Ben Çıkana Kadar Büyüme E Mi... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ben Çıkana Kadar Büyüme E Mi... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Tene Cezadan Tine Ezaya Hapishanelerin Evrimi (Adil OKAY)

Mayıs 2013’te dünyanın en ağır mahpuslarından Tahir Canan, Hasan Gülbahar ve Muzaffer Öztürk tahliye edildiler. “Ben çıkana kadar büyüme e mi…” adlı son kitabımda, 12 Eylül’den beri zindanda olan bu mahpuslara da yer vermiştim. Milletvekili Hüseyin Aygün de mecliste 4. Yargı paketi görüşülürken kitabımı referans göstermişti. Sonuçta pakete bir yama yapılarak bu tutsaklara tahliye yolu açıldı. 2013 Aralık ayında ise, İHD’nin “Hapishanelerde neler oluyor” panelinde Hasan Gülbahar ile birlikte konuşmacıydım. Gülbahar, 30 yıllık hapishane deneyimini anlattı. Sunum sonunda izleyiciler Hasan Gülbahar’ı soru yağmuruna tuttular. Salonda ajitasyon temelli konuşmalar dikkat çekiyordu. Özetle: “Devrimciler hapishanede de üretmeyi bilirler. Hapishane çekilmez değildir…” deniliyordu. Neredeyse “hapishaneler eğitim evidir, faydası vardır”, noktasına geliyorduk ki ben: “Evet politik tutsaklar her koşulda üretmenin yolunu bulmuşlardır. Ama ne bedeller ödeyerek!” diye müdahale etmiştim.

Konuşmamda kısaca değindiğim bu konuyu açayım: Hayat her zaman sloganlara uymaz. Ya da bazı sloganlar sadece o an ve mekân için geçerlidir. Ruhi Su, ‘Hasan Dağı’ adlı türküsünün sözlerini, İstanbul’dan Adana’ya elleri kelepçeli yolculuğunda yazarken yaşadığı çileyi haykırıyordu. Sabahattin Ali, Sinop zindanından; “Dışarıda deli dalgalar/ Gelip duvarları yalar/ Seni bu sesler oyalar/ Aldırma gönül aldırma…” diye haykırırken, aslında “aldırdığını” anlatıyordu. Defalarca tutuklanan şair Cigerhun (Cigerxwin), “Yüz­ler­ce, bin­ler­ce yıl di­li­miz/ Bi­zim gi­bi tut­sak kal­dı” derken, Ahmed Arif, Sansaryan zindanında, “Ölüm böyle altı okka koymaz adama/ susmak ve beklemek müthiş/ Genciz namlu gibi ve çatal yürek/ Barışa bayrama hasret/ Uykulara derin kaygısız rahat/ otuziki dişimizle gülmeye/ doyasıya sevişmeye...” diye yazıyordu. Babam şair Süleyman Okay, kapatıldığı Adana zindanında yazdığı, “Sevda tutuklanamaz” adlı uzun şirininin girişine; “Ranzamda / sabaha bir yıl var daha / şimdi köşe başlarında eller yukarı / şimdi kan kokuyor bu duvarlar / ölüm kokuyor / makaralara sığmıyor acılarım / sağılmakla bitmiyor…” diye not düşerken, acısını, özlemini haykırıyordu.

Örnekler çoğaltılabilir. Zira özellikle son 50 yılda devasa bir hapishane edebiyatı oluşmuştur. Söz konusu edebiyat da gerçek tarihin yazılımına katkı sunmakta, tarihe not düşmektedir.

Başa dönersem: Yıllarca toprağı, ağaçları, çiçekleri, arkadaşlarını, sevgililerini göremeden yaşayan insanların, dışarıya yazarken « Biz iyiyiz, siz kendinize iyi bakın » demelerinin altında yatan nedenleri irdelemek gerekiyor. Koşullara tevekkülle katlanmak başka, hapishane gerçekliği başkadır. Mücadele ve ağır bedeller sonucu kazanılan kısmi demokratik haklar olsa da, günümüz hapishanelerinde mahpuslar her gün ayrı bir yasakla - psikolojik işkenceyle yüz yüze yaşıyorlar. Mektup, gazete, kitap, görüş günleri, tedavi olanakları keyfi olarak yasaklanıyor. Kızım Öykü‘nün yolladığı balonlar, deniz kabukları ve işlemeli mendiller bazı cezaevlerinde “yasak“ denilerek mahpuslara verilmiyor. Konuyu (dönemin milletvekili Akın Birdal aracılığıyla) meclise taşıyıp, “mevzuat aynı değil mi“ diye sorduğumuzda, Adalet bakanı: “Çocuk Öykü’nün balonları hukuku gevşetir“ diye, abesle iştigal yanıt veriyor. Tekmil isteme, çıplak arama, sürgünler, ziyaretçilere eziyet devam ediyor. Tahliye edilmeleri “devlet çarkına“ takılan hasta tutsaklar, gözümüzün önünde birer birer ölüyorlar.

Yasalar değişiyor, hapishane adları, tipleri değişiyor, yeni hapishaneler yapılıyor ama zindan hep zindan. Devlet hep ceberrut. Ve “rehabilitasyon, topluma kazandırma“ aldatmacası gerçeklerle bağdaşmıyor. Oysa, Marks’ın ifadesiyle, “Dünyanın cezayla yılmadığı ve yola gelmediği apaçık ortadadır.”

Yedikule zindanlarıyla başlayan hapishane tarihi

Hapishanelerde yaşatılan zulüm, bizim coğrafyada 15.yüzyılda Yedikule zindanlarının inşasından beri sürüyor. Yedikkule zindanının en ünlü tutuklusu 1622’de tahtan indirilen II. (Genç) Osman’dı. Osmanlı döneminin en ünlü hapishaneleri Yedikule Hisar’ından sonra “Baba Cafer“ ile “Taif“ zindanlarıydı. Ve Cumhuriyet döneminde Sinop kalesi, Sansaryan hanı, Yassıasa, Mamak, Metris, Diyarbakır zindanları, zulümleriyle ün saldılar. Bu zindanların bazılarında ortaçağın “bedene eza“ diye özetleyebileceğim yöntemine başvuruldu. Ve kimi zaman artan, kimi zaman azalan ama hiç bitmeyen devlet zulmü, bu gün de Tekirdağ, Şakran, Silivri, Gebze ve diğer hapishanelerde sürüyor.

Demem o ki; “Kefaret ve para cezaları ortaçağın erken dönemlerinde tek ceza araçları idiler. Ortaçağın geç dönemlerinde canavarca bedeni ve hayati cezalar başladı.17.Yüzyılda ise tarihsel evrim açısından bir reform olarak özgürlüğü bağlayıcı ceza gündeme geldi. (…)Bu durum Mably tarafından ‚‘ceza, bedenden çok ruha yönelik olmalıdır.‘ şeklinde formüle edilmişti.“ (Kanar, 2011:7)

Osmanlıdan günümüze “adalet” sisteminin değişmeyen ideolojisi

Burada, politik muhalifler üzerinde kesintisiz devam eden devlet zulmüne dikkat çekerken, bu uygulamaların ideolojik argümanlarına da değinmek gerekiyor.

1895’te İstanbul’da kurulan, “Osmanlı Amele cemiyeti” yöneticilerini tutuklayıp 10’ar yıl hapse mahkûm eden “devlet”in de, 1923’te Şefik Hüsnü ve arkadaşlarını, 1925 yılında da Hikmet Kıvılcımlı, Şevket Süreyya, Zekeriya Sertel, Cevat Şakir ve Hüseyin Cahit’i tutuklayan devletin “ideolojisi aynıydı.

1933 yılında Nazım Hikmet ve yoldaşlarını düzmece suçlamalarla tutuklayan ‘devlet’in adaleti’ ile 1950’lerde Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe ve Ahmed Arif gibi 40 kuşağı yazarlarını tutuklayan devletin adalet anlayışı aynıydı. 1957’de “Sansaryan tabutlukları”nda, içlerinde işkence sonucu ölümün eşiğine gelen Zehra Kosova ve Zihni Anadol’un da bulunduğu sosyalistlere acımasızca işkence yaptıran ‘devlet’in argümanlarıyla, 1960 yılında aralarında Musa Anter’in de bulunduğu 49 Kürt aydınını idam istemiyle yargılayan ‘devlet’in argümanları aynıydı.

1960, 1971, 1980 darbelerini yapan “devlet” ile Diyarbakır zindanlarında tutsakları lağım çukuruna sallandıran, sopalarla onlarca insanı parçalayarak öldüren ve son yıllarda ülkeyi devasa bir hapishaneye çeviren ‘adaletin’ temeli aynıydı.

Aynıydı çünkü: Yedikule zindanlarının inşasından bu yana, bu topraklarda saltanat süren devletlerin “adalet”i, mülksüzlerin değil, büyük mülk sahiplerinin hizmetinde olmuştu. Ve bu “adalet”, büyük mülk sahiplerinin “yenilmezliğini”, “kader” olduğunu, “başka bir dünyanın mümkün olmadığını” tutuklamalar, işkenceler ve yargısız infazlar yoluyla “egemenler için potansiyel tehlike olan “mülksüzlere” yani sessiz büyük çoğunluğa kimi zaman açık, kimi zaman dolaylı göstermek durumundaydı.

Ve yukarıda aktardığım süreçte açıkça görüldüğü gibi, ülkemizde “farklı siyasi ekollerin tarihinde, hapishaneler belirli kısa periyotlarla yer alırken, solun tüm tarihinde her dönem var olmuştur…” Bu gün de “tutsak, politik mahpus” deyince ilk akla gelenler sol, sosyalist tutsaklar ve Kürt yurtseverler anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak: Egemenler, tene ceza’yı kaldırıp yerine tine eza’yı, en ince - acımasız biçimde uygulamaya koysalar bile, sistemin “suç ve suçlu üretimi” ve politik tutsakların direnişi devam etmiştir. 21 yıldır tutsak olan Gülazer Akın’ın, Gebze zindanından yolladığı son mektubunda mağrur ve vakur biçimde ifade ettiği gibi: “Baskılar, saldırılar artsa da tutsaklar direnecektir. İşimiz bu… Başka çaremiz yok…”

Peki ne yapmalı?

Bu sorunun yanıtını aramak da başka bir yazının – dosyanın konusudur.



Kaynakça:

Adil Okay, “Ben çıkana kadar büyüme e mi…”, Nota Bene yayınları, Ankara, 2013.

Şaban Öztürk, “Türkiye solunun hapishane tarihi I-II, Yar yayınları, İstanbul, 2004.



Av. Ercan Kanar, “Suç, ceza, hapis kavramları …”, İHD cezaevi komisyonu, özel sayı, 2011.

Hapishane Kapılarında Büyümek (Füsun ERDOĞAN)

Hapishane kapılarında büyümenin ne mene bir şey olduğunu çarpıcı örnekleriyle anlatan sevgili Adil Okay’ın Nota Bene Yayınları’ndan çıkan “Ben Çıkana Kadar Büyüme E mi…” kitabını okumanızı öneriyorum.

Babası Adil Okay’ın kızı adına yazdığı mektuplarla tanıştım şirinem Öykü ile…

Vefasızlığın, incelikten ve sevgiden yoksun yabancılaşmanın insanın içini üşüttüğü bir süreçte kapımı çalmıştı Öykücük!

Ak zarflardan çıkan mektuplara, kartlara eklenmiş balonlara konulan yasakla kamuoyu Öykü’yü tanıdı…

Mahpus teyze ve amcalarına gönderdiği balonlar bazı hapishane idarelerince sakıncalı bulunarak el konulmuştu.

Bunun için DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal, Adalet Bakanı’na verdiği soru önergesinde Öykü’nün mektupla gönderdiği balonların nasıl bir sakınca yarattığını sormuştu.

Eminim Sayın Birdal, bu önergesini sunarken; hapishane ve yasaklar bir araya geldiğinde orada genellikle akla ve mantığa yer olmadığını farkındadır.

Ama bu saçmalığı kamuoyuna göstermek bakımında da bu soru önergesi gerekliydi…

Nitekim öyle de oldu!

Bakan soru önergesine verdiği yanıtta:

Balonları tutsaklara veren hapishane idarelerini “yumuşaklıkla” suçlamış. Beş yaşındaki Öykü’nün balonlarının sakıncalı olduğunu ve balonların yasaklanması gerektiğini belirtmişti.

Yapılan basın açıklamasıyla bakanın bu ibretlik açıklama ve kararı protesto edilmiş, gri hapishane yaşamına tutsak edilmiş mapuslar için rengârenk balonların gökyüzüne bırakıldığı haberini gazetelerden okumuştum.

Sevgili Adil Okay’ın kızı adına biz tutsaklarla yürüttüğü bu dayanışma onun bakımından değişik etkinliklere, ürünlere vesile olmuş…

Sergiler, imza kampanyaları, basın açıklamaları derken…

Bir de kitap doğuvermiş bütün bu etkinliklerin sonunda.

Birkaç gün önce mazgaldan uzanan mektup demetinin içinde çıktı kitap.

Kapağını açtım.

Kurşun kalemle şöyle bir not düşmüş Adil:

Sevgili Füsun:

“Faksını aldım. Kitap daha çok ‘size ait’ olduğu için imzaladım. Sevgiler.”

Elime aldığım her kitabın öncelikle “içindekiler” kısmına bakarım.

Sonra arka kapak yazısını okurum.

Bunların ardından da, okumayı planladığım kitaplar listesinde uygun bir sıraya koyarım.

Fakat bu defa “içindekiler” ve arka kapak yazısına baktıktan sonra hemen kitabı okumaya başladım.

Adil’in notunda belirttiği gibi bu kitap hakikatten “bize ait”ti.

Ve genel olarak görülmeyen ya da pek dikkate alınmayan bir soruna dikkat çekerken bambaşka bir soruna da kapılarını açmıştı!

Adil Okay, 2012 yazında 23 yıldır zindan da olan ve mektup yoluyla tanışarak dost olduğu Kasım Karataş’ın 25 yaşındaki kızı Gülistan’ın düğününde babasının kızına yazdığı mesajı okumuş.

Bu olay(lar) onu bu konuda düşünmeye, özel olarak araştırmaya ve yazmaya teşvik etmiş.

Kitabın önsözünde bunu şöyle anlatmış Adil:

“… Biliyorum ki hapishanelerde binlerce Kasım Karataş vardı. Dışarıda annesinin babasının yolunu gözleyen on binlerce çocuk vardı. Görüş günlerinde büyüyen çocukların yaşadığı travma, tenlerinde değilse bile tinlerinde açılan çentik bir ömür boyu kalacaktı. Hiçbir psikiyatr hiçbir rehabilitasyon merkezi onların karabasanlarını sağaltmayacak, kaybedilen zamanı geri getirmeyecekti. Zira biliyoruz ki büyüdüğümüzde yaşadığımız ‘başarısızlıklarımızın ve başarılarımızın başat kaynağı çocukluğumuzda’ gizlidir.”

Elindeki geniş arşivi tarayarak kitabında kullanacağı mektupları belirleyen Adil; eksiklikleri tamamlamak içinde hapishanelerle yazışır.

Kitaba yalnızca hapishanelerden yazılan mektupları almaz.

Görüş günlerinde büyüyen çocukların mektupları, bir açık görüş gününde çocuklarda çekilen fotoğraflar, çizimler, şiirler, karikatürlerden oluşan zengin bir içerik yakalanmış kitapta.

Böylesine kapsamlı bir konuda çalışmanın önemli handikaplarından biride, birilerini dışarıdan bırakma, atlama kaygısıdır.

Ki, söz konusu görüş günlerinde büyüyen çocuklar olunca, bu bir bakıma kaçınılmaz da oluyor.

Hem adli tutukluların bu konuda binlerce, hatta on binlerce olduğu kesin!

Bu farkındalıkla çalışmaya başlayan Adil Okay, kitabın Önsöz’ünde bunu bir açıklık getirmiş.

“‘Kitapta, neden sadece bir kesimin yaşadıkları yansıtılmış’ sorusu akla gelebilir. Elbette sadece sisteme muhalif sol, sosyalist ve Kürt yurtsever tutsakların ve onların çocuklarının değil, diğer politik mahpusların örneğin Ergenekon davasından subayların, Hizbullahçıların ve adli mahkûmların çocukları da ‘hapishane kapılarında’ aynı zorlu süreci yaşıyorlar. Özellikle ekonomik güçleri olmayan adli mahkûmların eş ve çocukları-ki büyük çoğunluk bu durumda- daha çok itilip kalkılıyorlar.

Kitapta yer alan politik tutsaklar ve çocukları yani birinci dereceden tanıkların ifadeleri, hapishanelerdeki genel uygulamalar ve ‘mevzuat’ hakkında bilgi sunmaktadır. Bu uygulamalardan bir diğer deyişle ‘eza’dan tüm tutuklu ve hükümlüler etkilenmektedir. Bu örneklerden yola çıkarak 138 bin tutuklu ve hükümlünün (c)eza evlerinde yaşadıkları hakkında bir öngörüye sahip olmak mümkün olacaktır. Kaldı ki hak ihlalleri, iletişim ve ziyaretçi yasakları, işkence ve uzun tutukluluk mağduriyeti öncelikle sosyalistleri ve yurtseverleri ve onların ailelerini mağdur etmiş durumda…”

Kitabın Önsöz’ünden sonra bizim ve hapishane kapılarında büyüyen çocuklarımızın mektupları başlıyor…

Bu kitabı okuyacak her bireyin çok farklı duygular yaşayacağına eminim.

Zira herkes durduğu noktadan ilişkilenecektir kitapla ve hapishaneler gerçeğiyle.

Kendi adıma kitabı okurken oğlum Akocan’ın bebeklikten başlayarak değişik zamanlarda bizimle birlikte yaşamak zorunda kaldığı yıllar!

Ömrümün hapishanede benim dışarıda, her ikimizin içeride Aktaş’ın dışarıda, benim içeride ömrüm ve Ako’nun dışarıda olduğu/olmaya devam ettiği anılar dolaşıp durdu kafamda.

Altı aylıkken annesiyle hapishanede yaşamaya başlayan Arda, Kıvanç…

Hapishanede doğan Selma…

Hala annesiyle gün sayan küçük mahpusum, kankam Robin…

Kitabın ilk sayfalarının kahramanı Ekin Şinar…

Öncesi, baba ve anne özlemiyle büyüyen binlerce çocuğu ağırladım ranzamda.

Malatya hapishanesinde doğan, annesi Çiğdem ile sürgüne giden Suphi Cihan’ın gencecik yaşta neden intihar ettiği sorusuna yanıt aradım… Sevgili Çiğdem’in yaralı yüreğine dokunamamanın eksikliğini, acısını hissettim!

Algıda seçicilik bu olsa gerek!

Hapishanelerden gönderilmiş mektupların satır aralarına sıkışmış 10,15, …32 yıl boyunca beklemiş ve hala beklemekte olan; dışarıdaki yaşamın tüm acımasızlığına hoyratlığına ve zorluklarına direnerek bekleyen kadınların yazılmamış öyküsünü buldum bu kitapta!

Yoksulluk içerisinde çocuklarını büyütmenin yanı sıra, memleketin hapishanelerini eşlerinin peşinde dolaşan…

Açık görüş günlerinde çektirilen fotoğraf karelerinde bir kenarda kalmış kadınların yürek yakan yazılmamış öykülerine dokundum.

Acaba dedim kendi kendime, tersi bir durum olsaydı kadınların gösterdiği bu fedakârlığı kaç erkek gösterebilirdi?

Can alıcı bir soru!

Ben bu sorunun ardına düşüp yanıtlar ararken; adanmamış bireylerin insan yanlarını, hapishane kapılarında büyümenin ne mene bir şey olduğunu çarpıcı örnekleriyle anlatan sevgili Adil Okay’ın Nota Bene Yayınları’ndan çıkan “Ben Çıkana Kadar Büyüme E mi…” kitabını okumanızı öneriyorum.

Ve elbette sevgili Adil’in eline emeğine sağlık.

BEN ÇIKANA KADAR BÜYÜME E Mİ…, Adil Okay, Nota Bene Yayınları, 2013.

Ben Çıkana Kadar Büyüme E Mi...

Cezaevlerine ilişkin bugüne kadar insan hakları örgütlerinin raporlarında yer alan rakamlar, bu kitapla canlanıp ete kemiğe bürünüyor. Yazar Adil Okay, üç yıllık bir çalışma sonucu, Türkiye’nin tüm cezaevlerinden 100 kadar politik tutuklu ve hükümlüye ulaşmış, mektuplar aracılığıyla onları anlamaya ve anlatmaya çalışmış. Bununla yetinmemiş, kitabında anne ve/veya babaları tutuklu olan, dolayısıyla hapishane kapılarında büyüyen çocukları konuşturmuş. Görüş günlerinde yaşanan olayların hem fiziki, hem de psikolojik yıkımını gözler önüne sermiş. Dışarıdaki eş ve çocukların yaşadığı travmayı, onların çıplak ama yakıcı sözcükleriyle bize göstermiş.


BEN ÇIKANA KADAR BÜYÜME E Mİ…: Görüş Günlerin Büyüyen Çocuklar
Yayınevi: NotaBene Yayınları
Yazar: Adil OKAY