Ölümle Baş Başa, Peter Nadas’ın dilimize çevrilen ilk kitabı, başka bir deyişle yeni bir yazar daha kazandık. 1942, Budapeşte doğumlu olan Peter Nadas, Çağdaş Macar edebiyatının son dönemde öne çıkan isimlerinden birisi. Bir süre gazetecilik de yapan yazar, Philip Roth, Elfriede Jelinek, Harold Pinter gibi önemli yazarlara da verilen Franz Kafka Edebiyat Ödülü’nü 2003 yılında kazanmıştı.
Kitabın ilk öyküsü “Kutsal Kitap” ve Macar Devrimi’nde aktif olarak rol almış ve devrimden sonra da devlet kademelerinde çalışan milis bir aileyi konu alıyor. Anlatıcımız ise evin tek çocuğu olan Gyurka. Ebeveynlerinin ne iş yaptığını tam olarak bilmeyen anneannesi gibi o da yalnızca evde var olmanın ve bundan sonra da sonsuza dek var olacak olmanın mutluluğuyla yaşayan bir çocuk ve bunun esas yaşama biçimi olmasını da kanıksamış durumda. Çocukluğun, bireye tanıdığı “suça eğilimli olma” konusundaki muafiyeti de kendinde görüyor bu yüzden. Tam bir flanör olarak yaşıyor ki, dedesinin ona “bütün gün ne yaptığı” konusundaki sorusuna cevabı da bunu kanıtlar nitelikte: “Hiçbir şey yapmıyorum,” diye düşündüm, “Hep ne olacak diye bekliyor, hayal kuruyorum.”
Gyurka’nın suça eğilimine tekrar dönersek eğer; bu konuda tam bir baş belası, köylerden birisinden eve hizmetçilik yapmaya gelen Szidike’ye kurduğu komplolar, onu hataya zorlayan davranışlar, cinsel tacizde bulunmalar gibi birçok nedenle kendini suçun içinde buluyor. Burada Peter Nadas’ın anlatıcı tekniğinden dem vurmak gerekiyor zira Nadas, anlatıcısının çocuk olmasındaki avantajı bir üst seviyeye taşıyor ve çocuk dahi olsa insanın doğasında bulunduğu söylenen “şiddet isteği” ile karakterinin faşizan hareketlerini normalleştiriyor. Bu normalleşeme anlatıcısının davranışlarını onamaktan çok sorgular bir biçimde oluyor. Anlatıcıyı karakterden, nesneden, olaydan vd. ayrı tutmadan yapılan bu sorgulama ve tanımlama isteği büyük bir başarıdır. Anlatıcının, nesne-dili üst-dilden ayırdığı ve tezini mantığa kavuşturduğu bir öykü, metnin kendi içinde tutarlı bir argümanla ilerlemesini sağlıyor. Öykünün sonlarına doğru küçük şeytanımız Gyurka’nın hizmetçi Szidike’nin hırsızlıkla itham edilmesine karşı çıkması ve Kutsal Kitap’ı, İncil’i çalmadığını söylemesi ve orada yeni bir yalan üreterek kitabı ona kendinin verdiğini söylemesi, bütün öykü boyunca nefret edilen anlatıcının hem okur nezdinde hem de az önce bahsettiğim nesne-dil/üst-dil ayrımının çözümlemesinde sağlam bir araç oluyor. Özellikle belirtilmesi gereken bir başka durum ise kitabın özgün dilinden, Macarcadan çevrilmiş olması; bu türden bir çözümleme yapmak için kitabın özgün dilinden çevrilmiş olması ya da okunması ve biçemin korunmuş olması esastır.
Kitabın ilk öyküsü “Kutsal Kitap” ve Macar Devrimi’nde aktif olarak rol almış ve devrimden sonra da devlet kademelerinde çalışan milis bir aileyi konu alıyor. Anlatıcımız ise evin tek çocuğu olan Gyurka. Ebeveynlerinin ne iş yaptığını tam olarak bilmeyen anneannesi gibi o da yalnızca evde var olmanın ve bundan sonra da sonsuza dek var olacak olmanın mutluluğuyla yaşayan bir çocuk ve bunun esas yaşama biçimi olmasını da kanıksamış durumda. Çocukluğun, bireye tanıdığı “suça eğilimli olma” konusundaki muafiyeti de kendinde görüyor bu yüzden. Tam bir flanör olarak yaşıyor ki, dedesinin ona “bütün gün ne yaptığı” konusundaki sorusuna cevabı da bunu kanıtlar nitelikte: “Hiçbir şey yapmıyorum,” diye düşündüm, “Hep ne olacak diye bekliyor, hayal kuruyorum.”
Gyurka’nın suça eğilimine tekrar dönersek eğer; bu konuda tam bir baş belası, köylerden birisinden eve hizmetçilik yapmaya gelen Szidike’ye kurduğu komplolar, onu hataya zorlayan davranışlar, cinsel tacizde bulunmalar gibi birçok nedenle kendini suçun içinde buluyor. Burada Peter Nadas’ın anlatıcı tekniğinden dem vurmak gerekiyor zira Nadas, anlatıcısının çocuk olmasındaki avantajı bir üst seviyeye taşıyor ve çocuk dahi olsa insanın doğasında bulunduğu söylenen “şiddet isteği” ile karakterinin faşizan hareketlerini normalleştiriyor. Bu normalleşeme anlatıcısının davranışlarını onamaktan çok sorgular bir biçimde oluyor. Anlatıcıyı karakterden, nesneden, olaydan vd. ayrı tutmadan yapılan bu sorgulama ve tanımlama isteği büyük bir başarıdır. Anlatıcının, nesne-dili üst-dilden ayırdığı ve tezini mantığa kavuşturduğu bir öykü, metnin kendi içinde tutarlı bir argümanla ilerlemesini sağlıyor. Öykünün sonlarına doğru küçük şeytanımız Gyurka’nın hizmetçi Szidike’nin hırsızlıkla itham edilmesine karşı çıkması ve Kutsal Kitap’ı, İncil’i çalmadığını söylemesi ve orada yeni bir yalan üreterek kitabı ona kendinin verdiğini söylemesi, bütün öykü boyunca nefret edilen anlatıcının hem okur nezdinde hem de az önce bahsettiğim nesne-dil/üst-dil ayrımının çözümlemesinde sağlam bir araç oluyor. Özellikle belirtilmesi gereken bir başka durum ise kitabın özgün dilinden, Macarcadan çevrilmiş olması; bu türden bir çözümleme yapmak için kitabın özgün dilinden çevrilmiş olması ya da okunması ve biçemin korunmuş olması esastır.