Andrey Platonov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Andrey Platonov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Konuşmak Hayattır Oysa (Fadime USLU)

Andrey Platonov, yalınlığın ve duruluğun anlamını birkaç çizgide yoğunlaştırarak anlatan, kısa öykülerinde bile sayısız etkiler üreten bir söz büyücüsü. Yaşadığı dönemin ruhunu, doğayı ve içindeki nesneleri, nesnelerin kurduğu düzeni, düzenin kararlı bir çizgide ilerlerken saptığı noktaları, insanın doğayla birlikte kat ettiği devinimi, devinimi gören gözün yanılma payını rastlantılara izin vermeden estetik kalıba döken, kendisiyle birlikte Sovyet yönetimi tarafından yasaklanan Zamyatin gibi, ardılı pek çok yazarı etkilemiş bir öncü. Başta Heinrich Böll, Antonio Tabucchi olmak üzere pek çok yazarın eserinde izlerine rastlıyoruz Platonov’un. Onun keskin görüsü, kuşkusuz, yarattığı kurmaca dünyada teoriyle pratiği aynı hatta değerlendirmesi, ele aldığı durumları diyalektik kavrayışla çözümleyişi, maddi duyuları sezgilerle bütünlemesinden kaynaklanıyor.

Yazarın Metis yayınları tarafından hazırlanan öteki kitapları gibi Muhteşem Vahşi Dünya da Günay Çetao Kızılırmak çevirisiyle yayımlandı. Bu kitaptaki öykü kişilerinin görme biçiminde ortak bir irade var: onları yaşama bağlayan inancın, vicdanın ve umudun iradesi. Aynı zamanda hayvanla, bitkiyle insanı, hatta makineyi bir tutup her birinin kaygılarını derinlemesine detaylandıran bir irade bu. Öykülerin anlatıcısı gerçeği kesinlikle, tutkuyu sadelikle işleyerek aktarıyor. Görüntüsünü çizip canlandırdığı sahnelerde kişilerin tabiatla arasındaki -fiziksel ve duylarla hissedilen- mesafesini alıyor, uzamsal belirlenimi sağlanan varlığın içinde dönüp duran kaygıyı ya da hayatını yönlendiren esas tutkusunu çevresiyle etkileşimi sırasında betimliyor. Saklı olan katı gerçeği, kişilerin ve sistemin içindeki acıyı gün yüzüne çıkarırken mizahı, ironiyi, alegoriyi çeşitli düzeylerde kullanıyor yazar.

Platanov’un öykü kişileri, anlatıcı karakteriyle birlikte işlerini severek tutkuyla yapıyor. Sözgelimi, demiryolu işçisi İvan Alekseyeviç Fyodorov’un görevine ilk başladığı sıralarda “metal ve makineye yaklaşımı hayvan ve bitkilere yaklaşımı nasılsa öyle,” ; “dikkatli ve öngörülü”. Öyle ki, onlara kurnazlıkla üstün gelmeye çalışıyor. Sonra bu bakışın yetersiz olduğunu anlayıp makineleri canlılardan üstün tutmaya başlıyor; anlatıcısı da incelikli davranışlarını göz ardı etmeden Fyodorov’un demir rezeleri tedirgin etmemek, vidaları çivileri sarsmamak için kulübesinin kapısını çarpmadan, hiç ses çıkarmadan nasıl özenle örttüğünü aktarıyor. “Muhteşem Vahşi Dünyada” başlıklı öykünün odağındaki Maltsev ise şöyle betimleniyor: “Treni büyük bir ustanın cesur güveni, tüm dış dünyayı kendi iç kaygısına sığdırmış ve böylece üzerinde hâkimiyet kurabilmiş ilham dolu sanatçının konsantrasyonuyla sürerdi. … önünde uzanan yolun ve bize doğru koşturan doğanın tümünü, hatta trenin boşluğu delip geçen rüzgarıyla balastlı yamaçtan kopuveren bir serçeyi bile gördüğünü bilirdim; evet o bile Maltsev’in bakışından nasibini alırdı, başını bir an için çevirip serçenin ardından bakardı makinist: Bizden sonra ne olacak ona, nerelere uçmuştur?” (s. 78). İşini seven, emeğini yücelten işçiler ideal güzelliği muştulayan portreler çizmesine karşın bu kişilerin yaşadıkları trajedide insanlığın ve sistemin karanlık yüzünü ortaya çıkarır yazar, ama yine de umuttan yana atar zarını.

Kitapta anlamla birlikte sahneleri ve tasvirleri de tekrar ettiğini görüyoruz Platanov’un. “Hayvanla Bitkiler Arasında” başlıklı öyküde, “Lobskaya Dağı’nda, yoksul yıldızlardan oluşan bir takımyıldız misali dört kulübecikten ibaret bir köy vardı,” der, yazarın anlatıcı kişisi: “Kulübelerin birinin ocağı yanıyor, dumanı tütüyordu, diğerinin çatısında kulübenin yarısı boyunda bir adam oturmuş Onega Gölü’ne, uzaklara bakıyordu. Çatıdaki adamın epey yaşı vardı ama varlıklı biri yahut bir bilgin gibi sinekkaydı tıraşlıydı. Kolhozdaki işini Bilim Akademisi’ne bağlı su ve fırtına ölçümü şubesiyle beraber yürütmekteydi. Şimdi de göle bakıyor, ya rüzgârı ya başka bilimsel işaret ve olayları gözlemliyordu. İvan Alekseyeviç de böyle bir işi olsun isterdi ama tıraş olmak, yazı yazmak ve konuşmak gerekirdi bu tür işlerde…”(s.13).  Bu köy önce aynı cümleyle, sonra aynı sözcüklerle“Lobskaya Dağı” öyküsünde de tasvir ediliyor: “…yoksul yıldızlardan oluşan bir takımyıldız misali dört kulübecikten ibaret bir köy vardı; kulübelerin birinin ocağı kara kara tütmekteydi,” (s. 141) dedikten kısa süre sonra aynı detayları seçerek çatıda oturan adamı gösterir anlatıcı. Bu defa ona bakıp onunla konuşan isimsiz “Karelyalı ırgat”tır. Sahnedeki diyalog da benzer biçimde gelişir: “Oradan ne görülür, ne diye çatıda oturuyorsun?” diye sorar ırgat. Yanıt bir önceki karşılaşmanın kanıtıdır adeta: ‘“Göldeki rüzgâra bakıyorum, sonra gidip suyu ölçeceğim,” dedi çatıdaki, sinekkaydı titiz yüzüyle. “Biz burada İmparatorluk Bilim Akademisi’ne hizmet ederiz, suyu ve fırtınayı ölçeriz, şube derler bize…”’ (s.144). Irgat, İvan Alekseyeviç’in aklından geçenleri düşünür: “Irgat da şimdi şube ya da herhangi bir şey olmayı seve seve kabul ederdi, yeter ki biraz aş versinler – ama kim onu işe alırdı ki? Tıraş olmak, yazı yazmak, konuşmak gerekirdi…”(a.s.). Her iki öyküde de yazar, ses tonu değişmeyen anlatıcı kanalıyla  kulübelerin çürüyüp köhne yosunlarla kaplanmış ahşap çatılarını, toprağa gömülerek yurtlarının derinine gömülen alt tomruklarını, kulübe bedeninin içinden biten iki yeni, cılız dalı, onların gelecekte kudretli meşelere dönüşeceğini, meşelerin “günün birinde kökleriyle bu ahı gitmiş vahı kalmış, zaman, yağmur ve insan soyunun tükettiği evi” yiyeceklerini anlatır. İvan Alekseyeviç gibi Karelyalı ırgat da severek yaptıkları işlerinden bir biçimde kopacak, bir yönleri eksilecek sonra yeniden hayata emeğe, sisteme duydukları inançla tutunacaklardır.

Yazar, farklı öykülerde benzer vurguları yapmaya devam eder. “Kuru, kel toprağın üzerinde yürüyen” ve onu ıslah etmeye çalışan insanın yazgısıyla toprağı özdeşleştirir. “Elektriğin Yurdu” öyküsünde, “O yaz çiçekler bile metal yongasından fazla kokmuyordu; tarlalarda, toprağın bedeninde zayıf bir iskeletin kaburgaları arasındaki boşluklara benzer derin çatlaklar oluşmuştu,” (s.124) der. Bu detayı Yepifan Savakları’nın anlatıcı kişisi de görüp gösterir okura. Yine her iki öyküdeki kişiler inancın türlü biçimlerde cisimlenmiş güçlükleriyle sınanır. Platanov öykülerinde önemli olan hikâyenin ne olduğu değil, nasıl anlatıldığıdır. Dili, büyük bir titizlikle biçimler. Temsil ettiği düşüncenin yönü ne zaman değişecek, kesinlikle gerçekliğine kavuşturduğu anlamı ne zaman ters yüz edecek belli değildir. İşte bu noktada sanatının büyüsü devreye girmiş, kavrayışındaki uz görü ve öykücülüğündeki ustalığı zirveye çıkmıştır.

Öykünün süresi sınırlı, alanı dar olduğundan karakter yaratmak, onu bir roman kahramanı kadar incelikle anlatmak güçtür ama Platonov, dramatik etkiyi gerçekleştirme konusundaki hassasiyetini karakter yaratma konusunda da gösterir.

Öykü kişilerinin yaşamsal meselesini, onların içinde bulunduğu zamana gelinceye kadar başından geçen olayları, kendi yazgılarıyla birlikte yaşadıkları alanın, ülkenin tarih sahnesindeki durumu ve konumunu bir paragrafta çarpıcı bir tonla iletirken unutulmaz öykü kişileri oluşturur. “Yedinci Kişi” adlı öyküsündeki Gerşanoviç bunlardan sadece biridir.

Kimi kitap adları içindeki kurmaca metinlerden önce konuşur. Kitap, adıyla okuyucusuna bir anahtar verir ve o anahtarla açacağı kapılarda neyle karşılaşacağı ile ilgili kısacık da olsa bir düş kurdurmayı başarır.  Muhteşem Vahşi Dünya, yazarını tanımayanlar için bile adıyla bir hazineyi işaretliyor; bak ve gör, diyor okura, sana var olduğum zamanın öykülerini anlatacağım, hepsi geçmişte yaşandı,  artık bir masal çağı gibi duyumsadığın günlerde;  sonra, hikâyelerimi okumaya başladığında sözcüklerle çizdiğim atmosferin içine gireceksin, orada, uçsuz bucaksız steplerde uyuklayan toprağı, ormanın kıyısında yaşamın bütün zevklerini tadan yavru tavşanı, elektrik ışığı olmayan dağ köylerindeki gayretli insanları, tez canlı ekmekle barut kırıntısının hayallerini, ölemeyen ölüleri, düşman mitiyle beslenen efendi cellatları, diktatörleri, arzu ve ideal tasarımcılarını bulacaksın, yani, kısacık soluklarında tükettiğin zaman zerreleri maddeleşecek, bugünün, imar edilmekten yorulmuş dünyan çıkacak karşına. Kim bilir belki yeniden bakacaksın etrafına; bugününe; bulunduğu yerden, emeğinden, mekânından soyut öykü kişilerine… gerçeğinden koparılmış kişilerin anlamı belirsiz konuşmalarını duyduğunda pek çok şey yavan gelecek (konuşmak hayattır oysa), onların nerede olduğunu bile bilememelerine şaşıracaksın, sonra belki arayacaksın, tattığın öykü lezzetinin peşine düşüp.


MUHTEŞEM VAHŞİ DÜNYA, Andrey Platanov, Metis Yayınları, 2014.

Platanov'un Mutlu Moskovası (Esra ERTAN)

Kelimeleri bizim yerimize düşleyenlerin aldırmazlığa terk edilmesi ne büyük talihsizlik. Tarihinin susturulup sürgün edilmesi…

Andrey Platonov, metinlerinin değerliliği hak ettiği ilgiyi sonradan kazanan, Rus edebiyatının önemli kalemlerinden biri. Eski rejimin yıkılmasıyla dolaşımı hız kazanan metinleri, artık pek çok dile çevriliyor, kendisine tecrübe etmek nasip olmayan kıymetli bir ilgiyi görmeye devam ediyor…

“Güzün son demlerinde sıkıcı bir gece vakti, karanlık bir adam elinde meşale ile geçti sokaktan koşarak…”

Mutlu Moskova adlı romanı böyle başlar Platonov’un. Anne babasını kaybeden, kaldığı yetimhanede Moskova adı verilen devrim çocuğunun, geçmişiyle ilgili anımsadığı tek şey, elinde meşale ile gecenin içinde koşan bu adam olur. Moskova genç kız olduğunda düşleri, devrimin idealleri ile süslenirken, yaşadığı sokaklardan birinde şehir planlamacısı Bojko ile tanışır. Onun desteğiyle havacılık okulunda eğitim alarak paraşütçü olur. Sonrasında metin, Moskova Çestnova’nın nasıl bir hayat yaşamak istediğine dair tecrübeleri, soruları ve bulabildiği cevapları harita edinerek yoluna devam eder.

Karakterlerin çoğunlukla erkek olduğu metin, Moskova Çestnova’nın erginliği ile paralel olarak, yetişmekte olan bir kadının ilerlemeci anlayışını, devrimin öngördüğü yeni toplum düzeninin izleği yapar. Romanın her safhasında karşımıza çıkacak olan tanışıklıkları birbirine yakınlaştıran unsur, Çestnova’nın kendisi olacaktır. Ona vasilik eden şehir planlamacısı Bojko, devrimle birlikte Stalin’in gerçekleştirmeye çalıştığı toplum mühendisliğinin kendisine en çok dokunduğu karakter olarak karşımıza çıkar. O, dünyevi zevklerin içinde yükselen uğultusunu devrimin yüksek değerleri ile bastırarak, dünya’nın dört bucağındaki memleketlerle “bir SSCB militanı olmanın üstünlüğünü duyumsayarak” dünya dili Esperanto’yu öğrenip, sabırla mektuplaşır, kapitalizmin dermansız kıldığı insanları sosyalizmin yeşeren olanakları ile selamlar. Böylelikle biz, misyoner ruhunun coşkusuna, yüzlerce Bojko’nun yoksul çalışma masasını düşleyerek tanıklık ederiz.

Mutlu Moskova Platonov için, yürekten inandığı sosyalist cumhuriyetin andı olmakla birlikte, Stalinist politikalara karşı sorgulayıcı yaklaşımının da okumasını yapabildiğimiz metinlerinden biridir. Bu tavrı Bojko’nun yanı sıra, doktor Sambikin ve makine uzmanı Sartorius’ta da görmek mümkün. Metin, rejimin mümkün kılmak için çabaladığı “cennet tasarımı”nın sarhoşluğuyla ilerlerken, kaza sonucu havacılıktan uzaklaştırılan, sonrasında maden işçiliği yapan Moskova’nın bacağının kesildiği sahnede bir inancın yarıldığını görürüz. Metindeki kırılma anlarından biridir bu. Sambikin, Moskova’nın parçalanan bacağını keser. Kendine geldiğinde, onu seven –romandaki her erkeğin makûs talihidir bu- Sambikin dudaklarından öpünce uyarır, bacağını görmek ister ve “Bacak değilim ben, göğüs değilim, karın ya da göz değilim, ne olduğumu kendim de bilmiyorum. Götürün beni, uyuyacağım” der. Kesilen bacak metaforu, sistemin her aygıtıyla vaat ettiği ortak düş müjdesinden uzaklaştığının bir göstergesi gibidir. Oysa Bojko “kapitalizm döneminde doğmuş biri olan kendine” kayıtsız kalarak yakın geleceği inşa edilebileceğine inanır. Uygulamalarda sıkıntı varsa bu, eski yaşam alışkanlıklarından kurtulamamış olmalarından ileri geliyordu. Ancak sistem içindeki çelişkiler Bojko’nun coşkusundan aşkın bir şey olmaya başlamıştır.

“Bu başlayan, gelecek zaman” Çestnova, her sabah pencerenin ardındaki Moskova’yı izlerken, zihninden başlayan zamanı geçirir. Çocuk hevesiyle gelişen Moskova, Çestnova’nın bakışıyla bize yanını yöresini gezdirir. Bulvarların, tramvayların, sevdiklerinin yanından dönen kadınların yüksek topuklarının tıkırtısıyla, “yaşanmış ve unutulmaya bırakılmış” bir şeyin uğultusu, Moskova şehrinin mutluluğuna eşlik etmektedir. Kentin kendinden duyduğu memnuniyet, Çestnova’nın yaşamın ve aşkların peşinden giden istekli ruh hali ile özdeşleşir. Ancak mutluluk çoğunlukla kendini taşıyamayan yüksek bir beklentidir. Çestnova tek kişinin nefesiyle yetinme isteksizliğini, toplumsal benliğin içinde kaybolarak yenebileceği şemasını çizer. Bacağını yitirdiğinde yaşam arzusu da buzlanmaya başlar.

Kahramanlar âşık da olurlar, sosyalizmi ve aşkı bir arada okumanın yollarını “burjuva icadı” kolaycılığına sığınmadan bulmaya çalışırlar. Ancak “eski alışkanlıklar”dan bir çırpıda kurtulamayacaklarının da farkındadırlar. Aşk onlar için şifa olmanın yanı sıra çözmeye uğraşırken yorgun düşüren bir “sorun”dur. Sambikin, Moskova’ya hissettiklerini düşünür “Sevse miydi onu sevmese miydi?... Hayır sevmeyeceğim onu, elimden de gelmez… Üstelik bir şekilde bedenini bozmak gerekecek ki acırım, hele gece gündüz nasıl harikulade bir insan olduğumun yalanını söylemek... İstemem zor iş!” Diğer yandan Sartorius’a kıyıcılıkla şöyle der Moskova “Biliyor musun, en iyisi sen vazgeç beni sevmekten… Ben nicelerini sevdim, sense ilk beni. Sen kızsın, ben kadın!” Aşkları bu kadar çeşitlilik içindeyken onun sözcükleri olacaktır elbet “Aşk komünizm olamaz; düşündüm düşündüm ve olamayacağını gördüm” Sartorius ise “yabancı bir yaşamın külfetini ve mutluluğunu paylaşarak” başka bir insanı anlayacağını düşünür. Ancak aşkın yarattığı mutluluk, tekinsiz bir şey de olabilir. Platonov’un erkek kahramanları çoğunlukla bu yükün altına giremezler ya da aşk yoksunluğundan vazgeçmek istemezler...

Andrey Platonov’un, bir inancı resmederken yaptığı en önemli şey, nakış gibi işlenmiş dille, gerçeği düşe yaklaştıran şiirli anlatımı yakalamış olmasıdır. O, izlenimci bir ressam gibi her sokağında, her karakterinde kendi hayalini duyumsatır okuyucuya. İyimserliği asla elden bırakmayan tavrı, dünden bugüne dokunuş gibidir. Mutlu Moskova, insana dair bir fikirdir. Günay Çetao Kızılırmak’ın da mükemmel çevirisi ile bu fikir, birbirini bulmuş kelimelerin zenginliğinde hep yeniden okuma isteğini koyuyor okuyucunun yüreğine.

MUTLU MOSKOVA, Andrey Platonov, Çev. Günay Çetao Kızılırmak, Metis Yayınları, 2012.

Can ve Mutlu Moskova Neden Bizdendir? (Ahmet BÜKE)

Platonov. Ben ona abi diyorum. John Berger ne diyor bilmiyorum. Ama o da seviyor Platonov’u.
Biz onunla Beyoğlu’nda kitapçıda tanıştık. Çok yorgunduk. Dolmabahçe’den kalkan rüzgâr yaz sıcağını dindirmiyordu bir türlü. Kitabını uzattı: Can.

Uzaylı olduğuna dair laflar vardı ortada. Uzak gezegenlerden gelmiş. Sibirya’da indirmiş can kurtaran mekiğini. Köknar ormanına dalmış alet. Bir iki fidanı yıkmış. Yaban domuzu sürüsünü ürkütmüş. Kurt yuvasının yanına, gübre yığınının üzerine düşmüş.

***

Tam o anda, Joaquin Phoenix, The Master’ın senaryosunu okuyordu ve tiner damlattığı içkisini yudumlarken radyoyu açtı:


***
Şiirci’de oturduk ve karşıda peruk satan dükkânların ışıkları yandı. Bana bunları anlattı. Uzaylı yalanını herkese inandırmış. Tam da “Abi, gerçekten ezan sesi duydun mu?” diye soracaktım. Yine de sordum. Omuz silkti. Sonra onun metinleri üzerine konuştuk. Ben daha önce hazırladığım ama kotumun arka cebindeyken annemin makineye attığı kâğıt tomarını çıkardım. İnandı bana garip. İrticalen konuştum artık.

“Platonov özellikle Can isimli romanında sonunda kadar Doğuludur. Ben onun garip bir şekilde Anadolu’dan su içtiğine inanıyorum. Karapınar’daki bir akasya ağacına son kez uğramış gibi. Adını unuttuğum –unutmak da Doğuya özgüdür- kahramanının iki büklüm annesinin bakışlarını buraya not düşerim. Çiçekli Neneler vardır bizde. Sazdan damında yaşar. Ayak bileklerine kadar acı ve huzura gömülüdür. İki büklüm kalkar. Elinde ibriği, bir çarşı camiine doğru yürür. Oğlu Kıbrıs’ta kalmış. Çiçekli Nenelerin bir kısmı zencidir. Söke’ye pamuk hasadı için getirilen artıklardan. Kalanı Kürt. Kürdün acısı ve öğünü tümden Doğudur.”

Adaçayı söyledi burada ve “Çok saçma ama devam et,” dedi.

“Bizden ve bize ait olduğunuza katılmıyor musunuz?” dedim.

Omuz silkti.

“Devam et, dedik ya koçum!”

“Bunu söyleyeceğini tahmin ediyordum abi. O halde Türkçe ’de son basılan Mutlu Moskova kitabından şu parçaya okuyayım sana.”

***

Okuduğum bölümdür:

“Anne, çok hastalanmıştım çok, şimdi kesecekler beni ama hiç de canım acımıyor!” dedi ve âciz, kendi kendine yabancı kaldı. Hayat içinden tekrar kopup gitmiş ve çocuk rüyalarından ırak, mahzun seyrine odaklanmıştı; nesneleri, izlenimlerinin toplamını görüyor, bu nesneler önünden son hızla akıp geçerken tanıyordu onları: İşte çok eskiden elinde tuttuğu çivi – şimdi paslanmış, eskimişti; işte küçük kara köpek-

***

Âciz ve kendine yabancı kalma hali bizim ilçe hastanelerinin bahçe kapısından itibaren büyüyen ve elle tutulan bir buluttur misal. Girişin hemen sağında sökülmüş teker başları üzerinde takoza alınmış Ford marka –markası yağmurda ve siste bakırlanmış- ambulans eskisi ağlar. Ford’a dayanmış iki anne ve halk bankası banklarında oturan onlarcası. Acilde kapıyı kapatıp bir hemşire ağlıyor. Çocuk hastalardan birisi –kuşpalazı- az önce öldü. Üzerine mermerşahi hastane bezini örttüler. Daha ufak olanı nesnelerle oynuyor. Çünkü yüksek ateş nesne ve insan –çocuk- arasındaki bağı inanılmaz güçlü örümcek ağlarıyla sağlamlaştırır:

“Şimdi anne” diyor -41 derecede olan- “Bizim iğde ağacı geldi az önce. Elinde yaşlı sakalı ve portakallarla. Portakal seviyorum ben. Kar altında güneş topu onlar. Çok uzakta büyüyorlarmış. İğde dede söyledi. Dağ dağ ardında. Ovaları ve çayları geçince zenginlerin tarlaları varmış. Allah gökten ve yerden ısıtıyormuş oraları. Ekmeği de gökten atıyormuş onlara. Zenginler Allah’a şükretmek için portakal ağaçlarını sulamışlar. Meyveleri de buraya kadar gelmiş. İğde dede böyle anlattı bana anne…”

Sözümü kesti.

“Bir dakika! Sen Stalin’i tanımadığın için bu kadar naif görüyorsun her şeyi.”

“Abi,” dedim.

“Senin nasıl öldüğünü biliyorum. Oraya da geleceğim.”

“Hayır,” dedi. “Mevzu bu değil.”

Anladım ki daha fazla dinlemek istemiyor beni. Karaköy’e indik. Kadıköy vapuruna bindik.
Aslında gittiğimiz yön bile Platonov’un bizden ve dahi bizden daha Doğulu olduğunu gösteriyordu.
Ben Mutlu Moskova’yı okumaya devam ettim. Platonov Abi, simit yedi. Susamlarını balıklara attı.