejim ya da rejimin dönüşümü tartışması neden bu kadar önemli?

Sınıflar mücadelesi ya da sınıf ilişkileri siyasal alandaki dönüşümlerden bağımsız olarak okunamaz. Bir kere politik rejimi, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkinin siyasal mahiyeti üzerinden okumalıyız, dolayısıyla bu ilişkilerin yönetilme biçimlerine hangi unsurların (baskı, rıza); bu unsurlar içinde hangi devlet aygıtlarının (polis + özel yetkili yargı) baskın geldiğine bakmak ve bunu sınıf ilişkilerinde köklendirmek gerekiyor. Bu dönüşümlere göz kapamak, “siyasal” kavramına son derece sınıf dışı bir anlam atfetmekle eşanlamlıdır ki bugün siyasal rejim dönüşümünü önemsizleştirerek ekonomizme kayan analizlerin liberalizmle buluştuğu yer de burası.

Türkiye’de 80 sonrasında otoriterleşme teorilerinin denetimini elinde tutan liberal-muhafazakar hegemonyanın tüm iddialarıyla birlikte çözülmekte olduğunu görüyoruz. Liberal otoriterleşme teorileri, sınıflardan azade bir ceberrut devlet aygıtı karşısında (merkez), baskı gören tüm unsurlara (çevre) demokratlık atfeden tarih dışı, ancak işlevi bakımından oldukça sınıfsal bir anlayışa yaslanıyordu. Türkiye’de geride kalan süreçte liberal otoriterleşme teorilerinin ikna zemini kalmadı; bize önerilen demokrasi formülünden bir parti-devlet formu çıkmasını hala “otoriter demokrasi” kavramlarıyla geçiştirmeye çalışan TÜSİAD’ın Görüş dergisi yazarı “muhalifler”in teorileriyle bu dönem göğüslenemez; buraya yaslanmak otoriterleşmenin sınıfsallığına yeniden göz kapamak olur. O yüzden bu minderde güreşmekten kaçmamak gerekiyor.

Peki, Başkanlık sistemi tartışmaları bu rejim dönüşümünün neresine oturuyor?

Türkiye’de şöyle bir tuhaf bakış oluştu. Her şey yasalarla kurulur; yasalar geçtiğinde de her şey biter. Bugün siyasal iktidar tarzının dönüşümüne dikkatle bakarsak, iktidar bloğunun böyle bir yasallıkla zerre kadar kendisini bağlı hissetmediğini görebiliriz. Dolayısıyla, burada klasik anlamda Başkanlık sistemi değil; gücü tekelleştiren ve sermaye adına her türlü denetim ve katılım ilişkisinden toplumu daha da dışlayan; bunu yaparken de ideolojik hegemonyasını gündelik hayatın, “kültürel” alanın, ailenin, kadının ve eğitimin dinselleştirilmesiyle ilerleten bir neoliberal Sultanlık rejimi hâlihazırda işliyor zaten. Bunun anayasaya geçirilmesi arayışlarıysa, bu işleyişi kurumsallaştırmak, rejim olarak tescil ettirmek ve hem “çift başlılık” tartışmasında da görüldüğü üzere iktidarın iç bölünmelerini yukarıdan denetlemek hem de toplumsal-siyasal muhalefetin her türlü ayağa kalkışı karşısında “önleyici” tedbirler almak üzerinden anlamlandırılıyor. O yüzden 2008 sonrasında her türlü siyasal muhalefetin “terör”le özdeşleştirilmesi yoluyla siyasal alanda tekelini zor aygıtlarına dayanarak ve devlet aygıtları içinde karşıt unsurları temizleyerek ilerleyen bu rejim inşası süreci, 12 Eylül 2010 Anayasa referandumuyla birlikte net bir biçimde önleyici Bonapartist bir karakter kazanmıştı zaten.

Dolayısıyla “Sultanlık zaten inşa edildi; mesele onu kalıcılaştırmakta ve kişilerin ömrüyle sınırlı kalmanın ötesine geçirerek rejimleştirmekte” mi diyorsunuz?

Kesinlikle. Kurumsalcı bakışların ötesine geçerek bunu saptayabiliriz. Birincisi, neoliberal Sultanlık inşası, bir yanda cumhuriyetin 2001 krizi sonrası içine düştüğü krizin üstüne gelen bir iktidarı tarif ediyor. İkincisi, bu iktidarın 2007 sonrası ve “ iç ve dış şartlar ilk kez bizden yana” tespitiyle eline aldığı operasyonel kuvveti dikkate alarak, polis+özel yetkili yargının siyasal süreçlerde merkezileşen rolüyle bütünleyerek analizi sürdürmeliyiz. Aksi takdirde, Marx’ın Victor Hugo’yu eleştirirken kullandığı o veciz sözde olduğu üzere “olaylar, duru gökte çakan şimşek gibi görülebilir”. Ki duru gökte şimşek çakmaz. Üçüncüsü, 2008 sonrası uluslar arası kriz dinamikleriyle bağ kurmayan her otoriterleşme teorisi, liberal dile hapsolur. Oysa 2008 sonrasında rejimin genel işleyişi, kuvvetler arasında yürütmenin artan hakimiyeti, yargı üzerinde yoğunlaşan denetim ile sermayenin ekonomi dışı zora daha fazla yaslanan ilkel birikimci stratejisinden bağımsız okunamaz.

Kentsel ve doğal rantın paylaşılması, enerji ihalelerine iptalin ve yargısal denetimin önünün kapatılması, yeni bakanlıkların KHK ile kurulması, yasama yöntemi olarak “özel yasama” yani “torba yasa” yönteminin belirlenmesi, 2010 referandumu sonrasında Meclis’in, yargıdan çıkan “özelleştirme iptal kararlarını uygulamama” kararı alabilmesi; Danıştay Başkanı’nın özelleştirmeler, yani sermayeye transferler hakkında konuşurken “artık iptal miptal yok” demesi; Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın enerji ihalelerinin iptal edilmemesi konusunda “yasama, yürütme, yargı yekvücud olduk” açıklamaları; kentsel dönüşüm ve Afet Yasası bağlamında yürütülen mülksüzleştirme sürecine yargısal denetim yollarının kapatılması; ancak olağanüstü hal dönemlerinde başvurulan “acele kamulaştırma” kararlarının istisnadan kurala dönüşmesi. İlkel birikim ve zor dinamikleriyle siyasal anlamda gücün merkezileşmesi olarak Sultanlaşma olgusunu bu yasa çok net açığa vuruyor. Buradan çıksa çıksa Ortaçağ’ın haraççı ideolojileri çıkar.

Bu durumda Başbakan’ın “kuvvetler ayrılığı olayı önümüzde engel” açıklaması nereye oturuyor?

Bu açıklamanın şehir hastaneleri üzerinden kentsel rantın dağıtımı ve hizmetlerin özelleştirilmesi çerçevesinde yapıldığını hatırlatmak isterim. Veya Anayasa Mahkemesi’nin geçen hafta yürütmenin harcamalarını denetim dışına çıkaran Sayıştay Kanunu’nu oybirliğiyle iptal etmesini hatırlatırım. İhaleler yoluyla serpilen sermaye kesimlerine aktarımların denetlenmesini istemeyen bir yürütme aygıtı bu. O yüzden sadece 2000’lerin başındaki yürütmenin yönetişimci mantığıyla açıklanamaz yaşadığımız süreç.

Yani rejim dönüşümü, liberal fren-denge mekanizması olarak zaten sakat işleyen kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması, dönemin sermaye birikim dinamikleriyle ilişkili.

Kesinlikle. Rahmi Koç’un köprü ve otoyolların özelleştirilmesi ihalesinden iki gün önce “başkanlık sistemi Türkiye’ye yakışır” açıklaması yapması, hemen ardından Türkiye tarihinin en kısa süren ihalesiyle ve tüm büyük sermaye bileşenlerinin tebrikleriyle Koç, Ülker ve Malezya devlet fonları destekli özelleştirmenin gerçekleşmesi, sadece özelleştirme dinamikleriyle değil, kriz, otoriterleşme ve muhafazakar denetim ideolojisi çerçevesinde bir yeni siyasal mutabakata denk geliyor. Bu mutabakat, “köprü”leri onarıyor. Sermaye içi mutabakat iktidar bloğunun tepesini birleştirince, kuvvetlerin ayrı kalacağını düşünmek; kuvvetler ayrılığı teorisinin tarihselliğini gözden kaçırmak demektir.

Peki, yasama süreci nasıl işliyor?

Halihazırda Meclis’te istisnai bir rejimin kurulduğunun en açık kanıtı, literatürde “özel yasama” tekniği olarak bilinen “temel kanun”, yani “torba yasa” yönteminin son dönemde genel yasa yapma tekniğine dönüşmüş olması. Temel kanunda komisyonlar devre dışı, Genel Kurul’da muhalefetin söz hakkı neredeyse yok; üstüne üstlük oylamalar 30 maddede bir paket olarak yapılıyor. Sermayenin doğrudan torba yasa, “özel yasama” yöntemiyle iktidarı özelleştirdiği görülüyor burada. Bir gece yarısı operasyonuyla 30-40 maddelik paketlerin sabaha karşı yapılan eklemelerle 100 maddeyi geçtiğini böyle öğreniyoruz. Bu sayede gece yarısı THY emekçilerine grev yasağı getiriliyor. Çünkü ağırlıklı olarak toplumsal meşruluğu sınırlı düzenlemelerin “hukuk darbesi” yoluyla, farklı sınıf kesimlerine 30 maddenin içinde farklı kısmi tavizler verilerek kabul ettirilmesi söz konusu bu yöntemde. Yani hegemonik bir despotizm.

2007 sonrası dönüşümler anlaşılmadan, bu Bonapartizan karakter de anlaşılamaz. Meclis zaten yetkilerini yürütmeye devretmiş durumda, Anayasa taslağının geçmesini beklemeye gerek yok bunu görmek için. Marx’ın Bonapart analizinde ifade ettiği üzere “her gün gerçekleşen hukuk darbeleri”, hükümet darbeleri Meclis’te sahneleniyor. Yasama özel yasama, yargı özel yetkili. Özelleşmiş bir iktidar aygıtı bu. Çıplak sınıf karakteri belirgin ve parti gündeminin talep ettiği siyasal-ideolojik dönüşümlerle iç içe geçmiş aygıtlar var. Devlet partileşiyor, parti devletleşiyor ve bu durumun sınıfsal ve siyasal muarızları karşısında daha fazla kuvvete, baskıya dayanmak, gücü daha da merkezileştirmek dışında seçenekleri yok. Emeğin ve toplumsal-siyasal her tür muhalefetin baskılanması ve kriminalleştirilmesi tam da bundan. Çünkü burayı ideolojik aygıtlarla göğüsleyemeyecek durumda, hegemonya kırılgan ve sınırlı. Kaldı ki anayasal düzlemde garanti altına alınıp kurumsallaştırılmak istenen sistem, bir Bakanlık tarafından yürütme modeli olarak uygulanıyor. Bu otoriterleşmenin sınıfsal zeminini iyi görmek ve modeli daha iyi anlamak için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı incelemek bile, yeni rejimin sınıfsal-siyasal eklemlenmesini analiz etmek ve neoliberal Sultanlık Rejimi için bir Anayasa değişikliği beklememek gerektiğini gösteriyor.

Sultanlık burada metafor olarak mı önerdiğiniz bir kavram peki?

Tam olarak metafor olduğunu söyleyemem. Çünkü bu saptamanın tarihsel bir zemini ve işlevselliği var. Sultanlık inşası tarihsel bir nitelik taşıyor; buna karşın kavram olarak her dönemi genelleştirme riski de taşıyor. Yani imparatorluklar çağında sultanlara “neden cumhuriyete geçmediniz?” sorusunu sormak tarih dışı bir sorudur. Dolayısıyla sultanlık inşası derken onu da tarihselleştirmemiz gerekiyor. Kastım, burjuvazinin siyasal devrimlerle egemenliğin kaynağını dönüştürdüğü koşullarda siyasal tekeliyet kuran ve yine bunu yeni meşrulaştırma pratikleri üzerinden ilerleten Hamidyen rejimdir. Burada da Hamidyen karakterde bir sultanlık inşasından söz ettiğimi belirtmeliyim.

Tarihsel olarak cumhuriyetçi rejimlerin her çürümesi ve krizi karşısında sistem içi restorasyon çözümlerinin her biri, daima imparatorluk tesis eden, gücü bu yönde merkezileştiren ve bunu yaparken de meşruluk kanallarını giderek dinselleştiren bir karakter taşır. Roma Cumhuriyeti’nin oligarşik karakterini ve iç savaşla yönetme krizine giren tarihselliğini düşünelim. Evet, iç savaşı belki Jül Sezar bitirmiş olabilir; ama esas olarak bu krize gerçek siyasal yanıtı getiren kişi hemen ardından gelen Augustus oldu ve Augustus’un ilk yaptığı şey sözde cumhuriyetin çürümüş kurumlarını tasfiye etmeden kendisini “principate” ya da eşitler arasında birinci ilan ederek İmparatorluğa geçiş olmuştur. Aynı şey Bonapart için de rahatlıkla söylenebilir. Kendisini imparator ilan etmesi üzerinden. O yüzden, egemen sınıfların hegemonya krizinin cumhuriyet krizine dönüştürüldüğü bir ortamda, bu hegemonya krizini iktidar bloğu adına çözen her güç, ekonomik iktidar karşılığında böyle bir siyasal iktidar tekelleşmesine ve Sezarlık, imparatorluk ya da Sultanlık inşasına yönelmekte. Burada Sultanlık çözümü, cumhuriyetin eski sınıfsal karakteriyle çözülme evresine girdiği dönemin ürünü. Tarihsel niteliği gereği, 1980 sonrası Cumhuriyet rejiminin içine sokulduğu oligarşik karakter ve hegemonik çözülme dikkate alınmadan, bu çözülmeyi politikleştirerek imparatorluk referanslarına daha çok başvuran bir yeni rejim saptamasını yerli yerine de oturtamayız.

Ya işin “siyasal ilahiyat” boyutu?

AKP’yi ve yeni rejim inşasını tarihselliği ve sınıfsallığı etrafında anlamak isteyen her analiz, en sonunda tüm Sezarist-Bonapartist çözümlerin cumhuriyetin krizine cumhuriyeti yıkarak yanıt verdiklerini dikkate almak zorunda. Buradan devam edelim. Birincisi, sömürü ilişkilerini de içerecek şekilde iktidarın kaynağının dinselleştirilmesi olgusuyla karşı karşıyayız. Burada da bir tarihsel devamlılık var kuşkusuz. Augustus’un Roma’da gücü tekelleştiren yeni rejim inşasına eşlik eden şey, artan oranda dinselleştirmeydi. Döneme damgasını vuran özellik, rejimin Augustus’un nezdinde kutsanmasını simgeleyen tapınakların inşa edilmesiydi. Bunu not edelim. İkincisi, Bonapart’ın 1851 hükümet darbesi sonrasında ilk gündeme getirdiği yasalardan birisi, eğitimin dinselleştirilmesine dönük düzenlemelerdi. Bunu rejimin kendisini ilahileştirmesine dönük diğer ritüellerle beslemesi izledi. Abdülhamit dönemi de bunun örnekleriyle doludur. Ya da İslam tarihine bakalım. Emeviler döneminde Muaviye’nin gücü merkezileştirmesi/baskıcı rejim inşası sürecinde ortaya çıkan İslam itikadı Cebriyye, ki cebir kökündendir ve yine benzer bir krizin ve yarılmanın üstüne gelen karakterdedir; iyiliklerin kaynağını dünyevi iktidarla özdeşleştirirken; her türlü kötülüğün, sömürünün ve baskının kaynağını ise ilahileştiren bir kader anlayışını yerleştirerek bu tür bir siyasal ilahiyat formülüne boşuna yaslanmamıştı.

Yeraltındaki işçilerin ölümünü “güzel öldüler” diyerek karşılayan; çadırda yanarak, gölette boğularak, madende göçük altında kalarak ölen işçilerin durumunu piyasalaştırmanın, güvencesizleştirmenin, taşeronlaşmış sömürü ilişkilerinin dünyevi karakterini silikleştirecek şekilde ilahi bir gerekçe üzerinden “kader”le açıklayan, işte tam da bu “maddi zor”la “manevi zor”u bütünleştiren yeni Cebriyye rejimidir. Bu noktada dinselleştirmenin ya da isyanları bastırıp denetleme projesinin ilahi karakterini açığa çıkartmak, aynı zamanda sınıf ilişkilerinin üzerindeki örtüyü kaldırmak anlamına geliyor. Tam da bu nedenle piyasalaştırma, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma ve ekonomi dışı zora dayalı tüm ilkel birikim dinamiklerinin elinde iki tür “zor” kaldı diyebiliriz.

Birincisi yasal ve maddi zor; emeğin her türlü sendikasızlaştırma, güvencesizleştirme yoluyla denetlenmesi ve muhalefetin “terör” üzerinden kriminalleştirilmesi; ikincisi manevi zor; ezilenlerin içinde bulundukları sınıf ilişkilerini ve konumlarını ilahi bir “mecburiyet” olarak kabullenmeye zorlanmaları. Dolayısıyla gücü tekelleştiren, cumhuriyetin oligarşik karakter kazanıp krize giriş dinamiklerini 2008 krizi sonrası sermayenin ilkel birikimci beklentileriyle birleştiren bir Sultanlık rejimi pratiğinin en sonunda kendisini ilahileştirmesi, kutsallaştırmasıdır söz konusu olan. Augustus’un Roma topraklarını kendi iktidarını ilahileştirecek ve sorgusuz-sualsiz bir zemine yerleştirecek düşüncesiyle kendi adına tapınaklarla donatmasıyla; Erdoğan’ın kendi adına, sultanlar camii anlamına gelen “selatin camii” yaptırma girişimleri arasında kategorik olarak bir fark yok. Sistem içi fren-denge mekanizmalarını tasfiye ederek gücü tekelleştiren her iktidar açısından dinselleştirme; emeğin denetlenmesine olduğu kadar rejimin de kutsanmasına, ilahileştirilmesine hizmet eder. Çünkü denetim mekanizmalarını tasfiye ederek tekelleşen her rejim, hatasızlığını ima ederek zaten kendisine bir ilahilik atfetmiştir. AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un geçen hafta sarfettiği “AK Parti, Allah’ın yardımıyla iktidarda” sözü tam da bu siyasal ilahiyatın ulaştığı yeni boyutu göstermesi açısından epey semboliktir.

Merkez-Çevre Arasında Demokrasi (Toygar Sinan BAYKAN - Onur YILDIZ)

Türkiye’de 10 yılı aşkın bir süredir iktidarda bulunan AKP’ye yaygın bir uluslararası ilgi olduğundan ve İngilizce’de kayda değer nicelikte bir entelektüel üretimin varlığından bahsetmek gerekiyor. Tüketici olmaktan uzak bu değerlendirmede AKP üzerine İngilizce’de kitaplaştırılmış bazı akademik çalışmalar kronolojik bir şekilde incelenecek ve bu çalışmaları kat eden demokrasi ve merkez-çevre sorunsallarının altı çizilecek.

2003 yılında yayımlanan Islamic Political Identity in Turkey (Türkiye’de İslami Siyasal Kimlik) kitabında Hakan YAVUZ özellikle 1980 sonrası dönemde İslami siyasi hareketin önünde beliren fırsatların mümkün kıldığı İslami modern kimliği sorunsallaştırıyor. Yavuz kitabında, Kemalist devlet ve İslami kimlikler arasında varsaydığı tarihsel karşıtlığı kavramsal olarak merkez-çevre paradigması içinden tartışırken, AKP’yi bu ikiliğin yeni bir uğrağı ve yeni bir toplumsal sözleşme talep edenlerin temsilcisi olarak tanımlıyor. Yavuz kitabının teorik çerçevesini oluşturan merkez-çevre paradigmasına uygun bir biçimde Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini Kemalist devlet ile Müslüman toplumun değerleri arasındaki mücadelenin tarihi olarak adlandırıyor. İslami kimlik, cumhuriyetin kuruluşunda siyasal karar alma mekanizmalarından dışlanan ve yeni bir kimlik ile tanımlanmaya çalışılan kitlelerin yüzünü döndüğü bir ifade aracı olarak tanımlanıyor. Rejime yöneltilen tüm demokratik taleplerin kendilerini içinden ifade ettiği İslami siyasal söylemin bu özelliği nedeniyle kazandığı demokratik karakter, Yavuz’a göre AKP’nin siyasal projesinin demokratik olma özelliğini de belirliyor. AKP’nin ilk iktidar döneminde yaygın olarak var olan iyimser demokratik havayı İslami siyaset özelinde tarihselleştiren kitap, İslami hareketler ve demokrasi arasında kurduğu özdeşlik ile AKP’nin siyasal projesindeki otoriter ve baskıcı unsurları analizine dâhil etmiyor.

Berna TURAM’ın 2007 yılında yayımlanan kitabı Between Islam and the State: The Politics of Engagement (Türkçesi “Türkiye'de İslam ve Devlet: Demokrasi, Etkileşim, Dönüşüm” adıyla İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından yayınlandı) bir siyasal olgu olarak AKP’yi, devlet ve İslami siyasi aktörler arasında özellikle 1980 sonrası gelişen diyalog ve işbirliğinin hem sonucu hem de kurumsallaştırılması olarak tasvir ediyor. Özellikle 1980 sonrası dönemde devletin İslami siyasete karşı artan hoşgörüsünün devlet ve İslami siyasi aktörler arasında bir etkileşim alanı yarattığını savlayan Turam, AKP’nin bu etkileşim ve karşılaşma durumuna dönüştürücü bir etki yapmaktan ziyade tam da bu alanın sonucu olarak ortaya çıkan bir siyasal olgu olduğunu tartışıyor. Kitapta devlet ve İslami aktörler arasındaki bu karşılaşma ve etkileşimi mümkün kılan iki temel faktör öne çıkıyor. Turam, Cumhuriyet’in en önemli başarılarından birinin laiklik ile halkın milliyetçi hislerinin birbirine karıştırılması olduğunu belirtirken bunun devletin seküler yüzünden hoşnut olmayan kitlelerin uzun vadede cumhuriyete bağlı kalmalarını sağladığını belirtiyor. 1980 ve sonrası dönemde ise “devletin liberalizasyonu”, siyaseten, öncesinde görünürlüğü engellenen İslami aktörlerin görünür hale gelmesini ve devlet karşısında bir muhatap olarak ortaya çıkmasını sağlamasıyla; ekonomik olarak ise, devlet ve İslami siyasal aktörlerin bir kısmı arasında ortak bir gündem yaratması ile kritik bir önem taşıyor. Bu aşamada AKP, devlet ile gerçekleşen işbirliği, müzakere ve diyalog sonucu radikallikten ılımlılığa doğru dönüşen İslami siyasetin son hali olarak var oluyor. Kitap 12 Eylül rejimi ve İslami siyasal hareketler arasındaki etkileşime vurgu yapması ile önemli bir noktaya temas ederken, devlet ve siyasal İslam arasındaki etkileşimi son kertede bir dışsal ilişki olarak tasvir ediyor. Bu dışsallık önkabulü özellikle iktidarının geç dönemlerinde AKP’nin devlet ile geliştirdiği organik bütünlük halinin analize dahil edilmemesi ile sonuçlanıyor.

Ümit CİZRE tarafından 2008 yılında derlenen Secular and Islamic Politics in Turkey: The Making of Justice and Development Party (Türkiye’de Laik ve İslami Siyasetler: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Oluşumu) adlı kitabı farklı yazarların Türkiye’de İslami hareketlerin tarihi ve AKP’nin Kemalist rejim ile ilişkisi üzerine yazdıkları makaleleri içeriyor. Kitabın ilk bölümü Siyasal İslam içerisindeki dönüşüm ve AKP’nin kendisini önceleyen Milli Görüş hareketinden farklarının politik ve entelektüel izlekleri üzerine yoğunlaşırken, kitabın ikinci bölümünde Menderes Çınar ve Ümit Cizre’nin AKP ile Kemalist rejim ve ordu arasındaki ilişkiyi inceledikleri makaleler yer alıyor. Özellikle bu bölüm AKP’nin siyasal projesinin anti-demokratik potansiyelleri ve otoriter eğilimlerini tartışması ile AKP üzerine yazılan literatüre önemli bir katkı yapıyor. Kitabın üçüncü bölümü AKP ve Avrupa Birliği ilişkisine odaklanırken, son bölümde ise AKP’nin sosyal tabanı üzerine yapılmış niceliksel bir analiz yer alıyor. Cizre’nin derlemesi kapsamı ve içeriğinin özgünlüğü itibari ile özellikle geç dönem AKP analizlerinde önemli bir yer tutuyor.

Özellikle demokratikleşme söyleminin konumu açısından AKP’nin analiz edildiği bir yorum Yıldız ATASOY’un 2009 tarihli Islam’s Marriage with Neoliberalism (İslam’ın Neoliberalizm ile Evliliği) adlı çalışmasında görülebilmekte. Atasoy, AKP’nin iktidara yükselişini ve Türkiye siyasetinde kalıcı bir yer edinişini üç paralel gelişmenin bir ürünü olarak değerlendiriyor. Neoliberalizmi, küreselleşmeyi ve Türkiye’nin toplumsal yapısındaki yakın dönemli dönüşümleri, özel olarak da muhafazakâr sermayedar kesimlerin yükselişini AKP’nin başarısının temeli olarak aldığı anlatısında Atasoy partinin özellikle demokrasi ve insan hakları söylemini dini değerlerle kaynaştırarak daha kapsayıcı, farklı çıkarları olan katmanları bir araya getiren bir siyaset oluşturduğunun altını çiziyor. Atasoy’a göre tam da bu yeni “neoliberal politik tahayyül” ve bu tahayyül aracılığıyla kurulan sınıflar arası koalisyon AKP’nin “devlet transformasyonu” siyasalarının göbeğinde yer almakta. Atasoy’a göre AKP’nin uyguladığı devletin İslami yeniden inşası siyasası, Kemalist devleti AB üyeliği çerçevesinde Anadolu’da gelişen orta sınıfların, dini grupların, entelektüellerin ve Kürtlerin ittifakı aracılığıyla dönüştürmektedir (2009, 246). Gramsci’den ödünç alınmış kavramların ağırlıklı olduğu zengin bir kuramsal tartışma üzerine inşa edilmiş çalışmanın okuyucu üzerinde bıraktığı temel etki ise, her ne kadar çalışma içinde doğrudan bir gönderme içermese de, bir yanıyla oldukça tanıdık. Bu anlatı İslami orta sınıfların ve ılımlılaşan İslami siyasal seçkinlerin derlediği bir sınıflar arası “çevre” ittifakının Kemalizm tarafından kurulmuş ve askeri-sivil bürokratik kadroların vesayeti altında olan devleti (yani merkezi) (2009, 3) dönüştürme etkinliği olarak özetlenebilir. Bununla birlikte, Atasoy’un Türkiye’de AKP iktidarı altındaki “devlet transformasyonunu” ulus ötesi dinamikler ve küreselleşme bağlamına oturtması kitabının önemli bir katkısı olarak ön plana çıkmakta.

William HALE ve Ergun ÖZBUDUN AKP’yi 2010 tarihli Islamism, Democracy and Liberalism in Turkey: the Case of the AKP (Türkiye’de İslamcılık, Demokrasi ve Liberalizm: AKP Örneği) adlı çalışmalarında oldukça kapsamlı bir çözümlemeye tabi tutmaktadırlar. Yazarlar çağdaş siyasal bağlamın getirdiği belirli farklılıklara işaret etmekle birlikte AKP’nin Türkiye’de merkez sağ geleneğin bir devamı olduğunu vurgulamaktalar. Hale ve Özbudun, “muhafazakâr demokrat” ideolojinin milli görüşçü gelenekten ayrıldığını ve AB yanlısı bir çizgide reformcu ve demokratikleştirici bir rol oynadığının altını çiziyor. AKP’nin derlediği sınıf koalisyonunun –ki bu yükselen muhafazakâr İslami sermayedarların başını çektiği ve geniş bir alt sınıf desteğine dayalı bir koalisyon olarak ortaya çıkmakta- ve toplumsal tabanın da kapsamlı bir haritasını çizen çalışma AKP’nin çevrenin değerleriyle uyumlu muhafazakâr demokratik siyasal ve toplumsal değişim anlayışını, merkezin seçkinci-Kemalist değişim anlayışıyla bir karşıtlık içinde anlatılaştırıyor. Çalışmanın yayınlanmasından hemen birkaç sene önceki eğilimlere bakarak AKP’nin bir kavşakta olduğu yorumunda bulunan yazarlar, partinin reformist ve demokratikleştirici rolüne ilişkin olumlu yaklaşımlarına karşın sonuç itibariyle bu eğilimlerden vazgeçilme ihtimaline de vurgu yapmaktadırlar.

Simten COŞAR ve Gamze YÜCESAN-ÖZDEMİR tarafından derlenmiş olan 2012 tarihli Silent Violence (Sessiz Şiddet) adlı çalışma AKP’nin yükselişini ve iktidarını bir tarafta AB sürecinin getirdiği demokratikleşme yönündeki etkilerle ve oldukça geniş bir neoliberalizm tanımına dayanan küresel bir sürecin yapısal etkileriyle açıklamakta. Diğer taraftan ise çalışmanın içindeki makalelerin birçoğu AKP’nin yükselişini ve iktidarını 1980 sonrası Türkiye’ye has bir kültürel ve sosyolojik dönüşümün, yani Türk-İslam sentezinin ve İslami sermayedar sınıfların yükselişinin yapısal etkisi çerçevesinde değerlendirmekte. Derleme, AKP’nin daha ilk dönemlerinde dahi çoğulculuğunun oldukça seçici bir temele dayandığını vurgulamakta. AKP’nin belli tarz bir kimlik siyasetine dayanarak ve özel olarak da sınıf siyasetine dayanan bir çoğulculuğu muhafazakâr – mütedeyyin bir sivil toplumun ön plana çıkarmak yoluyla bastırdığının altı çizilmekte. Kitap sonuç olarak siyasal ve sosyal haklar alanında neoliberalizmin yıkıcı etkilerinin İslami değerlere vurgu yapan muhafazakâr bir siyasal strateji ile nasıl gürültüsüz bir şekilde idare edildiğine vurgu yapıyor ve AKP iktidarının bu özelliğini “sessiz şiddet” tamlaması ile kavramsallaştırıyor. “Sessiz şiddet” kavramsallaştırmasının ise ideolojiyi temel olarak bir yanlış bilinçlilik durumu olarak tanımlayan bir varsayımın izlerini taşıdığı ise not düşülmeli. Özellikle Yalman’ın makalesinin altını çizdiği merkez-çevre anlatısının neoliberalizmin Türkiye’deki yükselişi açısından oynadığı role ilişkin vurgu çalışmadaki birçok makaleyi kat etmekte. AKP’nin yükselişini ve iktidarını uluslararası ve ulusal düzeydeki ekonomik, sosyolojik ve kültürel dönüşümlerin yapısal etkileri içinde konumlandıran çalışmada partinin politik - ideolojik failliğinin altını dikkatle çizen katkı ise Coşar’ın tek başına kaleme aldığı makale olarak belirlenebilir.

AKP üzerine 2003 yılından 2012 yılına kadar İngilizce’de yayınlanmış kitapların kapsayıcı olmaktan hayli uzak yukarıdaki değerlendirmesi dahi bu yazın açısından karakteristik sayılabilecek iki meseleyi ön plana çıkarmakta. İngilizce’deki AKP yazınının demokrasi sorunsalı açısından vurgusunun zaman içinde reformculuktan otoriterliğe doğru kayışı, içinde bulunduğumuz son birkaç sene itibariyle iktidarın herkesin malumu olan otoriterleşme eğilimine de tanıklık etmekte. AKP yazınının diğer önemli ortak noktası olan merkez-çevre yaklaşımı/sorunsalı ise gerek takipçilerinin kullanımlarında gerek daha eleştirel yaklaşımlarda gündeme gelişiyle Şerif Mardin etkisinin AKP’ye yönelik çözümlemelerdeki merkeziliğini göstermekte.