Kul Hakkıdır, Ayıptır! (Abdurrahman AYDIN)

Quentin Skinner’ın derlediği The Return of Grand Theory in the Human Sciences (İnsan Bilimlerinde Büyük Teorinin Geri Dönüşü) adlı kitap Ahmet Demirhan’ın çevirisiyle ve Çağdaş Temel Kuramlar adıyla İletişim Yayınlarından çıktı. Kişisel ilgilerim dolayısıyla ilk olarak James Boon tarafından yazılmış olan “Claude Lévi-Strauss” bölümünü okudum. Bir çeviri felaketinin nasıl olacağını merak edenler için olabilecek en iyi örneklerden biri.

Her şeyden önce daha ilk cümleden itibaren kendini duyuran bir üslup sorunu: Metnin başına epigraf olarak yerleştirilmiş ve Hüzünlü Dönenceler’den alıntılanmış bir cümle; İngilizcesiyle “Is mine the only voice to bear witness to / the impossibility of escapism?” cümlesi, “Kaçışın olanaksızlığına / Şahit olan tek ses benim mi?” diye tercüme edilmiş. Ardından da ana metnin ilk cümlesi: “Bu alıntı, bu makalenin ele almayı amaçladığı Tristes Tropiques’ten Claude Lévi-Strauss’un bir göstergesidir.” Bu cümlenin İngilizcesi “The quotation from Tristes Tropiques which heads this essay is indicative of Claude Levi-Strauss” biçiminde. Yani yazar, Hüzünlü Dönenceler’den alıntılayıp makalesinin başına yerleştirmiş olduğu ifadenin tam da Levi-Strauss’a işaret ettiğini söylemeye çalışıyor. Bunun hemen ardından “…açık suçlu ironik geri dönüşler..” biçiminde bir ifade var ki kitapseverin böğrüne saplanan bir bıçak gibi. Halbuki yazar “açık uçlu ironik geri dönüşlerden” söz ediyor. Haydi diyelim ki bu bir basım hatası olsun ya da bir gözden kaçırma olsun; fakat yine de anlamı ‘çürüme, bozulma’ olan ‘decay’ sözcüğünün nasıl olup da ‘gecikme’; anlamı ‘yorumlamak’ olan ‘construe’ sözcüğünün nasıl olup da ‘kurar’ (Türkçe metinde s. 208); anlamı ‘davet etmek’ olan ‘invite’ sözcüğünün nasıl olup da ‘icat eden’ (s. 209); anlamı ‘vicdan azabı, pişmanlık’ olan ‘remorse’ sözcüğünün nasıl olup da ‘uzak’ (s. 209); anlamı ‘kültür’ olan ‘culture’ sözcüğünün nasıl olup da ‘kostüm’ (s. 209); ‘Amazonian societies’ ifadesinin nasıl olup da ‘aranan toplumlar’ (s. 209); ‘çekim, bükün’ anlamına gelen ‘inflection’ sözcüğünün nasıl olup da ‘eğilim’ (s. 210); ‘açık, kesin’ anlamına gelen ‘incisive’ sözcüğünün nasıl olup da ‘nüfuz edici’ (s. 210) olarak tercüme edildiği ve ‘Vichy’ özel adının nasıl olup da ‘Viney’e (s. 210) ve ünlü etnolog Franz Boas’ın adının nasıl olup da ‘Fransız Boas’a dönüştüğü soruları pek çok sonuca götürüyor insanı: Yazara saygısızlık, metne saygısızlık, okura saygısızlık, kamuya saygısızlık ve elbette sorumsuzluk.

Bunda, kitabın editörü Ekrem Buğra Büte’nin de en az çevirmen kadar payının olduğu belirtilmeli. Bir editör hiç mi okumaz önüne gelen metni? Örneğin şu kısımdan ne anladığını çok merak ediyorum: “Men ettiklerinin yanında izhar ettikleri şeyler için de önemli şeyler, “bir önceki üslubun hakkında hiçbir şey söylemediği fakat bunu beyan etmesi için yeni bir üslup icat eden bir şeyler söyleyen her bir üslup” (s. 209). Doğrusu şuna yakın bir şey olacak: “Her bir üslubun, “bir önceki üslubun söylemediği fakat sessizce, yeni üslubu, dile getirmeye davet ettiği” bir şeyleri dile getirmesi suretiyle, bunlar, açıkça gösterdikleri kadar gizledikleriyle de anlamlıdırlar.” Ya da şu ifadeye ne demeli: “Lévi-Strauss, ustalıkla, belki de göz kırparak, bir çeşitlilikler kataloğunda hem kostümleri hem de tarihleri değiştirmek için düzenlenmiş bir kitapla, zamansal dönemleri ayıran formülleri aranan toplumları ayıran formüllerle birleştirir” (s. 209). Bunun da doğru bir tercümesi şöyle bir şey olacaktır: “Levi-Strauss, tam bir ustalıkla, hatta belki başka açıklamaya gerek bile bırakmaksızın, hem kültürleri, hem de tarihleri bir çeşitlemeler kataloguna dönüştürmek üzere tasarlanmış bir kitapta, zamansal çağları ayırt eden formüller ile Amazon toplumlarını ayırt etmek için kullanılan formülleri eşleştirir.”

Bu eşleştirme çabaları sırasında, özellikle de Yapısal Antropoloji’de karşımıza çıktığı biçimiyle akrabalık sistemlerinin çözümlenmesinde, Lévi-Strauss’un kendisine Ferdinand de Saussure ve Roman Jakobson tarafından geliştirilmiş olduğu haliyle dilbilimi model aldığı bilinmektedir. Burada da asli vurgu dilsel birimlere yapılan vurgudur. Bir dilsel birim, hem diğer birimlerden ayrı olan hem de dil içinde tekrarlanabilir bir biçimsel özdeşlik sunan bir birimdir. Dilsel birim, içerdiği sessel karakterle değil, ayrımla varolur. Onu tekrarlanabilir kılan da gene bu ayrımdır. Bir dilsel birimin, örneğin “yol” sözcüğünün, belirdiği her yerde, ister Ahmet tarafından isterse Mehmet tarafından dile getirilsin, dile geldiği her yerde tekrar eden bir niteliği söz konusudur. Tekrar eden şey, sözcüğün kendisi değil, başka sözcüklerle arasındaki sistematik ayrımdır. Değeri yaratan şey ise öğelerin karşılıklı olarak birbirlerine göre konumları, karşıtlıklarıdır. Değer ve dolayısıyla da anlam, göstergeler ya da birimler arasındaki olumsuzlayıcı bağıntıda tesis olur. Bu çerçeve akrabalık biçimlerinin çözümlenmesine aktarıldığında, açığa çıkardığı olgu, topluluklar arasındaki her türlü mübadelenin, fakat özellikle de kadın mübadelesinin bütünüyle simgesel bir nitelik taşıdığıdır. Böylelikle “Hem rekabet hem de işbirliği, mübadele ilişkileri boyunca kurumsallaşmıştır; bir birimin rakibi aynı zamanda onun bağışçısıdır: Alıcılar, mübadelenin bütün bir sisteminin işleme tarzları aracılığıyla doğrudan ya da dolaylı olarak verenlerdir. Bu paradoks, Levi-Strauss’un ‘toplumsal yaşamın özü’ adını vermiş olduğu süslenmemiş ‘karşılıklılığın’ bir parçasını oluşturur. Hem Hobbes hem de yararcılık karşıtı (çünkü kişisel çıkarı toplumsal çıkardan bütünüyle ayırmanın bir yolu bulunmamaktadır) olan bu dayanışma imgesi, siyasal teori ve toplumsal pratiklerin felsefesi açısından temel içerimler taşımaktadır. Levi-Strauss’un Temel Yapıları, insanların kamusal ve özel yaşamlarının bütün çeşitliliğinin gerisinde gizlenmiş bulunan ‘toplumsal bilinçdışı’ benzeri bir şeyi etkili bir biçimde vazetmiştir: Bir miktar ‘dışarıda’ olanla (ensest olmayan bir biçimde), fakat çok uzağa da gitmeden ve rastlantıya bırakmadan ilişkilenme gereksinimi.” Demirhan bu bölümü şöyle çevirmiş: “Hem rekabet hem de işbirliği, mübadele ilişkileri yoluyla kurumsallaşır; bir birimin rakibi onun velinimetidir: Faydalananlar hem dolaylı hem de doğrudan olarak tüm bir mübadeleler sisteminin çalışanları aracılığıyla sağlayanlardır. Bu paradoks Lévi-Strauss’un “toplumsal hayatın özü” dediği hoş olmayan bir “karşılıklı ilişki” biçimi oluşturur. … Çok fazla dışarıdan olmamak koşuluyla, tesadüfî olmayan bir şekilde kabile dışındakilerle (akrabalığa dayanmayan) ilişki kurmak ihtiyacıdır bu” (s. 212). Anlayabilen beri gelsin!

Demirhan’a göre (yukarıdaki ifadenin hemen ardından gelen paragraf) “kültürler, ihlal edilmeleri ihtimalini düşünerek özelliklerini kapalı hale getirirler”miş. Burada da ‘encode’ sözcüğünü ‘enclose’ olarak anlamış olmalı ki kapalılıktan söz ediyor. Hâlbuki “Kültürler, ihlallerini tahayyül ederek toplumsal ve ahlaksal davranış uygunluğuna ilişkin kodlar oluştururlar.” Yine aynı paragrafta bulunan bir kesimin Demirhan tarafından yapılmış çevirisi şu biçimde: “Dengeli kılınmış düzen için hayli ani risk, bir yatırımda karşılıksız olandır: Başka birinin eşi olan bir çocuğu terk eden toplumsal bir birimin karşılığında alınmamış bir eş ya da sorulmuş bir soruya karşı verilmeyen cevap gibi.” Destana gel ki göreyim! Yazarın söylemek istediği şuna yakın bir şey: “Dengelenmiş düzen için daha dolaysız risk, bir yatırımın geri dönüşünün olmayışıdır: Örneğin çocuğunu bir başka toplumsal birime eş olarak vermiş bir toplumsal birimin, bunun karşılığında bir eş almaması ya da ortaya bırakılmış bir sorunun karşılığında hiçbir yanıtın geri gelmemesi.”

215. sayfada ‘analytic rigour’ ifadesi ‘analitik kabalık’ olarak çevrilmiş ki ‘analitik özen’ ya da ‘analitik ihtimam’ anlamına gelmektedir. 217. sayfanın başında, “farklı toplumsal…” ifadesinden önce yer alması gereken “they establish terms of exchange among different social divisions and cultural categories” (‘farklı toplumsal bölümler ve kültürel kategoriler arasındaki mübadele terimlerini tesis ederler’) ifadesi atlanmış. Yine aynı sayfada “…iyileştirilmelidir” sözcüğüyle sona eren cümlenin ardından gelen “This is a therapeutic model in which contradiction is not so much integrated as released and tensions felt by the actors thus eased” (‘’) cümlesi atlanmış. ‘Örtük, saklı, gizli vs.’ anlamına gelen ‘implicit’ sözcüğü her yerde ‘içkin’ olarak karşılanmış. 218. sayfada, doğru tercümesi ‘karşıtlıkların kodları’ olan ‘codes of contrasts’ ifadesi ‘sözleşme kodları’ olarak, ‘öz-bilinçli’ ya da ‘kendisinin bilincinde’ anlamına gelen ‘self-conscious’ ifadesi ‘kendi halinde’ olarak çevrilmiş. 221. sayfada anlamı ‘dipnot’ olan ‘footnote’ sözcüğü ‘nokta’ olarak ifade edilmiş. 222. sayfada ‘muhafaza etmek’ anlamına gelen ‘reserve’ sözcüğü, ‘tersyüz edilen’ biçiminde karşılanmış.

Cümlelerin neredeyse hiçbirinin ne dediğinin anlaşılmadığı bu çeviride, çoğu cümle ise kökten yanlış kurulmuş. Yukarıda seçilmiş olanlar yalnızca birkaç örnektir. Ama en korkunç olanı, herhalde, ‘kartal’ anlamına gelen ‘eagle’ sözcüğünün ‘kanal’ biçiminde çevrilmesidir. Metnin, Hidatsa yerlilerinin kartal avlama biçimlerine eğilen bölümünde, avcılar ‘kartalı’ değil ‘kanal’ı bekliyorlar(s. 222); yaptıkları işin adı ‘kartal avı’ değil, ‘kanal avı’ (s. 223) ve Pueblo anlatılarındaki mitik bir figür de ‘kartal kız’ değil, ‘kanal kız’ (s. 224).

Söylenecek daha çok fazla şey var. Fakat bana özellikle gülünç gelen iki ifadeyi seçerek sonlandırayım: “Burada yaya, değerli kuş tüylerini kan lekelerinden korumaktan daha fazla bir şeydir” ifadesi ile “Aynı verilerin alternatif bir çıkıntı olarak artılarının ve eksilerinin bir diyagramını sağlayabilirdi.” Çıkıntı ne yahu! İlkinde yazar “Burada, kuşun değerli tüylerini kan lekelerinden sakınmaktan daha fazlası yürürlüktedir” diyor; ikincisinde ise “Aynı verilerin alternatif bir gösterimi olarak bir artılar ve eksiler diyagramı oluşturabilirdi” diyor.

Kitaptaki diğer bölümlerin hiçbirini okumadım; zaten artık yeterince zan altındalar. Üç lira ya da beş lira… Hiç önemli değil; onurumuzla yaşamayı sürdürebilmek için bin bir zorlukla kazanıyoruz efendim!

ÇAĞDAŞ TEMEL KURAMLAR, Quentin Skinner (der.), Çev. Ahmet Demirhan, İletişim Yayınları, 2013.

Pamuk Kadınlar Üzerine (A. Şule Süzük Toker ile Söyleşi: Mehmet Emin KURNAZ)

Pamuk Kadınlar, Orhan Pamuk’un Kar ve Masumiyet Müzesi romanlarından hareketle kadının erkek egemen toplumdaki yerini inceleyen bir eser. A. Şule Süzük Toker’in İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları bölümünde master tezi olarak hazırladığı çalışma, Kalkedon Yayınları tarafından geçen ay okuyucuya sunuldu. Kadına ve kadın imgesinin anlatımına dair sanatın ürettiği anlamları ve kadın olmak durumunun nasıl inşa edildiğini dert edinen çalışma, Orhan Pamuk’un romanları nezdinde erkek egemen toplumun kadın sorununa dair iktidarını ve bu iktidarın yeniden üretimini incelemeyi gaye edinmiş. Edebiyatımızda kitaplaştırılmış eleştiri örneklerinin bakir olduğu bir dönemde A. Şule Süzük Toker, 3. kitabı olan “Pamuk Kadınlar” ile bu dar çerçevenin dışına bir adım atmaya çalışıyor.

Mehmet Emin KURNAZ: Öncelikle sormak istiyorum, eleştiri edebiyatımızda çok yaygın alan değilken sizi böyle bir çalışmaya sevk eden şey neydi ve Neden Orhan Pamuk?

Şule Süzük TOKER: Orhan Pamuk, 90’lı yıllardan itibaren Türkiye’de önemli bir yazar kültü, hegemomik bir alan oluşturdu. Bu alana dair bir eleştiri yapılmadığını gördüm. Herkesin post-medern romanın nimetlerinden söz ettiği, Orhan Pamuk’u olumladığı bir hat söz konusu idi. Böyle bir atmosferde Orhan Pamuk’u inceleme gayesi içine girdim. Orhan Pamuk, Nobel ödüllü bir yazarımız olarak, çok okunan, tartışılan ve popüler bir yazar olma noktasında onu inceledim. Buradan hareketle Pamuk, bir ödüllü erkek yazar olarak kadınları nasıl ele alıyor, onları özgürleştiriyor mu, yoksa erkek egemen iktidarın yeniden üretilmesine hizmet mi ediyor gibi soruları yönettiğim bir çalışma oldu.

Eserde Orhan Pamuk’un sınıf ve cinsiyet körü olduğuna dair çıkarımlarınız var. Bir kadın ve edebiyat eleştirmeni yazar olarak sizce bir yazar, “var olanı mı, ideal olanı mı yansıtmalı” tartışmasına düşmeden kadını nasıl anlatmalı, bir yazardan beklentileriniz nelerdir?

Kadın yazarlar feminist eleştiri çerçevesinde kadının bir dili olmalı, kadın artık var olan hegemonik yapının dışında bir dille ifade edilmeli şeklinde fikirler ifade ediyorlar. Bu noktada yazarların ataerkil-kapitalist sistemde kadını ikincilleştirmemesi gerekir. Orhan Pamuk da bana göre bu çerçevenin dışına çıkmış değil. Kadını gerici-ataerkil bir noktadan ele alıyor, ayrıca aşkı sınıfsallaştırdığını düşünüyorum. Bence böyle büyük yazarların kurguladıkları yapı, var olan gerçeğe dair de bir model niteliğinde. Örneğin “Masumiyet Müzesi”i neredeyse “kadın öldü cenaze namazını kılalım” diyen bir roman bana göre. Bu roman, kurgudan gerçek hayata bir akış yarattı. Pamuk, romandan yola çıkarak bir müze inşa etti. Burada beyaz Türk-burjuva Kemal’in, alt sınıftan bir kadın olan Füsun’a yönelik baskıcı bir aşkını görüyoruz. Hem sınıfsal olarak hem de cinsiyet bakımından erkeğin kadını baskıladığı bir anlayış söz konusu. Sonrasında bir müze ile erkek aşkının sembolleştirilmesi de bence çok yanlış. Kadın var olan sınırlarının dışına çıktığında cinayete kurban giderken, o sınırlar içinde kaldığında da uğruna müze yapılacak bir meta haline getiriliyor.

Masumiyet Müzesi Kemal’in aşkı üzerinden ele alınmış, metaforlar da buna göre oluşturulmuş, dolayısıyla romanda kadının aşkı anlatılsaydı bu sizde aynı sıkıntıyı yaratacak mıydı?

Bilmem, yaratabilirdi belki yani orada kadın kendini dayatıp diğer insanın yaşamı pahasına bunu aşk olarak roman da böyle sunulsaydı yine sıkıntı olurdu. Yani toplum olarak büyük bir kandırmacanın içindeyiz. Eserde bunu vurgulamak istedim. Eserlerde genel olarak kadının mağduriyetini görüyoruz aşk ise bir erkek söylemi gibi geliyor bana.

Peki roman müdahaleci olmalı mıdır?

Hayır, romanın müdahaleci olması gerektiğine inanmıyorum. Ama olursa da bu yazarın tercihidir.

Masumiyet Müzesi sınıfsal ilişkileri okumak için yeterli midir?

Masumiyet Müzesi’ne dair Sınıfsal ilişkileri sosyalist-feminist bakış açımla sözüm olduğu için söyledim ama merkezde ataerkil ilişkilerin çözümlenmeye çalışıldığı bir roman diyebiliriz.

Orhan Pamuk, edebiyatımızda bir kısım çevreler tarafından Ermeni Soykırımı’na dair söylemleri üzerinden ele alınan ve bu doğrultuda bütünüyle reddedilen bir yazar. Pamuk’u bütünüyle hassas bir edebiyatçı olmadığını söyleyebilir miyiz?

Bu çok kritik bir nokta, en başta Pamuk’a dair edebiyat eleştirisi yok demiştim. Eleştiri var ama bunlar edebi açıdan yapılan eleştiriler değil. Ona dair yapılan eleştiriler Ermeni Soykırımı söylemlerinden kaynaklı eleştiriler. Politik bir amaçla yapılmış eleştiriler. Bu durumun çok problemli olduğunu düşünüyorum. Orhan Pamuk, belli çıkışlarında evet muhalif bir yazar. Cesurca dillendirilmeyen bir şeyi söylemiş olabilir. Ama pek çok konuda çelişkili görüyorum. Örneğin son dönem Suriye müdahalesine yönelik Esad ile ilgili yazmış olduğu tetikçilik de içeren bir dilekçesi var. Ama Orhan Pamuk’a yapılan faşizan eleştiri doğru noktayı gözden kaçırmak anlamına geliyor.

Son olarak, kitapta Orhan Pamuk’un post-modern tarzda yazdığını belirtmişsiniz. Pamuk’a yönelttiğiniz eleştirilerden biri de post-modern düşünceyi benimsediğine yönelik. Sosyalist-feminist bir yazar olarak bu tarz hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kurmaca eserlerde farklı biçim arayışları hiçbir zaman yadsınamaz. Yani yazarlar burada olabildiğince deneysel çalışabilirler. Benim derdim post-modern romana hasmış gibi görünen biçimsel özelliklere yönelik değil. Ama ideolojik olarak bunun nereye hizmet ettiğini iyi okumak gerekir. Bunu birtakım ilişkileri örtmek anlamında mı yapıyoruz, yoksa görüneni daha iyi ifade etmek açısından mı yapıyoruz? Bunu sormak gerekir. Post-modern roman son dönem prestij de kaybetti. Yaptığım eleştiri Pamuk, post-modern roman yazıyorum dediği için yapılmış oldu.

Elvedası geciken canavarlar var şehirde! (Funda DEMİR)

Deniz Gezmiş ismini ilk duyduğumda ilkokul çağlarında olsam gerek. Devlet o gençleri asmıştı. Düşüncesi korkunç, yaşattığı acı tarifsiz ve durumun kendisi inanılmazdı, olamazdı. Koskoca devlet çocuk öldürmezdi. Büyüdükçe anladım ne yazık ki… Deniz’ler ne ilkti ne de son olacaktı. Adı terör oldu, adı darbe oldu, adı biber gazı kapsülü oldu, alınmayan önlemler oldu, deprem oldu adı, yoksulluk oldu, adı hayata dönüş oldu, intihar oldu adı, barış oldu, özgürlük oldu, adı isyan oldu, adı çernobil oldu, kanser oldu ve çocuklar, o bin bir emekle doğup büyüyen çocuklar yamalı ceketlerini bulutlara asıp birer birer yıldız oldular.

Şehre dadanan canavarın gözü doymuyor. Kan arsızı! Ne öğretmen tanıyor, ne öğrenci! İşçisi, emeklisi, köylüsü fark etmiyor. Kendine benzemeyeni yok etme timi. Düşünüyorum. Aklımda Metin Lokumcu, aklımda okuyabilseydi ingilizce öğretmeni olacak olan Ali İsmail, aklımda 23 kasımda ağır yaralanan Aslı öğretmen var bugün. Canavarlar sürüsünü gördükçe bir öğretmenin bir çocuğa öğreteceği ne kadar çok şeyi olduğunu bir kez daha anlıyorum.

İçimi sıkan, karanlık bir yerleri dürten bir pazar akşamı bu. Yann Tiersen çare olmadı, kahve desen soğudu gitti. Gözümün önünden geçen devletin öldürdüğü çocuklar,öğretmenleri, anneleri,babaları ve ben. Neresindeyim bu hikâyenin? Zaman kardeşlik zamanı diyorlar. Zaman "acıların, bir de onları yaratanların" zamanı sanıyorlar. Kayıp giden her yıldızın ışığı söndü sandıklarından belki, bir gün bu zamanın da yok olup gideceğini unutuyorlar. Bir canavara nasıl elveda denir onu düşünüyorum. Kediler yardım etse? Dünyanın bütün renkleri bir araya gelse? Her şey bir anda dursa, yer yarılsa birden. Dünyayı döndüren güç bir şarkı olsa dilimizden düşmeyen. Kulaklarını tıkaya tıkaya terketse şehri canavar. Yediklerini geri vermez "acıtan zaman" ama yedirtmeyeceğimiz çok insanımız yok mu hâlâ? Suları temizlemek kolay, hava desen bedava. Yeniden güzel günlere döner mi dünya? Döner mi? Dönse ya Kızıltepe yollarından.

Haftanın Kitabı; Elveda Bay Muffin

Evet daha önce hiç başıma gelmedi ama bir çocuğa ölümü anlatmanın ne kadar zor ve hassas olduğunu sadece tahmin edebiliyorum. Kendi çocukluğumdan ölümle ilgili hatırladığım tek şey gömülmek ve ölüm arasında kurduğum bağ. 3,5 yaşımda anneannemle tanıştığım ölüm hakkındaki tek fikrim avuç avuç toprak yiyen insanların öldüğü ve yaşlanınca bunu yapmak isteyen insanların bilinçli bir tercih olarak toprak yemesiydi. Toprak yiyen toprak oluyordu işte. Basitti. Öyle sanmıştım.

Umarım ihtiyacınız olmaz. Ama hayatın en kötü sürprizi kapınıza dayanırsa bunu ufaklığa anlatmanız için bir yardımcınız var; Bay Muffin. Elvada Bay Muffin, yedi yaşına gelmiş evcil bir kobay fare olan Bay Muffin’e veda etme vaktinin geldiğini oldukça dokunaklı bir biçimde anlatıyor. Sessizce aramızdan ayrılan Bay Muffin sevenleri tarafından unutulmayacak ve hep hatırlanacak. Ama nasıl? Pek çoklarından daha iyi ve mutlu bir hayatı olan Bay Muffin, eşi ve altı çocuğuyla mutlu bir hayat geçirmiştir. Dünyanın sonuna bir yolculuk bile gerçekleştiren bu aile gerçekten mutludur. Artık iyice yaşlanan Bay Muffin her salı posta kutusuna bir mektup alır. Bir dostluğu, bağlılığı anlatan bu mektuplar neyi anlatıyor? Bay Muffin hayata veda ederken arkasında neler bırakıyor? İncelikle anlatılıyor.

Sevgi dolu bu öykünün yazarı Ulf Nilsson. Kanat Kitap tarafından yayımlanan Elveda Bay Muffin’i resimleriyle canlandıran isim Anna Clara Tidholm. Türkçe’ye çeviren isim ise Ali Arda. 48 sayfa, kuşe kâğıt ve ciltli olarak hazırlanan bu kitap küçüklerin ölümü tarif etmelerine yardımcı olacaktır.

Elveda Bay Muffin
Ulf Nilsson
Resimler: Anna-Clara Tidholm
Çeviren: Ali Arda

Karnaval ve Direniş (Burak ÖZÇETİN-Doğuş SARPKAYA)

Gezi direnişi boyunca sürekli olarak gündeme gelen konulardan biri “isyancıların” ve “direnişçilerin” ortaya koyduğu mizahi performans oldu. Afişlerle, duvar yazılarıyla, şarkılarla, sloganlarla, Twitter temaşasıyla, sosyal medya paylaşımları, web siteleri ile direnişin mizahi yönü öne çıktı. Direnişçiler İstanbul sokaklarını, Gezi Parkı’nı ve Türkiye’yi bir eylem ve karnaval mekânına çevirdiler. Gelişmeler, toplumsal hareketlerin mizahi ve ayrıksı yönleri ile ilgili tartışmaları yeniden gündeme getirdi. Özellikle 1980’lerin ortalarında Batılı akademik çevrelerde fazlaca bir ilgiye mazhar olan (“Bahtin endüstrisi” deyişinin ortaya çıkmasına yol açacak kadar yaygın bir ilgiydi bu) Mikhail Bahtin’in karnaval imgesine sıkça başvuruldu. Gelişmeler, iktidarı alaşağı etme ve iktidara karşı direnmenin farklı yönlerini öne çıkaran James Scott ve Barry Sanders gibi figürlerin de çalışma ve kavramlarını gündeme getirdi.

James C. Scott’ın Tahakküm ve Direniş Sanatları (1995, Ayrıntı) adlı kitabı, “Akıllı köylü büyük efendinin karşısında yerler kadar eğilir ama sessizce osurur” diyen Etiyopya atasözünü aktarırken aslında kitabın ruhunu ve temel iddiasını ortaya koyar. Ezilenlerin “yanlış bildikleri”, “kandırıldıkları”, “uyutulduklarını” iddia eden egemen ideoloji tezinin eleştirisinden hareketle tahakküme karşı geliştirilen farklı direniş türlerinin varlığına işaret eder. Malezya yerlileri üzerine yaptığı antropolojik çalışmalarıyla bilinen Scott, kapitalizm öncesi direniş biçimlerinin modern dünyada da karşılık bulduğunu savunuyor. Scott, doğrudan devrimci bir biçimi olmayan pasif direniş biçimlerinin sadece köylülüğe özgü olmadığını, pek çok yer ve zamanda tahakküm altındaki birçok grubun eylem repertuarında farklı direniş biçimlerinin gözlemlendiğini bildirir: İş yavaşlatma, mizah ile eleştirme, dedikodu, arkadan sövme vb. gibi eylemlerin çoğunun aslında ezilenlerin baskı karşısında tepkisi olarak görmek gerekir. Scott’a göre hâkim ve tabi gruplar, iki tarafın da bildiği bir senaryoya uyarak mücadele içerisine girişirler. Gündelik olanda gizlenen bu senaryolar, karşı tarafın kararlılığını sınayan ve kendi mücadele alanının sınırlarını genişletmeye çalışan bir niteliğe sahiptir. Hâkim gruplar iktidarını normalleştirip doğallaştırmaya çalıştıkça, tabi gruplar bu iktidarı aşındırmanın yolları üzerine çalışır. Benzer bir izlek görece daha yakın zamanda Türkçeye kazandırılmış olan Gündelik Hayatın Keşfi (1. ve 2. Ciltler 2009, Dost) adlı çalışmalarıyla Michel De Certeau’da da görülür. De Certeau, madunların taktiklerini muktedirin stratejilerinin karşısında “idare etme” sanatına, kullanımlar ve taktiklere odaklanır. Bu arada, Tahakküm ve Direniş Sanatları’nın baskısının tükenmiş olduğunu not ederek Ayrıntı Yayınları’na durumu arz edelim.

Scott’ın gündelik hayat içerisinde gerçekleştiğini varsaydığı mücadelenin bir ayağı mizahtır. Bu açıdan Scott’un direniş sanatları ve “gizli senaryolar”a yaptığı vurgu Bahtinci karnaval kavramı ile etkileşimli olarak okunabilir. Karnaval toplumsal sınırların yıkıldığı, alaşağı/altüst edildiği, gerçeklerin ve gerçeklerin sapkın yorumlarının dolaysız bir şekilde ortaya serildiği ve farklı dillerin, aksanların bir arada konuşulabildiği bir ortamı anlatır. Bakhtin’e göre karnavalın belirleyici öğelerinden biri gülmedir. Sahici gülme ciddiliği yadsımaz, onu kapsar. “Gülme dogmatizmden, hoşgörüsüz ve korkutucu olandan arındırır; fanatiklik ve ukalalıktan, korku ve sindirmeden, öğreticilikten, toyluk ve yanılsamadan, tekil anlamdan, tekil düzeyden, duygusallıktan kurtarır.”

Bakhtin, özellikle Rönesans döneminde ortaya çıkan ve ortaçağın ikili dünyasını -ciddi kilise retoriği ve gülme ile kendini yansıtan karnaval yaşamının- gülme yönünde büken, dönüştürücü gülme eyleminin, dünyayı sorgulama ve değiştirmede büyük rolü olduğunu savunur. Karnaval, komik olanla eşzamanlı ortaya çıkan küçük düşürülmeler, rezaletler ve aşırılıklarla gerçekliği ortaya çıkarma potansiyeline sahiptir. 2001 yılında, Sibel Irzık’ın bilgilendirici önsözüyle ve Cem Soydemir’in akıcı çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan yayımlanan Karnavaldan Romana, Rabelais ve Dünyası (2001, Ayrıntı) ve Dostoyevski Poetikasının Sorunları (2004, Metis) başlıca Bakhtin çevirileri. Aynı zamanda Bakhtin uzmanı Craig Brandist’in Bahtin ve Çevresi (2011, DoğuBatı) adlı çalışması da kayda değer.

Barry Sanders Kahkahanın Zaferi (2009, Ayrıntı) kitabında Bakhtinci gülmeyi tarihsel bir bağlama yerleştirir. Gülmenin yıkıcı bir tarihini yazma iddiasıyla yola çıkan Sanders, gülmenin direnişi tetikleyen etkilerini ve egemenlerin buna karşı aldığı pozisyonu masaya yatırır. Sanders’a göre nesnelere tek bir bakış açısıyla bakmamak, onlara ilişkin kurgusal ve imgesel dünyalar yaratmak mizahın ya da genel olarak estetik deneyimin beslendiği alandır. Hayal gücünün beslediği mizah, nesnelerin yeni bir biçimde görülebilmesini sağlar. Bu da günlük yaşama ile mesafe alınmasını sağlayarak, gerçek olana karşı uzaklığın oluşturulmasına, umudun ve düşlerin alanının genişletilmesine olanak verir. Konuyla ilgili çarpıcı çalışmalardan biri olan The Politics and Poetics of Transgression’da (İhlalin Polititası ve Poetikası, 1986) Peter Stallybrass ve Allon White Bahtinci karnaval kavramını ideolojik repertuarların ve kültürel pratiklerin çalışılmasında kullandılar. Ayrıntılarına giremeyeceğimiz bu çarpıcı çalışmanın yakın zamanda Türkçeye kazandırılması dileğimizi burada not edelim.

Son olarak, gülmenin, mizahın, karnavalın iktidar ilişkilerini alaşağı etme potansiyeli ile ilgili şüphelerin altını çizmek mümkün. Scott’un “gizli senaryolar” argümanında neler olup bittiğinden “haberdar olan”, ne olup bittiğini “bilen”, kamusal senaryonun bir parçası olarak itaat eden, ama aslında itaat edermiş gibi yapan, direngen maduniyet konumları tanımlanır. Bu, “bilmiyorlar, ama yapıyorlar” sözleri ile formüle edilen yanlış bilinç tezlerini açık bir şekilde yadsımak anlamına gelir. Yanlış bilen öznenin yerini, rol yapan öznenin gizli senaryosu alır. Oysa Gramsci’nin madun sınıfların tarihlerinin zorunlu olarak parçalı ve episodik olduğuna dair yaptığı vurgusunu hatırlamak; bunu, Althusser’in ideolojinin maddiliğine yaptığı vurgu ile birlikte düşünmek belki birkaç soru işaretinin doğmasına katkıda bulunabilir.

TAHAKKÜM VE DİRENİŞ SANATLARI, James D. Scott, Çev. Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, 1995.

GÜNDELİK HAYATIN KEŞFİ I-II, Michel De Certeau, Çev. Lale Arslan Özcan (Cilt I), Ç. Eroğlu, E. Ataçay (Cilt II), Dost Kitabevi Yayınları, 2009-2010.

KARNAVALDAN ROMANA, Mikhail Bakhtin, Çev. Sibel Irzık, Ayrıntı Yayınları, 2001.

KAHKAHANIN ZAFERİ, Barry Sanders, Çev. Kemal Atakay, Ayrıntı Yayınları, 2009.

Gezi İtaatsizliği mi Gezi Direnişi mi? (Önder KULAK)

31 Mayıs sonrası kimi kavramları daha sık duyar olduk. Bu kavramlardan birisi de sivil itaatsizlik. Bugünlerde kimi yazarlar bütün bir deneyimi bu kavram içerisine sığdırmaya çalışıyorlar. Bu durumda sivil itaatsizlik kavramını sorgulamak pek yerinde olacaktır. Maalesef söz konusu yazarlardan çok azı kavrama dair bir tanım veya açıklama yapma ihtiyacı duymuştur. Belki de kavramın içeriğinin hâlihazırda kendiliğinden açık olduğunu düşünüyorlardı. Ne var ki bu düşünce ideoloji kavramının düştüğü talihsizliği çağrıştırmaktadır. Tıpkı ideoloji kavramı gibi sivil itaatsizlik de içeriği en belirsiz kullanılan kavramlardan biri haline gelmiştir. Bu belirsizliği bir parça aşmak için kavramı ilk kullanan düşünürlerden Henry David Thoreau’ya ve okurları tarafından Sivil İtaatsizlik olarak adlandırılmış Haksız Yönetime Karşı isimli çalışmasına işaret etmek gerek.

Thoreau Meksika Savaşı’nı ve köleliği gerekçe göstererek haksız yönetim olarak nitelediği Birleşik Devletler’e karşı başkaldırı çağrısı yapar. Bu başkaldırı bir itaatsizlik, dolayısıyla yasaları tanımama ve onlara karşı ilgisiz kalma olarak nitelenebilir. Thoreau kendi örneğinde, ödenen vergilerle sürdürülen savaş ve köleliğe karşı yurttaşlara vergi ödememeyi önerir. Okurlarına daima metnin satır aralarında saklanan ütopyayı sezdirse de, Thoreau başkaldırı çağrısını kölelik, savaş ve birkaç başka koşulla sınırlar. Bir anlamda itaatsizlik çağrısının geçerliliğini bu koşulların ortadan kaldırılmasına bağlar. Bu noktadan sonra Thoreau’ya dayanarak bir sivil itaatsizlik tanımı yapmak mümkündür. Sivil itaatsizlik, kimi toplumsal ilişkilerin belirli veya belirsiz bir süre askıya alınmasını ya da geçici olarak yıkıma uğratılmasını içerir. Bu itaatsizliğe daima açık veya örtük bir diyalog eşlik eder. Tanınmış otoriteden taleplerin karşılanması beklenir ve eğer talepler yerine getirilirse itaatsizlik sona erer. Sivil itaatsizlik olası bir “haksızlık”ın daha gerçekleşmeden durdurulması, gerçekleşmiş ise geri alınması veya hali hazırda mevcut bir “haksızlık”ın giderilmesi bakımından önemli bir politik savunma aracıdır. Bu sürece kurucu bir rol yüklemek ve ondan sınırlarını aşan bir toplumsal değişim beklemek ancak bir hayal kırıklığı getirecektir. Oysa tarih 1 Haziran’ı gösterirken, kitleler Gezi Parkı’nı ve dahası Taksim Meydanı’nı işgal etmeye başlamış, bir hayali gerçekleştirmenin ilk adımlarını atmışlardı.

Kitlesel ölçekli veya ses getiren her tür gösteri, boykot, işgal, vb. eylemler her zaman sivil itaatsizlik kategorisi altında değerlendirilemez. Burada ayırt edici özellik olarak, eylemin kurucu niteliğinin amaç olması veya olmaması aranabilir. Örneğin otorite, diyalog yolunu kapatarak, Gezi Parkı’nın yıkılacağını ve yerine kendileri ne isterlerse onu yapacaklarını beyan etti. Halk ise, otoritenin hükmüne karşı, tıpkı sivil itaatsizlikte olduğu gibi hükmü tanımayarak, akın akın Gezi Parkı’na koştu. Ancak bu örnekte, sivil itaatsizliğin bir muhataptan taleplerde bulunmasından farklı olarak, eylemin kendisi kurucu bir niteliğe sahiptir. Hükme karşı özneler, kendileri bir karar verir, uygular ve alternatif ilişkiler kurarlar; olumlu ya da olumsuz olsun, olası bir başka hükmün gelmesini beklemezler; kendileri, “haklı bir ilke”den hareketle parkı muhafaza etmeye girişirler. Bu noktada bir itaatsizlik değil, bir direniş söz konusudur. Direniş kavramı, sivil itaatsizliği aşan bir koşula işaret eder. Bu, direnişin gereken durumlarda kurucu bir rol üstlendiği anlamına gelir. Direniş, otoriteyle doğrudan bir talep ilişkisi kurmaz ve kendi kuruculuğunu dayatır. Dahası, olası yaptırımlara (örneğin mahkeme kararları, polis müdahalesi) karşı durarak, eşdeyişle direnerek kendi kuruculuğunu müdafaa eder.

Direniş kavramı için de başlıca iki farklı formdan bahsedebiliriz. Örneğin kimi direniş örnekleri tıpkı sivil itaatsizlik gibi toplumsal ilişkiler için yapısal bir dönüşüm amaçlamazlar. Değişim, mevcut ve değişim-öncesi toplumsal ilişkilerle uyumludur. Bu örnekler literatür kapsamında sivil direniş adıyla anılırlar ve çoğunlukla akla gelen ilk örnek Martin Luther King deneyimleridir. Bunlardan farklı olarak, yapısal değişimlerin gerçekleştiği direniş örnekleri düşünmek de mümkündür. Bu örnekler, sivil direniş kavramından farklı bir tanımla anılmalıdırlar; örneğin devrimci direniş. Bunlara dair çok çeşitli örneklerler verilebilir. Örneğin Topraksız Köylüler Hareketi (MST) deneyimleri.

1 Haziran günü Gezi Parkı ve ardından Taksim Meydanı işgal edildiğinde, kitlelerde bir şaşkınlık ve bir tam olarak ne yapacağını bilememe hali hakimdi. Bu noktada anti-kapitalist oluşumlar kitlelere yön vermekte değilse bile organizasyonda öncü rolü oynadılar. Kısa sürede atlatılan şaşkınlık ve belirsizlik halinin ardından, adım adım, paranın geçmediği, gönüllü emek temelli ve kimilerinin “Şirinler Köyü” dediği bir komün kuruldu. Bu komün içerisinde doğal bir işbölümü oluştu ve neticesinde yemek, barınma, sağlık ve hatta güvenlik için komiteler, örgütlü-örgütsüz herkesin temsil edildiği, şimdiki dayanışma ve halk forumlarının öncülü olan yönetim organları ve serbest kürsüler oluşturuldu. Bir anlamda Taksim’de iki iktidar ve dolayısıyla iki dünya vardı; barikatın arkası ve barikatın önü. Bu ortam toplumun mevcut ilişkilerine yapısal bir dönüşüm, bir alternatif öneriyordu. Gezi Komünü tıpkı Paris Komünü gibi koskoca bir okyanusta küçük bir adaydı sadece. Paris Komünü’nün varlığını sürdürebilmesi nasıl tüm Fransa’ya yayılmasına bağlı olmuşsa, Gezi Komünü de ancak tüm Türkiye’ye yayılarak varlığını sürdürebilirdi. Ancak Gezi Komünü’nün “diğer dünya”ya olan bağımlılığı da bir şekilde sürüyordu. Çok doğal ki parkın ihtiyaçları “diğer dünya”dan getirilen metalarla sağlanabiliyordu. Bunun yanında kitlelerin önemli bir kısmı anti-kapitalist olmasına ve kitlenin ezici çoğunluğu bu duruma sempati duymasına karşın, özneler henüz “diğer dünya”yla olan bağlarını koparmaya hazır değillerdi. Bu ve başka sebepler Gezi sürecini ne tek başına devrimci direniş ne de tek başına bir sivil direniş olarak değerlendirmeye izin veriyor. Gezi deneyimi olsa olsa sivil direniş ve devrimci direniş arasında gidip-gelen bir salınımdır.

Gezi deneyimi için direniş yerine bir sivil itaatsizlik örneği demenin başlıca iki boyutundan bahsedilebilir. Bunlardan ilkinde yazarlar tıpkı ideoloji gibi içeriği belirsizleşmiş sivil itaatsizlik kavramını köklerine sadık kalmadan kullanırlar ve bir anlamda içeriği kendi diledikleri şekilde oluştururlar. Diğerinde ise yazarlar Gezi deneyiminin toplumsal değişim vurgusundan çekinirler ve bundan kaçınmak isterler. Bu durum da deneyimin kurucu niteliğine düşüncelerinde yer vermemeleri anlamına gelir. Diğeri gibi bu kavram kullanımı da kusurludur.

Taksim’deki bir duvar yazısının da söylemiş olduğu gibi: “Bu bir halk direnişidir!”
Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik, çev. Melis Olçum, Kafe Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2013.

Protesto Bir Sanattır (Onur KOÇYİĞİT)

Çok ciddi bir toplumsal süreçten geçtiğimiz ortada. 60’lar ve 70’lerin sıcak ideolojik ikliminin 80’lerin ve 90’ların soğuk hücreler ve tabutlarla dönüştürüldüğü, devlet eliyle bir bakıma “kırdığı” günlerden; bugüne, toplumsal hareketin gerek ülkemiz gerek coğrafyamız adına yeniden ısındığı âna dönüştürüyoruz. Bu, iyimser bir teori ya da retoriğe sığınma hâli olarak görülebilir ancak protesto hareketlerinin etkisini iyi saptamak gerekir.

Muhtelif nedenlerle ortaya çıkacak protesto eylemi, ne kadar çok kitleselleşirse, o kadar fazla dönüştürücü/eğitici deneyimlere kavuşmamızı sağlar. Bugün kültür kanalıyla -özellikle sinema- popülerleştirilen, anlamın ve bağlamın dışına çıkarılan, silikleştirilen ve “neo” literatüre büründürülmeye çalışılan sol hareket/ler, yeni çağda yeni formlara bürünerek yaşanıyor. Uzun uzun yazmaya/anlatmaya gerek yok; zaten yüzlerce şey yazıldı çizildi. Gezi Direnişi, radikal bir hareketken, “çiçek-böcek-ağaç sevgisi”ne indirgenmeye çalışılıyor. Bu türden bir çözülmeci anlayışa -biraz ileri gidip sağ sapma dahi diyebilirim- direnmek pek de mümkün ol(a)madı. Hak arama, hesap sorma yönteminin “dilekçe yazmak” dışındaki bütün yöntemleri “yasadışı” bulduğu, dolayısıyla yaptırım uyguladığı bir devlette, bu türden kalkışmalar, itibarsızlaştırılmaya mahkûm olur. Buna, eylemcilerin/hareketlerin/örgütlerin katkısı da yasadışı olmamak nedeniyle -ki yasa dediğin; topluma zincir vurmanın tek yöntemidir- talebi devlet diline uydurma anlayışı olmuştur.

Direniş, Romantizm, Modernleşme…

James M. Jasper, Ahlâki Protesto Sanatı kitabının Türkçe baskısına yazdığı önsözde şöyle söylüyor:

“Ne var ki çarpıcı benzerliklere rağmen direniş, bir ülkenin modernleşme yolunda ne kadar ilerlediğine bağlı olarak farklılaşıyor. […] siyasi romantizm, daha belirli çıkarlarla birleşebilir; örneğin sendikacıların ve çevrecilerin çıkarlarıyla. Onların nostaljileri daha az sivridir. Pazar bölgesi olarak kabul edilmeye başlayan uluslardaki muhalifler açısından ise bütün bir hayat tarzı değişmektedir; pazarlar bu yüzden suçlanır. Bu ülkelerde, özellikle İslam dünyasında, Alain Touraine’nin tarihselciliğin denetimi dediği şey için daha ciddi bir savaş ilan edilir. İslami nostalji, Avrupa’yı neredeyse yok eden milliyetçi nostaljinin bugünkü dengidir ve eşit derecede ölümcüldür.”

Direniş, romantizm, modernleşme, çevreciler, muhalifler, hayat tarzı vd. Hepsi bize çok tanıdık, son günlerin literatürü göz önünde bulundurulursa.

Bu alıntı, 2002 tarihli; yani ne Ortadoğu’nun ne de Türkiye’nin sıcak günlerini “henüz” madden görmemişti fakat öngörmüştü Jasper. Ölümcül bir milliyetçilik yükselirken, solun konumlanacağı alan ve o alanı kullanma yöntemi, bir tür sanata evrilebilir diye düşünüyordu. Haklıydı, zira eğer “sanat” kavramını, bilinen tanımının dışına çıkarırsak, toplumsal hareketler, çeşitli kendiliğindenlik yöntemlerini içinde barındırdığı için bir tür sanata evrilebilir. Anımsanacağı üzere, Arthur Coleman Danto, ’84 yılında yazdığı “Sanatın Sonu” başlıklı makalesi büyük bir tartışma yaratmıştı. Makalede, “artık sanatın bittiğini” ve şimdilerde yapılanların “sanat sonrası çağdaş etkinlikler” olduğunu söylemiş, Hegel’e dayandırdığı fikirlerini uzun uzun anlatmıştı. Jasper’in söylediklerini de bu bağlamda değerlendirebiliriz.

Her Protesto Ahlâkidir!

“Protestonun Temel Boyutları” bölümünde ise meselenin ahlâkla nasıl ilişkilendirildiği ve ne tür bir bağlantı kurulabileceğini görüyoruz. Ahlâkın, radikal kültürel-sosyolojik değişiklikler karşısında nasıl bir tavra bürüneceğine özellikle gözatmak gerekiyor.

“Bütün kimlik türleri (bireysel, kolektif kimlikler, hatta hareket kimliği) belli ahlâki yükümlülükler taşır. Aslında kimlik öncelikle ahlâkidir. Charles Taylor’ın söylediği gibi ‘Kim olduğumuzu bilmek ahlâki bir uzayda yolunu bulmaktır, burada iyi ve kötünün ne olduğu, neyin yapılmaya değer ya da değmez olduğu, sizin için anlamlı ve önemli; önemsiz ve ikincil olanın ne olduğu sorgulanır.’ Kimlik asla tamamen bilişsel bir sınır değildir.”

Bu öngörüden hareketle, ahlâki olmayan bir protesto yöntemi olmadığını söyleyebiliriz. Unutmamalı; protesto etmek, doğru olanı “yapmak” değil, doğru olduğunu düşündüğümüz şeyi “söylemek”tir. Toplumsal hareketlerin bütünü, böyle bir öngörüyle kabullenilmelidir. Çünkü protesto “aracıyla” odaklanılan noktada görülmek istenen şey, doğru olanı söylüyor olmanın verdiği cesaretle eyleme geçiş hızını da artırmaktır. Jasper bunun, eylemliliğin kimliğini oluşturduğunu söylüyor ki büyük ölçüde de haklı.

Ufukta görünen günler, bizim tekrar tekrar teoriye sığınmamız ve bu denli kitaplara ihtiyacımız olacağını da gösteriyor. Elbette bütün bu teoriler -elbette bu yazdıklarımız dahil- eleştiriye muhtaçtır. Kazanacağımız günler yakındır; direnişle!

AHLÂKİ PROTESTO SANATI, James M. Jasper, Çev. Senem Öner, Ayrıntı Yayınları.

“Metalaşma Dışında” Başka Bir Dünya (Kansu YILDIRIM)

Son yıllarda yabancı yatırımları çekebilmek veya uluslararası finansal birleşmelere eklemlenebilmek için Türkiyeli siyasetçiler, bürokratlar ve sermayedarlar ciddi bir gayret sarf ediyorlar. Onlar için en önemli ölçüt, Türkiye’nin “görünürlüğü”. Nitekim 31 Mayıs 2013 tarihinden itibaren Gezi Parkı Protestosu ile Türkiye hem uluslararası kurumların açıklamaları ve raporlarında hem de medya kuruluşlarının haberlerinde ve internet ağlarında muazzam bir “görünürlüğe” kavuştu. Görünürlüğün sağladığı “imaj”, AKP ve ona yedeklenmiş sermaye fraksiyonları açısından negatif mahiyete sahipken yaklaşık on yıldır politik temsilde arka plana atıldıklarını düşünenlerden işsizlikle uğraşan, geçim sıkıntısı çeken, mülksüzleşen ve barınma sıkıntısı çekenlere kadar geniş kitleler için tepkilerini gösterebildikleri bir halk hareketinin ta kendisiydi. Ekonomik, politik ve ideolojik pek çok öğeyi içerisinde barındıran bu hareketlerde sadece Türkiye’deki aktivistler, kadınlar, akademisyenler, öğrenciler, memurlar, işçiler, işsizler birbirinden etkilenmedi. Tüm dünyayı gezen bir “heyula” misali Gezi Parkı Protestoları farklı coğrafyalardaki aktivistlere ve direnişlere de esin kaynağı oldu.

Gezi Parkı Protestolarının Anatomisi

Kanadalı siyaset bilimi profesörü ve aktivist David McNally de Gezi’den ilham alanlar arasında. Bunu “Başka Bir Dünya Mümkün” kitabının Türkçe basımına yazdığı Önsözde “Taksim Gezi Parkı protestocuları, bu yazar da aralarında olmak üzere, dünyada milyonlarca insana esin kaynağı oldu” sözleriyle belirtiyor. McNally Önsözde aynı zamanda Gezi Parkı Protestolarını eylemlerin genel özelliği, eylemci tipolojisi ve eylemlerin kökeni olmak üzere üç başlıkta kısaca analiz ediyor. McNally’e göre Gezi direnişi mekânsal bir etkileşime açık. Eylemlerin “kent ve kasabalara yayılışından” bahsediyor ve protesto gösterilerine katılan “yüz binlerce kişinin özgürlüğün, eşitliğin ve insanlar arasındaki işbirliğinin hüküm süreceği yeni türde bir toplumu kurabilmeye” muktedir enerji birikimini ortaya çıkardığını vurguluyor. Polisin ilk protestoculara uyguladığı şiddet, söz konusu enerjinin ve eylemlerin dozajının artmasına yol açıyor. Diğer bir başlıkta McNally eylemci tiplerine değinirken protestoların öznesi olarak protestocuların tek bir kategoriye sığmadığının altını çiziyor. Yaşam alanlarını ilgilendiren sorunların çokluğu eylemcilerin de kozmopolitleşmesine ve farklılaşmasına yol açıyor. McNally bu durumu “gençlerin, feministlerin, işçilerin, cinsel hak savunucularının, çevrecilerin, öğrencilerin ve diğerlerinin esin verici kolektif eylemleri” ifadesiyle belirtiyor; Gezi Parkı eylemcilerinin kendi mücadelelerinin küresel antikapitalist hareketin bir parçası olduğunu söylüyor. Son başlık ise eylemlerin kökenine dair. McNally Gezi direnişi üzerine düşünürken liberallerin çok sevdiği türden ekonomiden ve ideolojiden yalıtılmış afakî “ceberut iktidar” analizleriyle kendisini sınırlandırmıyor. Sorunların ve protestoların kaynağında küresel finansal krizin etkilerini ve AKP’nin “kapitalist kalkınma” hamlelerini, neoliberalizmin yıkıcı etkisini görüyor. Türkiye’nin istikrar söylemine koşut uluslararası mali piyasalarda “başarı” yakalarken, “yüz binlerce Türkiyeli işçinin sendikasızlaştırılmasına” ve “taşeronluk sisteminin yaygınlaştırılmasıyla istikrarsız ve riskli işlerde bir patlamaya yol açmasına”, “parıldayan konut kuleleri ve alışverişmerkezleri inşa edilirken” “Türkiyeli işçiler ve gençlerin dışarıda iki yakalarını bir araya getirememesine”, “kentsel mekânlar ticarileştirilirken” “çalışan sınıfları yerlerinden edilmesine” dikkat çeken McNally direnişlerin filizlenişine ilişkin ekonomi-politik bir bütünlük koymaya çalışıyor. Buna göre neoliberalizmin türdeş olmayan alanlarda yol açtığı tahribat, doğrudan, toplumun değerler ve ilkeler dengesini sarsıyor ve bozuyor. McNally’in belirttiği “Türkiye’de de, bürokratların, bankaların ve şirketlerin egemenliğinden bağımsızlaşmış yeni yaşam biçimlerine yönelik özlem” Gezi Parkı protestolarındaki dinamizmin başlıca faktörlerinden birisi haline geliyor.

Yeni Bir Yaşam İnşası

David McNally’ın gerek Türkiye gerekse Meksika, Amerika, İngiltere ve diğer ülkeleri incelerken merkeze aldığı kapitalist üretim ilişkileri, direniş hareketlerinin maddiliğini ortaya koyarken önem kazanıyor. McNally anti-kapitalist bir mücadele ve alternatif arayışı önerirken yaşam alanlarının “metalaşma” süreçlerinin “dışına çıkarılmasının” gerekliliğinden bahsediyor. “Brezilya’da topraksızlar topraklara el koyduğunda, Latin Amerika’da yoksullar daha iyi otobüs hizmeti istediğinde, Hindistan’da Yerli halklar dev barajlarının yapımını durdurmak için yolları bloke ettiğinde, Bolivya’da işçiler suyun özelleştirilmesini önlemek için protestolar düzenlediğinde, Arjantin’de işsizler iş yaratılması için kamu harcamaları yapılmasını talep edip yolları bloke ettiğinde” kitleler, Marx’ın “Kapital”de işaret ettiği bir noktaya dikkat çekmiş oluyorlardı: İhtiyaçların yeniden düzenlenmesi. Ancak McNally ihtiyaçlar kategorisini biraz da güncel bir bağlama çekerek özel şirketlerin değil, insanların yararına olacak biçimde, yaşam alanlarının metalaştırılması sürecinin önüne geçecek politik hat çiziyor.

“Metalaşma dışında” başka bir dünyanın inşasına giden bu politik hat içerisinde “mülkiyet ve kontrol ilişkilerinde bir devrim” ve “radikal biçimde sınıf ilişkilerinin tersine döndürülmesi” zaruri bir hal alıyor. McNally’e göre “tersine döndürme”nin yegâne yöntemleri üç tane: “üreticilerin üretim araçlarından ayrılmasının önüne geçilmesi”, “iş sürecinde işçi kontrolünün kurulması” ve “üretim araçlarının ortak mülkiyeti”. Marx “Kapital”in ilk cildinde “ortak mülkiyetteki üretim araçlarıyla çalışan özgür insanların birliğinin olması ve birçok farklı işgücü biçiminin tam bilinçle tek bir sosyal işgücünün içinde harcanmasıdır” demişti. McNally buradan hareketle kapitalizme karşı ciddi bir direnişin örgütleneceği “özgür birlikteliğin” önünü açacak işçilerin “öz-yönetimini” yani üretim süreçleri üzerinde kontrollerini, (üretim araçlarının) mülkiyetinin ortaklaştırılmasını ve üretimin toplumsal eşgüdümünün sağlanmasının önemi üzerinde duruyor. Sadece üretime değil bölüşüme de değinen McNally, yiyecek, ev, elektrik, su, sağlık hizmeti, eğitim, boş zaman, kültürel faktörler (kitap, müzik, tiyatro gibi), çocuk bakımı, kamu taşımacılığı gibi yaşam alanlarını ilgilendiren her türlü konuda kaynakların ihtiyaçlara göre “demokratik” yönetilmesi gerektiğini söylüyor ve metalaşmanın dışında bir hat örülmesini kolaylaştıracak yöntemler olarak bunları sunuyor. Bunun dışında emperyalizme ve savaşlara karşı direniş; cinsiyetçi, cinsel ve ırksal baskılara karşı direnmek; öz-kurtuluş ve demokratik kitle hareketlerinin yükselmesi anti-kapitalist politik hattın tamamlayıcıları arasında.

David McNally, Başka Bir Dünya Mümkün, Çev. Oya Köymen, Yordam Kitap, İstanbul, 2013

Popülist Akıl: Fırsatlar ve Tuzaklar (Onur KARTAL)

Bu yazı rahatlıkla “Ernesto Laclau’nun popülizm çözümlemeleri, Gezi Direnişini anlamamız için zengin bir kavramsal malzeme sunuyor” cümlesiyle başlayabilir, bir kavram ile bir olay arasındaki mesafeyi en kolay yoldan kapatmayı tercih edebilirdi. Gezi’de olayın hakikatinin peşine düşenler, çokluğun canlı etinin izini sürenler, yazlıklarını çıkarmayı reddedip kışlıklarıyla mevsim geçişini kafalarında erteleyip yeni olana geleneksel kategorilerle riske girmeden ışık tutmayı yeğleyenler hep bu yoldan gittiler. Rotaları farklıydı ancak vardıkları yer aynı oldu: pratiği bir kavramsal çerçeveye oturtmak, çerçevenin içinde kalanları yüceltmek, dışına taşanları görmezden gelmek. Biz burada işin kolay kısmını da es geçmeyeceğiz. Laclau’nun popülizmi esas alan, evrenselliğin ufkunu bir boş gösteren olarak demokrasiyi tikel taleplerin arasında kurulan bir eşdeğerlikler zincirinde arayan kavrayışının Gezi deneyimini anlamada işimizi ne ölçüde kolaylaştırdığına bakacağız. Fakat bu kavrayışın tehlikesine de işaret ederek işimizin aslında hiç de kolay olmadığını göstermeye çalışacağız.

Laclau ilk elden demokrasinin olanağını, bir halkın inşasına bağlar. Halk ise kimliğini değişen eşdeğerlikler zincirleri vasıtasıyla bulur: “demokrasi yalnızca, ortaya çıkışı eşdeğer talepler arasındaki yatay eklemlenmeye bağlı olan demokratik bir öznenin var oluşu üzerine oturtulabilir. Boş bir gösteren tarafından eklemlenen eşdeğer talepler topluluğu, bir ‘halk’ı inşa eden şeydir. O halde demokrasinin olanaklılığının kendisi, demokratik bir ‘halk’ın kurulmasına bağlıdır”. Laclau’nun eşdeğerlikler zinciriyle kast ettiği şey, verili bir baskı rejimine karşı baş gösteren taleplerin tikel farklarını muhafaza etmeleri; ancak yine bu rejimin karşısında konumlanmalarıyla ortak bir muhalefet platformunun unsurları olarak birbirlerine eşdeğer olmalarıdır. Kendilerinde yalıtılmış heterojenlik arz eden talepler, karşı oldukları iktidar aygıtıyla ilişkilerinde söz konusu eşdeğerlilikler zinciri üzerinden evrensel bir ufka açılırlar. Ezcümle: tikelden evrensele giden yol ancak tikeller arası bir zincirin kurulmasıyla aralanabilir.

Laclau’nun vermiş olduğu bir örnek bu karmaşık tablonun anlaşılmasını sağlamaya yetecektir: “Gelişmekte olan bir sanayi kentinin eteklerindeki gecekondularda ikamet eden geniş bir tarım göçmeni kitlesi düşünün. Konut sorunları ortaya çıkar ve bunlardan etkilenen bir grup insan yerel otoritelerden bir çözüm ister (...) İstek yerine getirilirse bu meselenin sonu olur; yerine getirilmezse insanlar, komşularının aynı biçimde yerine getirilmemiş su, sağlık, okul vb. başka sorunları olduğunu fark etmeye başlayabilirler. Durum bir süre değişmeden kalırsa, doyurulmamış taleplerin birikimi ve onları farklılık biçiminde (her biri diğerlerinden soyutlanmış olarak) özümseme konusunda kurumsal sistemin artan bir yetersizliği söz konusu olur ve talepler arasında bir eşdeğerlilik ilişkisi kurulur” (92). İşte bir boş gösteren olarak demokrasi, yani yapısal olarak anlamlandırma sistemi içinde temsil edilemez bir yer olarak demokrasinin boşluğu, tikel talepler arasında kurulan eşdeğerlikler zinciri vasıtasıyla yeniden anlamlandırılır ve böylece demokrasi, tikelden evrensele popülist bir mücadele alanının önceden belirlenemez zemini haline gelir.

Buraya kadar anlatılanların Haziran Direnişiyle büyük oranda örtüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Somut görünümünü AKP İktidarı ve bilhassa Başbakan Erdoğan’da bulan baskı rejimine karşı farklı mağduriyet alanlarından doğmuş ve doyurulmamış tikel talepler manzumesi, Gezi Parkı özelinde birbirlerine eşdeğer düzeyde bağlanarak popülist bir ayaklanmayla taçlandı; direniş, Antakya, Ankara, İzmir başta olmak üzere diğer kentlerle ve hatta diğer ülkelerle -Brezilya ve daha geç de olsa İtalya- buluşarak söz konusu eşdeğerlikler zincirinin evrensellik ufkunu en uç sınırlarına kadar genişletti. Bir boş gösteren olarak Gezi Parkı, tikel taleplerin eş değerlikler zinciri üzerinde yükselen evrensel demokratik bir halk hareketine dönüştü. Peki ama bu hareketi doğuran zincirin bir halkasını diğerine bağlayan unsur neydi? Şüphesiz bu soruya birçok yanıtın verildi, veriliyor. Kimileri ufuk açıcı, birçoğu değil. Ancak biz Laclau’nun yanıtını merak ediyoruz. Aldığımız yanıtın çok tatmin edici olmadığını, hatta bu yanıtla şimdiye kadar yolunda giden işlerin birden sarpa sarmaya başladığını göreceğiz. Zira Laclau, soruyu daha çok negatif bir belirlemeden yani eşdeğerlikler zincirini neyin kurduğundan değil neyin kurmadığından doğru yol alıyor. “Pratik koşullar içinde (…) üretim ilişkileri içinde yer alan mücadelelerin global bir anti-kapitalist mücadelenin ayrıcalıklı noktaları olmaları için bir neden yoktur (…) bütün tarihsel deneyimin gösterdiği gibi, bu mücadeledeki hegemonik aktörlerin kimler olacağını önceden belirlemek olanaksızdır. Bunların işçiler olacağı, hiçbir biçimde açık değildir”.

Burada niyetimiz Laclau’nun sınıf kategorisini aşındırma çabalarını teşhir etmek değil. Defalarca yapılan bir şeyi tekrarlamanın manası yok. Ayrıca burada sadece satır başlarını sunabildiğimiz Laclaucu popülizm tahayyülünün yalnızca kültürel alana değil aynı zamanda ekonomik alana temas eden mücadelelerin çözümlemesi için muazzam bir malzeme sunduğunu ve maalesef coğrafyamızda bu malzemenin hakkının verilmediğini düşünüyoruz. Ancak sırf bu yüzden de eşdeğerlikler zincirini eklemleyen unsurun belirsizliğinin beraberinde getirdiği tehlikeyi görmezden gelemeyiz. Evet, Laclau’nun terminolojisine sadık kaldığımızda Haziran Direnişini popülist demokratik bir halk ayaklanması olarak alkışlayabiliriz. Ancak eklemleyici unsurun ne olduğu ya da ne olması gerektiği sorusuyla layıkıyla yüzleşmezsek bu sadakat, karşı-devrimci hareketleri, demokrat hamleler olarak alkışlamamıza yol açacaktır: “Bir ‘halk’ inşa etmekte Kemalist deneyimin başarısızlığı, politik sistemde ne zaman bir açık görülse ortaya çıkıyordu. Cumhurbaşkanı İnönü 1950’de demokratik seçimleri yapma kararı aldığında, muhalefetteki Demokrat Parti, Parlamento’da, resmi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin 69 sandalyesine karşılık 408 sandalye kazandı. Eşdeğerlikler çılgınca yayıldı, fakat Atatürk’ün altı okuyla pek az ilişkili yönlere doğru: Önce Adnan Menderes’in yeni popülizmi; sonra İslam’ın rönesansı. Sonuç ıstıraplı bir süreçti; bu süreç içinde demokratik açılım dönemleri, ardı ardına gelen askeri müdahalelerle kesintiye uğradı”. Bu satırların yazarı Melih Altınok ya da Nagehan Alçı değil Ernesto Laclau. Bir kavramsal hazneyi, pratiğin üzerine boca ederken işimizin neden hiç kolay olmadığı sanıyorum anlaşılmıştır. Pratiği yorumlamada başvurduğumuz kavramsal şemaların beraberinde getirdiği fırsatlara başvururken tuzaklara karşı uyanık olmamız gerektiğinde ısrar etmemiz bundandır…

Ernesto Laclau, Popülist Akıl Üzerine¸çev. Nur Betül Çelik, Epos yayınları, Ankara: 2007.