Dostumuz Yaşamasız, Kömürümüz Kara (Ahmet BÜKE)

Saatler geçmiyor. Dedemlerim terasında dolanıp duruyorum. Hava ışıyacak güya. Kargalar karşı çınarların çıplak karnında didişip duruyorlar. Güneş açacak. Güya! Oysa gelen yağmur işte.

Bana kızacak kesin, diyorum içimden.

“Konuşmak için beni buraya çağırman şart mıydı?” diyecek. Kesin!

“Hava buz gibi, paltom da eskidi artık.” Bunları da bir ihtimal diyecek.

Ama eminim, “Burası şart mıydı?” zılgıtını çekecek. Okuduklarım beni şimdiye kadar hiç yanıltmadı. Huysuz ama esirgeyen birisi o. Tıpkı dedem gibi.

“Deden mi?”

Bunu ona söylemeyeceğim elbette.

Sonunda Ege Ekspresi’nin sesi duyuluyor. Kara dumanlar, karakargalar ve kara kıvılcımlar çıkıyor. Uzun uzun çığlık atıyor marşandiz.

“Ben çıktım,” diyorum.

Nenem arkamdan sesleniyor.

“Kıymalı pişi yapıyorum. Misafiri de getir.”

Hah, buldun sen gelecek adamı! Hayatta istemez habersiz misafirlik. Ben bilmem mi Vüs’at Abiyi. Bilirim. Okudum bütün öykülerini. Romanın arkasına saklanabilir yazarlar. Trençkotla siste yürüyen insanlar gibi. Vücut kıvrımlarını göremezsiniz. Sadece gittiği yönü anlayabilirsiniz yazarın. Ama öykü öyle değil işte. En sevdiğiniz öyküyü usul usul yeniden okuyun. Yazarı sizden gözlerini kaçırmaya uğraşacaktır. Ama nafiledir bu da. Bir sarraf tartısı gibi anlarsınız onun kıymetini.

Dedemlerin evi Gara çok yakın Allah’tan. Koşarak iki dakikaya tantanların oraya varıyor insan. Tantan deyince Cevat Abi’yi anmadan olmaz. Yüz yıldır tren yoluna çıkan hemzemin geçidi açıp kapıyor. Dedem “Ölünce, Tren Yolları mezarını oraya kazacak bunun,” diyor. Hiç dişi yok. Arada nohut ekmeği götürüyorum ona. Gülüyor.

Yanından geçerken yine güldü.

Nefes nefese Gara giriyorum.

Aha işte karşımda, gri paltosu ve aynı renk atkısıyla –hep uyumlu giyinir- sigarasını yakmış.

Vüs’at Bener!

“Abi hoş geldin.”

Sigarasından derin bir nefes alıyor. Etrafına bakıyor. Evet, hazırlandı işte.

“Evlat, burası neresi?”

“Akhisar Garı, abi.”

“Konuşmak için beni buraya çağırman illa şart mıydı çocuğum.”

Evet, işte bu!

“Üstelik kış kıyamet. Yağmuru da hiç sevmem. Hele böyle sinsi, için içini yağanı. Kasabaları alır içine bırakmaz günlerce. Bak paltom da rahmetlik benim gibi.”

Gülümsüyor burada. Biliyorum ben bu işi. Geçti işte huysuzluğu.

“Hem trenleri sevdiğimi nereden çıkardın da İzmir bileti aldın bana.”

Dikdörtgen yeşil biletini uzatıyor: Ankara-İzmir (Basmane). Ortasında iki simetrik delik. Kontrol edilmiş özenle.

“Kondüktör iyi adamdı Allah’tan. Yemekli vagona geçtik. İki tek attık. Gizli gizli yudumladı benim kadehten.”

Demek rakısını paylaşmış. Sarılıp öpsem yanaklarından o olacak!

“Ne tesadüf biliyor musun edebiyata çok meraklı çıktı. Tiyatroya da ha keza. Benim oyunumu okumuş. Ihlamur Ağacı’nı. ‘Neden daha çok yazmadın abi,’ deyip durdu. Sonra Oğuz Atay’ı sordu bana. Oğuz, Beckett’in oyununu, Godot’u Beklerken’i çeviriyordu aynı yıl. 962. Dile kolay evlat.”

“Ee abi?”

“Bulamıyormuş o çevirinin ilk baskısını. Bazı insanlarda var bu hastalık. İlk baskıları toplayacaklar illa. Sen ömrünü Ankara-İzmir arasında sidik kokan kompartımanlar arasında geçir. Jandarma mevcutlu katiller, evden kaçan kızlar, ölmeye giden yaşlılar, umutsuz memurlar ama mutlu kasaba esnafları arasında bilet kes dur. Sonra da akşam olsun. Marşandizler sussun. Basmane’deki tek o oda lojmanına gir. Çingen pilavı, altınbaş. Biraz kendine gelince tahta sandığını aç, ilk baskı kitaplarını divana dizip izle onları. Vay be!”

“Vay be,” dedim ben de heyecanla.

“Abi, şu anda öykü yazdın.”

Güldü. Elini salladı, “Bizden geçti,” dercesine.

Serkisof marka büyük duvar saatinin altına oturduk. Yolcu salonu boş gibiydi. Eşyalarıyla hep aynı yerde yüzü duvara dönük uzanan deli teyze ve uyuklayan bir iki lise talebesi vardı içeride. Ekşi yoğurt, ekşi yol kokuyordu ortalık.

Sigara yaktı. Subay marka.

“Abi, eski asker olduğun için mi bunu içiyorsun?” dedim.

“ Yok. Hiç de sevmem. Ama başka sigara bulunmuyor bizim orada.”

Simitçi girdi tablasıyla içeriye. Naylon çekmiş üzerine. Ses etmeye mecali yok.

“Bir sigara abi,” dedi.

Uzattı Vüs’at Abi. Subay marka paketten çekti kendine bir tane. Gitti uzağımıza oturdu.

“Sen,” dedi. “Hiç tiyatro sever birine benzemiyorsun.”

“Pek izlemiyorum doğrusu abi,” dedim.

“Ne olacak böyle?” dedi.

“Öyküye de aynısı olur mu sence abi,” dedim.

Hışımla döndü bana. Öksürdü önce.

“Vay beyimiz korkuyor mu? Öykü de giderek okunmazsa ne olur diyorsun öyle mi? Bence kork! Yaşarken insanın işine yarayacak en güçlü his korkmak çünkü. Korkarsan hele de buna onsuz ne yaparım, endişesi eklenirse işte o zaman bir umudun vardır.”

Tam burada sigarasını aniden yere attı ve iki elini yumruk yapıp sıktı.

“Korkarsan deli gibi sarılırsın hayata. Kaybetmemek için daha çok seversin. Sevdikçe için ona geçer. Lehimler seni hayat… Eğer öykü bitecek diye korkarsan daha çok yazarsın. Geceleri uyanıp ter içinde düşünürsün. Öykünün ham halini biliyorsun değil mi?”

Sakinlemişti. Gülümsedi.

“Hiç dalga dubara yapma bana. Biliyorum sen de yazıyorsun. Kilden ama daha kurumamış balçıktır ya o. Böyle kızıl destiler içinde gelir. Kulağını dayarsın içinde insanlar, kediler, rüzgâr kokusu ve kadınların etek sesleri falan vardır. Daha da vardır da kamaşır durur işte o henüz olmamış hal. Kanlı ama hücreleri daha bölünüyordur. İşte o ham hali nasıl korkutur insanı değil mi? Ama yine de kaçamazsın ondan.”

Deli teyzeye baktı.

“Böyle işte bu işler. Korkmak iyidir evlat. Bol bol kork sen.”

Güldü.

“Abi,” dedim. “Anneniz Mediha Hanım, en çok ‘Kömür’ öykünüzü severmiş. Öyle mi?”

Daldı gitti.

Benim annem en çok hangi öykümü sever acaba. Ben ölmeden sorsam mı acaba?

Vüs’at Abiyi bir sonraki trene bindirdim.

“Benim iş 2046 filmine benzemesin evlat,” dedi.

Vay be! Öykücü dediğin böyle olur işte. Nerede olursa olsun güzel filmleri, oyunları izler.

AKP’nin "Kronjurist" Adayı ve Eseri (Dinçer DEMİRKENT)

“Demokrasi, her şeyi uygun bir biçimde kendi kendine yapan ve yapamadıklarını temsilcileri aracılığıyla yapan, kendi yaptığı yasalarla yönetilen egemen halkın devletidir.” Bu sözler, Kamu Selamet Komitesi adına siyasal ahlak ilkeleri üzerine yaptığı konuşmada Robespierre tarafından sarf ediliyor. Bizim büyük liberal entelektüellerimizce Rousseau ile birlikte çoktan faşizmin atası ilan edilmiş Fransız devrimci Robespierre... Bu yazının girişine iki nedenle alındı. Birincisi yazının konusu bakımından temel oluşturan kurucu iktidar ve demokrasi arasındaki ilişkiyi çok iyi yansıttığı, ikincisi ise bu cümleyi Robespierre kurduğu için. Fransız Devrimi’ni hatırlamak, kurucu iktidar ve demokrasi kavramları söz konusu olduğunda kaçınılmazdır ve bu ikisini devrimle en çok bütünleştiren isim de Robespierre’dir.

Çağımızın radikal düşünürü Antonio Negri kurucu iktidar meselesini tartıştığı Ayaklanmalar (Insurgencies) adlı eserine “kurucu iktidar hakkında konuşmak demokrasi hakkında konuşmaktır” cümlesiyle başlar. Kurucu iktidarı yaratıcı çokluğun kalıcı üretkenliği ve sürekliliğiyle ilişkilendiren Negri, temsili kurumlar ve kurulu hukuki düzenin karşısına bu kaplara sığmayan çokluğun yaratıcılığını çıkarır. Kurucu iktidar kavramı da radikal sınırlarına taşınmış olur.

Robespierre’den Negri’ye sıçrayan, Sieyes’in mucidi olduğu ve Carl Schmitt’in yirminci yüzyılda canlandırdığı kurucu iktidar kavramını derinlemesine tartışmak isterdim. Fakat bu yazı Osman Can’ın eline düşmüş “kurucu iktidar” ile kendini sınırlandırmak zorunda. Hiçbir yazı ne yazık ki muarızının ufkunun ötesine çok fazla geçemiyor. Anayasacılık tarihimizin en ünlü raportörü, hakkını vermek gerekirse parlak bir zekâyla ön plana çıkan ve sonunda iktidar partisinin merkez yürütme organında yerini bulan Osman Can’ın geçtiğimiz haftalarda Alfa Yayınları’ndan çıkan “Kurucu İktidar” adlı kitabı çok büyük bir iddia ile ortaya çıkıyor: Can’a göre Türkiye’nin ve hatta -birkaç istisnayı dışarıda tutarsak- dünyanın gerçek anlamda ilk anayasası 2010’dan beri gelişen süreçte halkın demokratik temsilcileri tarafından yapılıyor! Osman Can, kitabında adeta Fransız Devrimi’nde Sieyes’in oynadığı rolü kendisine biçiyor. Zaman zaman parlak fikirlerin görünüp kaybolduğu eser, büyük iddialarının altını doldurmaktan yoksun olduğu gibi, iktidarın dilinden yaptığı tarih kurgusu da yıllardır gevelenen “bürokratik seçkinler-halk karşıtlığı”nın ötesine geçemiyor. Kitabın analiz gücünü ortaya koyması gereken kavramların kendileri dahi yapılandırılmadan kullanılıyor. Bu durum, bilimsel bir eser görüntüsü verilmiş çalışmayı gökyüzüne yükseldikçe hava kaçıran bir uçan balon durumuna sokuyor. Can’ın her iddiası daha elle tutulur hale gelmeden okuyanın elinde kalıyor.

Kitabın sunuşu Ergun Özbudun tarafından yapılmış. Özbudun’un sunuşu, düşünsel hayatımızda tipik hale gelmiş bir düşünce tembelliğini yansıtıyor. Bir iki cümlede açıklayayım. Özbudun birkaç ay önce, birçok boyutuyla Can’ın iddialarını yansıtmayan bir içerikte, 1924 Anayasası üzerine bir kitap yayımladı. Can’ın yazdığı konularda birçok eseri mevcut ve bunlardan bir tanesi hukuk fakültelerinin çoğunda ders kitabı olarak okutuluyor. Özbudun kendi eserleriyle ve anlattığı dersin içeriğiyle önemli ölçüde karşıtlıklar taşıyan kitabı sunarken hiçbir itiraz dile getirmiyor. Kitabın gramerini çıkarmasını ve tartışmaların ortaya konmasını beklediğimiz sunuş yazısı da kuru reklamın ötesine geçmemiş oluyor. Bu yaygın tavır düşünsel bir kuraklığın göstergesi olarak değerlendirilmeli.

Kitap yedi bölüm olarak tasarlansa da üç temel üzerine yerleştirilmiş: Kurucu iktidarın doğası, tali kurucu iktidar ve Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi. Bu üç temel bakımından savunulan ana fikirlerse şöyle: Türkiye’de iki kurucu bulunmaktadır. Birincisi 1876 Anayasası’ndan itibaren yerleşen bürokratik seçkinlerin kurucu iktidarı, ikincisi ise sadece 1921’de ortaya çıkmış ama bürokratik seçkinlere karşı varlığını ortaya koymaya çalışan demokratik kurucu. Bu parlak düşünce çok incelikli bir biçimde yapılandırılma olanağına sahipken, Can, Türkiye’de sosyoloji alanında yerleşmiş “merkez-çevre paradigması”nın kötü bir uygulamasını sunmanın ötesine geçemiyor. Örneğin 1921 öncesi kongre iktidarlarının adı bile çalışmada geçmiyor. Fakat bu teze dayanarak sayfalarca süren kurucu iktidar analizlerinde nedense temellendirmediği bir biçimde “AKP’nin giriştiği anayasa yapımının Türkiye’nin tek gerçek anayasasını! ortaya çıkaracağını” iddia ediyor.

İkinci temel fikir Türkiye’nin 1921 dışındaki bütün anayasalarının ferman anayasa niteliğinde olduğu ve gerçek anlamda anayasa değeri taşımadığı. Üçüncüsü ise Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerine ilişkin verdiği iptal kararlarının yok hükmünde olduğu. En tutarlı savunulan bu üçüncü fikir Can’ın raportörlük döneminin çok daha verimli olduğunu ortaya koymaktan gayri bir değer taşımıyor. “En yaratıcı” fikri sona sakladım: 1987’den beri geriletilmeye başlanan bürokratik seçkinci kuruculuk 2010’da iyice arka plana itilmiştir ve artık AKP’nin başlattığı anayasa yapım süreci ile Türkiye gerçek anlamda ilk anayasasına kavuşacaktır!

Bu fikirler temellendirilirken kullanılan üç ana kavrama son on yıldır aşinayız. Bunlardan ilki “darbe”, ikincisi “vesayet”. Üçüncüsü ise biraz daha karanlık bir kavram: “Derin Anayasa”. Darbe ve vesayet kavramlarını yapılandırmak için hiçbir uğraş sarf edilmiyor. Türkiye tarihi sınıf çatışmasından azade bir biçimde tarihin motoru haline gelmiş darbeciler demokratlar çatışmasına indirgenirken vesayet de bunun çatı kavramı olarak kullanılıyor. Halbuki “darbe” kavramı üzerine Machiavelli’den beri gelişen önemli bir literatür varken ve bir kamu hukuku kavramı olarak “vesayet” kavramı da yapılandırılmaya muhtaçken, bu zaaflar Can’ın ‘kronjurist’lik hayallerinde bir eksiklik yaratmıyor olsa gerek ki üzerlerine gidilmiyor.

Derin Anayasa kavramının yapılandırılış biçimi ise en önemli meziyetlerinden biri Almanca okuyabilmek olan yazar hakkında şüpheye düşmemize neden oluyor. Derin anayasa kavramı, Schmitt’in Anayasa Öğretisi (Theory of Constitution) adlı eserinde yaptığı “anayasa” ve “anayasal yasa” ayrımına dayandırılmış. “Bir kararcı olarak kurucunun siyasal birliğin şekli ve içeriğine dair verdiği karar” olarak anayasa ile “anayasada yazılan daha önemsiz normlar arasında ayrımı” ortaya koyan Schmitt’in Türkiye’yi anlamak için kullanıldığı çalışmada kararcılığın anlamlı bir eleştirisini görmenin mümkün olmadığı gibi, Schmitt’in bütün bunları çevreleyen “demokratik kurucu iktidar” kuramının esamesi de okunmuyor. Can’a göre, Derin Anayasa, bürokratik seçkinlerin ve onların içinde egemen olan ordunun “devletin biçimi ve içeriği hakkında verdiği siyasal karar” ve bürokratik seçkinciliğin başka bir karakolu olarak görülen Anayasa Mahkemesi tarafından “hukuksuz” biçimde “bu kararın değiştirilmesinin engellenmesi” olarak anlaşılıyor. Ne analiz!.. Dahası, Schmitt’in “temsilci”, “delege”, “ajan” gibi kavramlar arasında yaptığı ayrımlar hiçbir şekilde eserde görmezken -ki Schmitt kurucu olarak halkın temsil edilemeyeceği yalnızca delege edilebileceği fikrindedir- AKP’nin çoğunlukta olduğu TBMM, anayasa yapıcı iktidar olarak hiç sorunsuz karşımıza çıkabilmektedir.

Schmitt hakkındaki bazı fikirler ise yazarı açıkça komik duruma düşürüyor. Osman Can, Schmitt’in Türkçede de yayımlanmış olan Siyasi İlahiyat adlı denemesinden şu ifadeleri alıntılıyor: “Modern devlet kuramının tüm parlak kavramları, aslında sekülerleşmiş ilahiyat kavramlarıdır”. Can bunu değerlerin dogmatikleşmesiyle ilgili bir düşünce olarak algılamakta hiçbir sakınca görmüyor. Schmitt’in, hukuk ilminin metafiziği ile teoloji arasındaki paralelliklere işaret ettiği çalışması birden değerlerin dogmatikleşmesinin eleştirisi olarak görünüveriyor.

Osman Can’ın “Kurucu İktidar” adlı eseri için çok daha ayrıntılı bir incelemeye ihtiyaç olduğu kesin. Bu, ilkin burada işaret etme fırsatı bulduğum temel problemlerin açıklıkla ortaya koyulması bakımından gerekli. Fakat daha önemlisi başka örnekleri de karşımıza çıkacak ve egemen hale gelecek olan yeni anayasa tarihi yazımının malzemesini ortaya dökmek açısından gerekli bu. Tabii burada da kalmamak gerekir. Başta Negri’den alıntıladığımız gibi kurucu iktidardan bahsetmek demokrasiden de bahsetmek demektir. Dolayısıyla bu kavram ne darbe savunucularına bırakılacak kadar önemsiz (Kenan Evren’in avukatının yaptığı savunmayı hatırlayın) ne de Osman Can’ın temsil ettiği egemenlerin yeni ideologlarına teslim edilebilecek kadar zayıftır. Kurucu iktidar yeni başlangıçların ve yeni kuruluşların kavramıdır ve gerçekte devrime yazgılıdır.

Kronjurist: Başhukukçu anlamındaki bu kavram Nazi Almanyası döneminde Carl Schmitt için kullanılmıştır.

KURUCU İKTİDAR, Osman Can, Alfa Yayınları, 2013.

Çağdaş Öykücülük ve Peter Nadas (Onur KOÇYİĞİT)

Ölümle Baş Başa, Peter Nadas’ın dilimize çevrilen ilk kitabı, başka bir deyişle yeni bir yazar daha kazandık. 1942, Budapeşte doğumlu olan Peter Nadas, Çağdaş Macar edebiyatının son dönemde öne çıkan isimlerinden birisi. Bir süre gazetecilik de yapan yazar, Philip Roth, Elfriede Jelinek, Harold Pinter gibi önemli yazarlara da verilen Franz Kafka Edebiyat Ödülü’nü 2003 yılında kazanmıştı.

Kitabın ilk öyküsü “Kutsal Kitap” ve Macar Devrimi’nde aktif olarak rol almış ve devrimden sonra da devlet kademelerinde çalışan milis bir aileyi konu alıyor. Anlatıcımız ise evin tek çocuğu olan Gyurka. Ebeveynlerinin ne iş yaptığını tam olarak bilmeyen anneannesi gibi o da yalnızca evde var olmanın ve bundan sonra da sonsuza dek var olacak olmanın mutluluğuyla yaşayan bir çocuk ve bunun esas yaşama biçimi olmasını da kanıksamış durumda. Çocukluğun, bireye tanıdığı “suça eğilimli olma” konusundaki muafiyeti de kendinde görüyor bu yüzden. Tam bir flanör olarak yaşıyor ki, dedesinin ona “bütün gün ne yaptığı” konusundaki sorusuna cevabı da bunu kanıtlar nitelikte: “Hiçbir şey yapmıyorum,” diye düşündüm, “Hep ne olacak diye bekliyor, hayal kuruyorum.”

Gyurka’nın suça eğilimine tekrar dönersek eğer; bu konuda tam bir baş belası, köylerden birisinden eve hizmetçilik yapmaya gelen Szidike’ye kurduğu komplolar, onu hataya zorlayan davranışlar, cinsel tacizde bulunmalar gibi birçok nedenle kendini suçun içinde buluyor. Burada Peter Nadas’ın anlatıcı tekniğinden dem vurmak gerekiyor zira Nadas, anlatıcısının çocuk olmasındaki avantajı bir üst seviyeye taşıyor ve çocuk dahi olsa insanın doğasında bulunduğu söylenen “şiddet isteği” ile karakterinin faşizan hareketlerini normalleştiriyor. Bu normalleşeme anlatıcısının davranışlarını onamaktan çok sorgular bir biçimde oluyor. Anlatıcıyı karakterden, nesneden, olaydan vd. ayrı tutmadan yapılan bu sorgulama ve tanımlama isteği büyük bir başarıdır. Anlatıcının, nesne-dili üst-dilden ayırdığı ve tezini mantığa kavuşturduğu bir öykü, metnin kendi içinde tutarlı bir argümanla ilerlemesini sağlıyor. Öykünün sonlarına doğru küçük şeytanımız Gyurka’nın hizmetçi Szidike’nin hırsızlıkla itham edilmesine karşı çıkması ve Kutsal Kitap’ı, İncil’i çalmadığını söylemesi ve orada yeni bir yalan üreterek kitabı ona kendinin verdiğini söylemesi, bütün öykü boyunca nefret edilen anlatıcının hem okur nezdinde hem de az önce bahsettiğim nesne-dil/üst-dil ayrımının çözümlemesinde sağlam bir araç oluyor. Özellikle belirtilmesi gereken bir başka durum ise kitabın özgün dilinden, Macarcadan çevrilmiş olması; bu türden bir çözümleme yapmak için kitabın özgün dilinden çevrilmiş olması ya da okunması ve biçemin korunmuş olması esastır.

Statik Hayata Özlem

İkinci öykü, “Bahçıvan” ise öykünün hemen başında annesinin öldüğünü anladığımız ve babasıyla mesafeli bir ilişkisi olan bir çocuğun hikâyesini konu ediyor. Bahçelerinde yetiştirdikleri bitkileri satarak hayatlarına devam eden küçük bir ailede, annenin ölmesi büyük bir yaradır ve iyileşmesi söz konusu dahi olamaz. Evin tek çocuğu Dodji, annesinden boşalan mutfak tezgahına kurulmakta geç kalmıyor ve yemek dahil ev işlerinin patronu oluyor. Babası, eşini kaybettikten sonra muazzam bir yalnızlığa ve karamsarlığa düşüyor. Dodji bütün bu olan biten içerisinde annesini kaybetmiş bir çocuğun bütün karakteristiğini taşıyor; annesinin ölümü ile hayatın artık devam edemeyeceğini/ etmemesi gerektiğini, yaşayacağı korkuları nasıl atlatacağını, babasını artık kendisine eskisi gibi davranmayacağını, bütün bunların ise kendi suçu olabileceğini düşünüyor. Bu travma henüz tazeyken babasının çiçek satan bir kadınla evlenmek istemesi de hüznünü katlıyor. Nadas, “anne” imgesi üzerinden çözümlemeler yaptığı bu hikayesinde tamamen insanın çaresizliğine yoğunlaşmış. Olaylar ve durumlar karşısında bireyin kendisini nasıl konumlandıracağını ve pozisyon alırken hangi parametreleri esas alacağını belirlemeye çalışıyor. Dodji’nin üvey annesine karşı tavrını biçimlendirebilmesi adına bireyin ne denli yabancılaşmalara sürüklenebileceğini kısa ve net tariflerle anlatıyor. Ailenin de bir tür statüko olduğunun, anne gittiyse eğer yerine yeni bir anne gelmesi “gerektiğinin” ve bunun ailenin varlığını sürdürebilmesi adına gerek-yeter şart olarak görülmesinin çarpık durumunu anlatmaktan da beri durmamış zaten. Bireyin, çocuk dahi olsa statik bir hayata özlem duymasının ardında yatan nedenleri de mümkün olduğunca detaya başvurmadan anlatıyor olması da öykünün kendi içindeki tutarlılığını ispatlıyor.

Çocuk Anlatıcılar

Kuzu adlı öykü ise Nadas’ın toplumcu denilebilecek ve bu türden gereklilikleri, belirtileri bulunduran öyküsü. Anlatıcı yine bir çocuk ve tanrı-anlatıcı konumunda. Gördüğünüz gibi Peter Nadas, bütün anlatıcılarını çocuklardan seçiyor ki, bu çok kolay bir iş değil, handikap yaratabilir ancak Nadas hem dil öğeleriyle ilişkisinde hem de kurgunun kendisinde bunu bir avantaja çevirmiş durumda. Macaristan’ın gecekondu bölgelerinden birinde geçen hikaye, bir çocuk oyun grubunun çeteye evrilmesinin ve yaşadıkları ortamı içinde bulunan insanlar için ne tür bir cehenneme döndürülebileceğini anlatıyor. Rezso Roth, mahallede yaşayan yalnız bir Yahudi ve ne iş yaptığı bir kenara ne yiyip ne içtiği dahil bilinmeyen ve hakkında milyon tane türlü efsanenin üretildiği bir adam. Çocuklar da ebeveynlerinin yönlendirmesiyle bir Yahudi’nin mahallede olmasına tahammül edemeyen ve her eylemini Roth üzerinde gerçekleştiren bir ordu haline gelmiş durumda. Bürokrasinin bir gün gecekondu mahallesine bir heyet göndererek bir park yaptırmak istemesi ile Roth’un yapılacak parkta bekçi/bakıcı olarak görevlendirilmesi onu hedef tahtasının tam ortasına oturtuyor. Fabrikalar ve bir çöplük içine konuşlandırılmış olan mahallenin bir parka sahip olması ile gelen ironi bir yana, anlatıcımız çocuğun çözümlemeleri de kurgunun etkileyiciliğini belirliyor. Ebeveynlerden hareketle “…aynen biz çocuklar gibi bir düzenin parçaları ve araçları idiler ve bu düzenin üstüne çıkabilecek bir iktidar yoktur, ancak düzendir bu düzenin üstüne çıkabilecek olan. Başka bir düzen. Ve eğer anlamaya çalışırken yanılmıyorsam yapılması gereken şey, bu düzenin araçları, kısımları ve katılanları olan bizlerin yumruk dövüşünde birbirimizi değil, tepemize oturan o düzeni yenmemizdir.” Ebeveynlerinin bir Yahudi’nin(!) bürokrasiyle dirsek temasında olmasından hemen sonra bu çözümlemeyi yapması da çok mühim. Sonuç olarak, Nadas’ın da yazdığı gibi düzenin değiştirilmesi gerek ve bu düzeni değiştirecek olanlar da “düzenin katılanları” olarak bizleriz. Ölümle Baş Başa da bu yalnızlığın bireyci olduğunun ancak “olmaması” gerektiğinin anlatıldığı bir kitap ve Nadas’ın başarılı hikâyeciliğinin çok net bir örneği olarak görülüyor.

ÖLÜMLE BAŞ BAŞA, Peter Nadas, Çev. Gün Benderli, Can Yayınları, 2013.

Sırdaş Öyküler (Berna ÖZPINAR)

Neden “Eksik Yıl?” bilmiyoruz. Kitapta bu isimde bir öykü yok, bunun cevabını okur bulacak. Arka kapağındaki kitaptan alıntı, sanki bir parça sır verir gibi: “Hayatın bilgisini veren öğretmenin kitabında, kış geceleri annemiz yemek yapar, babamız televizyon karşısında, elinde gazete keyif çatar. Sobanın yanı başında kedimiz uyur değil mi? Değil. O da değil!” diyor.

O halde biraz daha sabırlı olalım ve bakalım: Onur Çalı’nın “Eksik Yıl” adlı ilk öykü kitabı, sunumunda “Kaktüs’e, Kaplumbağa’ya ve Papatya’ya” ithaf edilmiş ve kısa öykünün bulanık atmosferinde okuru karşılıyor. Her şeyi okuruna hazır sunmak ve ona ne anlaması gerektiğini anlatmak yerine, daha çok duygulandırmak ve sezdirmek suretiyle, okura kendi öyküsünü de aratan bir tarzı var.

Yazarın ürünleri; Yasakmeyve, Bireylikler, Kitap-lık, Akköy, Öykü Teknesi, Radikal Kitap, Edebiyat Haber gibi çeşitli dergilerde yayımlanmış. Ayrıca kendisi internet ortamında parşömen-sanal fanzin ve www.parsomen13.blogspot.com’u yayımlıyor. Kısaca Onur Çalı, bu ilk kitaptan önce edebiyat araştırmaları, kitap tanıtımları ve tercümeleriyle de okurun karşısına çıkmış genç ve üretken bir kalem.

Eksik Yıl, değişik metin boylarında, ama daha çok kısa öykü türünde, yirmi bir öyküden oluşuyor. Öykülerde yoğunlukla yer alan konuların; yalnızlık, yabancılaşma, eşcinsellik, cinsellik, mülteciler, kadın ve sorunları, zaman, yaşlılık ve aşk olduğu görülüyor. Hayatı ve varoluşu sorgulatan bu konuların yazınsal gerçekliğe, bayağılaştırmadan ve tekrara düşmeden, dönüştürülmesi gerçekten zor ve maharet isteyen bir iş. Onur Çalı, bu işin üstesinden de başarıyla gelmiş.

Yazarın seçtiği konuları, ince ve esprili bir duyarlılıkla işlediği görülüyor. Karakterler reklâmı yapılan bilmem kaçlı karışımlardan içiyorlar. “Temmuz’u Almak Satamadan Götürmek” öyküsünde, bir yanda yazar olmak hayalleri kurarken Şeytan’la karşılıklı içilen bira gerçekten çok keyifli. Dahası Şeytan, hiç kibirli değil, iyi birine de benziyor. Sanatçı adayı dediği karaktere yazar “Gerçi tarih boyunca bazen kendimi tutamayıp kitaplar yayımlamadım değil” diyerek bir de sırrını veriyor.

“Ağaçları Kurtarma Komitesi, Lahmacun, Necibe’nin Kaşları Kare” öykülerinde, doğa bilinci, tüketmek uğrunda tükenen insan, lahmacunla karnı doyup pizza isteyen çocuklarla sezdirilerek, emek ve mücadele gibi toplumsal bir söylem de ortaya çıkmış.

Gündelik dil kullanımlarına, özellikle konuşma dilinin akışkanlığına çoklukla yer verildiği ama esasen bunları çeşitlemek arzusunun da olduğu seziliyor. Dil oyunlarında, mesleği tercümanlık olan yazarın, yabancı sözcüklere de Türkçe anlatıda yer verdiğini “Sweet November” gibi öykü isimlerinde görüyoruz. Heyecanlı ve romantik bir dil öykülere hakim. Öykülerin birbirinden ayrılan konu, anlatım ve dil yapılarından da yazarın yenilik peşinde olduğu, gerek dilde ve gerekse şekilde arayışının ve bu arayışta kararlı olduğunu görmek mümkün.

Yazarların ilk ürünlerinin otobiyografik öğelerce zengin olduğu söylenir. Şüphesiz, genç yeni bir yazar hakkında bunu söylemek için erken. Ancak, bu tespiti şöyle anlamak da mümkün: sanatçıların ilk ürünleri, onları okuruna sırdaş eden ürünler oluyor. Bu sırdaşlıkta yazarın; başucu kitaplarını, hafızlığını yaptığı şairleri, izinde yürüdüğü yazarları açık yüreklilikle ortaya koyduğu görülüyor. Eğer bu yorumu ışık alırsak; Eksik Yıl içinde, La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote’yi, şairler Hüsnü Arkan, Can Yücel, İlhan Berk, Akif Kurtuluş ve Arthur Rimbaud’yu ve onların hayatı ilaç eden dizelerinin öykülere sinmiş macerasını, şiirselliğini parıltılarla görüyoruz.

Eksik Yıl, kısa ama derin konulara ince ince nüfuz etmiş sıcak bir kitap ve edebiyatımıza sözü bitmemiş genç bir yazarı getirmiş. Öykü ve özellikle kısa öykü severler için keyifli bir okuma sunuyor.

EKSİK YIL, Onur Çalı, Komşu Yayınevi, Eylül 2012.

Bir Türküdür Direniş (Halil ÇAMAY)

Roman; göçle birlikte kültürlerin de taşındığı, Anadolu kasabası havasındaki bir İstanbul semtinde geçiyor bahçelerle çevrili gecekondularda, tertemiz yüreklerinde uzun boylu hayaller yetiştiren yoksul halk yığınlarının buluştuğu bir semtte...Hala çocuk yürekli bir 78'linin, İlyas Zeki Kutlu'nun Türkü'sü bu...Yazarken o günleri an be an tekrar yaşamış Kutlu. O günlere ait hala öfkeleri ve sevinçleri var. Davasına küsüp ; “beceremedik, bizi anlamadılar” demeyen, o heyecanı aynı ilk gençlikteki gibi hala yüreğinde taşıyan bir adamın Türkü'sü...

Kitabın bir bölümünde hipodromun görünmeyen yüzünü anlatıyor Kutlu. Atların sidik kokusuna mahkum, atlarla birlikte yaşayan seyisleri anlatıyor. Hipodromun mimarisini okuyucu gözünde canlandırırken; sanki eski Roma’da, bir arenanın içinde hissediyor kendisini. Onca yer varken o koskoca sahada, kendi bindiği atlarla birlikte yatması için seyislere reva görülen yapılarla, zincire bağlı gladyatörlerin arasındaki farkı anlamaya çalışıyor okuyucu. Anadolu’dan gelip ekmek kavgası veren gönüllü kölelerle, savaş esiri gladyatörlerin farkı...

Tepeyi ve tepedeki politika ağalarını değil; Sokağı ve sokaktaki inançlı insanların mücadelesini anlatıyor bu kitap. Kariyer kaygısı olmayan, emeğin kutsallığına inanmış, gerçek ve doğal devrimcilerin romanı bu. Gecekondularda yaşayan halkın yaşam mücadelesine eklenen yıkıma karşı mücadele, hipodromlarda at pislikleri içerisinde yaşayan gurbetçi seyislerin hak arama mücadelesi, fabrikalardaki sendikal örgütlenmelere karşı faşistlerin işçilere olan baskıları ve bu dengesizliği bir şekilde fark etmiş bir avuç temiz yürekli çocuğun kavgası…

Dozerler! Dozerler! Dozerler!

Çığlıklarla bir anda boşalan kahvehaneler ve gecekondular karşısında korku filmi gibi bir sahne yaşanıyor. Bir Transilvanya kasabasında, kurt adamların bir gün geleceğini bile bile, korku içerisinde de olsa günlük yaşamlarına devam eden kasabalının bir anda kurt adamların gelmesiyle çığlık çığlığa sağa sola koşturdukları bir film sahnesi gibi, mahallelinin ellerinde taşlar sopalarla çaresizce dozerlere koşturması…

Bu günlerden o günlere başımızı geriye çevirip bakmamızı sağlıyor bu kitap. Baktığımızdaysa bu kadar kirlenmemiş bir dünya görüyoruz. Henüz sindirilememiş, korkusuz yoksul emekçi halk ve proletaryanın mücadelesinin onurlu, yiğit halkla buluştuğu bir dönem. Yine aynı şekilde, bir lokma ekmeğin peşinde koşturan tertemiz onurlu emekçi yığını…Hakkını arayan emekçiye devlet ağzıyla “terörist” değil, “hakkını arayan emekçi” diyor halk ve akın akın ziyaret ediyor hipodromdaki grevi ellerinde yiyecek torbalarıyla…

Şartların daha ağır olmasına rağmen daha sıcak daha samimi bir halk… Nerede hata yaptık ve ne zaman bu kadar duygusuzlaştırıldık, ne zaman bu kadar yabancılaştık birbirimize, ne zaman mazlumun karşısında, zalimin eteklerini öper olduk?! Diye sorduran bir halk!...

Ve devrimcinin göğsünde yanan ateşin çatallanması… AŞK

“şey… Demek istemiştim ki, biraz düşünmeliyim belki.”

“acemi sevmelerim, ah benim acemi sevmelerim…” nereden düştü bu cümle aklıma bilmiyorum, bir şiirden belki de, belki de bir şarkıdan. Ama nereden düştüyse isabetli bir anda düştü. Salih’le Arzu’nun ilk buluşmaları, ilk defa el ele tutuşmaları, her ikisinin de randevuya erken gelmeleri, titreyen seslerle kurulan utangaç cümleler… “ah benim acemi sevmelerim…

“Utangaç ve tertemiz çocuklar ordusu,

Kırarsa bir gün zincirlerini…”

“ Biz 78 liler dönemimize ilişkin nesnel ve yüreklice bir özeleştiri yapabilmiş değiliz. Aksine, genelde yapılan 12 Eylül mağdurları! Olma vurgusu olmuştur. Biz 12 Eylül faşizminin mağdurları değil, muhatabıydık. Bir diğer gerçek te, bizim sonraki kuşaklara kendi deneyimlerimizi aktarabilme konusunda oldukça yetersiz oluşumuzdur. Bence bu yetersizliğin temel nedenlerinden birisi de zaten kendimizle yüzleşmemiş olmamızdır!” ” diyor İlyas Zeki Kutlu kuşağından ve kitabından söz ederken.

Ve kahpe bir kurşunla son buluyor roman...

-Biz yaşadık mı Salih?

- Yaşadık elbet dostum, elbette yaşadık biz. Yaşıyoruz ve yaşayacağız, hem de her zaman, onurumuzla…

TÜRKÜ SÖYLER GİBİ!!!

TÜRKÜ SÖYLER GİBİ, İlyas Zeki Kutlu, Su yayınları, 2011. 

Boş Beklentiler (Aykan SEVER)

İtiraf etmeliyim. Cengiz Çandar benim için hep Turgut Özal'ın danışmanıydı. Dolayısıyla ultra-milliyetçiydi. Arada Filistin'le ilgili eski bir kitabına ve bazen gazete yazılarına göz atsam da, benim için pek ehemmiyeti olmadı. Ta ki geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınlarından çıkan “Mezopotamya Ekspresi” kitabına kadar… Bu kitaptan beklentilerim vardı, çalkantı içindeki Ortadoğu coğrafyasında en nihayetin bu konulara tanıklık ve bir biçimde aktörlük etmiş bir gazeteci kendisiyle mi hesaplaşacaktı?

İlk önce kitabın hakkını teslim edelim. Cengiz Çandar, Orta Doğu'nun 1. Dünya Savaşı sonrası nasıl şekillendiği, 70'li yıllardan günümüze, Filistin ve Kürt Hareketinin gelişim seyrine dair, bize kendi cephesinden çeşitli bilgiler sunuyor. Ayrıca bazı tarihi kimliklere göz atma olanağı elde ediyoruz. Özellikle 1. Dünya Savaşı sonrası coğrafyanın nasıl şekillendiğini bilmek, Ortadoğu coğrafyasında bu gün yürüyen yeniden biçimlenişi anlamak için anahtar rolü oynayabilir. Öte yandan diplomasi denilen insanlıktan uzak dünyanın koridorlarını Çandar'ın aktardığı kadarıyla görme imkânı buluyoruz.

“Ömür” Sözcüğü Etrafında Dönen Bir Kitap

Ömür sözcüğünün birçok kere kullanıldığı bu kitapta ister istemez içtenlik beklentisi oluşuyor. Ya da benim için öyle oldu. Ne de olsa şöyle bir geriye doğru bakarken hangi insanoğlu her şeyi pürüzsüz olduğunu söyleyebilir ki? Demek ki söyleyebilenler olabiliyormuş. “Ömür” birçok kere büyük iddialarla bezenmiş bir biçimde yer alıyor. “Ömrüm Türk-Kürt kardeşliği için çalışmakla geçti” “ömrüm darbeler karşı olmakla geçti” vb. Kitabın ilerleyen sayfalarında (s.301) bu pürüzsüz tarih anlatısının şahikasıyla geçmişte ve bu gün savunduğu savaşları aklarken karşılaşıyoruz. En temelde bakış açısındaki yanlışlığı, burada tarihe determinist açıdan baktığını söyleyerek ele veriyor. Bu gün Suriye örneğinde de gözüktüğü üzere savaşın nedenlerini sorgulamaksızın, olası sonuçlarından hareketle her seferinde niye müdahale etmeyeli mi dayatıyor. Aynı mantık zaman zaman dezenformasyon eşliğinde her türden saldırganlığı meşrulaştırmak için kullanılıyor. Temelde mantık hatası yapıyor, tarihi bir zorunluluklar silsilesi olarak okuyup, insanları nesneleştiren, olup biteni anlamaktan çok kabullenen bir düşünme biçimine bizi hapsediyor.

Irak Savaşı örneğine dönecek olursak, “olması gerekiyordu oldu” gibi bir totolojiyi, bize büyük bir bilgelik diye sunabilmesi Cengiz Çandar'ın sanırım asıl yeteneği olsa gerek. Diğer açıklama çabalarını hor görerek kendisinin yanılgı noktalarından biri olarak tespit ettiği Irak Savaşı sonrası açığa çıkan direniş tamda determinist tarih anlayışının saçmalığını gösterir. Acaba artık o gün bombalamalarda 100 kişiden aşağı ölü sayısı varsa haber bile olamayan Irak hakkında ne düşünüyor? Kendisinin de içinde yer aldığı demokrasi havarilerinin ütopyası bu muydu?

Sorularımıza devam edelim. Ömrünü adadığını söylediği davalardan biri olan Filistin meselesini, Filistinliler için bir hapishane hayatına dönüşürken, acaba hemhal olduğu ABD’li yetkililere,”ya arkadaş bu kadarda olmaz!” demiş midir? Diğer ömürlük meselesi Kürt halkına gelelim. Bu konudaki hayalini biraz Özal döneminden beri biliyoruz. Türkiye ve Güney Kürdistan'ın bir biçimde aynı çatı altında yer alması. Bunun yerine neden dört parçanın bir araya geldiği müstakil bir Kürdistan ya da neden Ortadoğu'da bütün halkların birliği ya da neden sınırsız sömürüsüz bir dünya düşlemiyor? Bütün bunlar olamayacağı, reel politiğe uymadığı için mi? Yoksa bölgesel güç olma sevdasındaki sermaye kesimleri pek de ütopyalara yüz vermediği için mi? Yoksa düşündüğü sadece, birbirine zincirli Türk ve Kürtler aynı kapitalizmin bataklığında eşit ölçüde çırpınırken Türk ve Kürt oligarşisinin keyifle onları izlemesi mi?

Hem Türkiye ve Kürdistan ilişkisinde neden acaba Türkiye'nin rolünü sürekli bir hamilik olarak tanımlamaktadır? Yoksa o kendisinin de eleştirdiği, Kürtleri aciz gören milliyetçi bakış açısına bir yerlerden ortak mı oluyor? Yoksa Neo-Osmanlıcılık bir tür ultra milliyetçilik olmasın?

Bir de Sayın Çandar'ın “iflah olmaz darbe karşıtlığı”na gelelim. 12 Martı biraz biliyoruz, işin açıkçası 12 Eylül'de ne yaptığını bilmiyorum. Ama daha sonra kendi sözcükleriyle 12 Eylül'ün organizatör ve sürdürücülerinden olan Turgut Özal'a danışmanlık yaptığını biliyoruz. Vicdanına bir anda ne olmuştur ki bu terör rejimi mesullerinden birinin sevdalısına dönüşmüştür? Şimdi ona çok uzak hatıra gibi gelebilir ama olayın sadece şu kısmına bile baksa sanırım geçmişinden biraz rahatsız olur. Özallı yıllarda gözaltı süresi asgari 15 gündür. DGM savcılıkları isterlerse bu süreleri polisin isteğine göre daha da uzatabiliyorlardı. Gözaltı demek işkenceyle eşitti. Bu işkenceli sorgularda canını veren, sakat kalan yüzlerce insan oldu. Sayılara pekte meraklı olan Sayın Çandar (nitekim ABD’nin Irak müdahalesini meşrulaştırmak için Bush şu kadar öldürdü, Saddam bu kadar öldürdü hesapları yapıyor) isterse bu yıllara ait İHD arşivlerine bir göz atabilir.

Ülkeye “çağ atlatan” Özal bütün bunlara karşı bir şey yapmak yerine “Semra şu kaseti koyda neşemizi bulalım” demeyi tercih etti. Cengiz Çandar'sa Özal'la birlikte” bir koyup, üç almak için masaya Türkmen kartını mı sürelim Kürt kartın mı ?” gibi pekte insanca olmayan bir dille “yüksek” politika senaryoları peşindeydi.

Bu hatırlatma çabalarımın ve sorularımın safça olduğunun farkındayım. Çünkü Çandar birçoğumuzun görürken bile utandığı bir fotoyu (s. 75) sanırım övünç payı çıkarıyor olsa gerek ki kitabına almayı ihmal etmemiş. Tarihin putlarıyla poz vermek acaba hangi “put kırıcıya” yakışıyor?

Kişisel hayatıyla ilgili verdiği ipuçları da yukarıdaki tabloyu doğrular nitelikte. Yani etrafı pek umursamayan şişkin bir ego... Aile tarihinde yer alan büyük büyük dedesi Çandarlı Kara Halil ve Osmanlı İmparatorluğu'nun beş sadrazamını çıkarmış bir sülalenin mensubu olarak biz fanilere sıradanlığımızı bir kez daha anımsatıyor. Ara sıra tanınmış bazı romancılarla kendini karşılaştırarak övünmeyi de ihmal etmiyor. Ve çeşitli konularda zamanında ne kadar isabetli düşündüğünü yenileyip duruyor.

Sanırım ona sorsak böyle bir sülaleden gelen biri tabii ki yine bu gün yaptıklarını yapardı, yani padişahın akıl daneliği. Ama başkalarını suçlasa da kendi tercihinin sonuçlarını yaşıyor, bazı arkadaşları gibi farklı bir yerde bulunup Filistin toprağına düşebilirdi, ya da Türkiye'ye dönüp savaşmayı da seçebilirdi. Ama o ikbalini düzenden yana olmakta buldu.

Son bir soru: mevzumuzla pek alakalı olmasa da, o zamanki PDA' lı yoldaşları emniyette çözüldü, artık karşı tarafla çalışıyor olabilir diye doğru da olabilecek bir varsayıma itimat ederken, acaba ABD'nin önde gelen “demokrasi” ihraç etme sevdalısı kurum ve yetkilileriyle kendisi enseye şaplak kıvamında ilişki geliştirmiş olması sonucu, bu konuda yapılan imalar onu neden rahatsız etmektedir?

Mezopotamya Ekspresi: Bir Tarih Yolculuğu, Cengiz ÇANDAR, İletişim Yayınları, Aralık 2012, 640 Sayfa

Sahaftan Çıkan Lale Müldür Kitabı (Tamer SAĞIR)

Yaklaşık dört yıl önce İsitklal Caddesi’nda yürürken hep yaptığım gibi Aslıhan Pasajı’na girdim ve sahafları tek tek gezmeye başladım. O sıra bütün aklım fikrim Lale Müldür olduğundan olacak, sahaflardan birinde Lale Müldür’ün daha önce adını bile duymadığım bir kitabı olan Yağmur Kızı Böyle Diyor’u görünce nasıl heyecanladığımı anlatamam. Hemen parasını ödedim, başka kitaplara bile bakmadan heyecanla çıktım ve yolda kitabı okumaya başladım.

Colette Deble’nin çizimleriyle süslenmiş kitaptaki şiirleri Ahmet Soysal fransızcaya çevirmişti ve okuduğum her şey beni biraz daha sersemletti; tıpkı diğer Lale Müldür şiirlerinin bana yaptığı gibi!

Sonradan sadece 150 tane, Fransız Kültür Merkezi tarafından basıldığını öğrendiğim bu kitap/katalog hep kitaplığımın en ulaşılabilir yerinde durdu ve bana hayatımın bir yerlerinden göz kırptı.

Yıllar sonra arkadaşım Harun Atak Noktürn Yayınları’nı kurduğunda ve bir Lale Müldür kitabı basmak istediğinde hemen aklıma bu kitap geldi. Bu kitaptan ve bu kitabın daha çok kişiye ulaşması gereğinden bahsettim. O da bu kitabın üstüne düştü ve zamanında sadece 150 tane basılan bu kitabı sonunda okuyucularla buluşturdu.

Yağmur Kızı Böyle Diyor, Lale Müldür’ün dünyasında gerçek bir zirve! Şiirin bu “deli” kadını, Yağmur Kızı Böyle Diyor ile kendi dilinin zirvesinde dolaşıyor ve okuyucuya başka bir dünya vaad ediyor.

Lale Müldür, bu kitabında yine mistisizmden, ve kesinlikle semavi dinlerden besleniyor. Kutsal kitap dillerini başarıyla şiirinde harmanlayan Lale Müldür’ün okuyanı yerden yükseltmesinin bana göre en öenmli sebeplerinden biri bu. Zaten kendi dilinin tanrısı bir şairin okuruna üst bir dilden seslenmesini yadırgamıyorum ben. Lale Müldür Yağmur Kızı Böyle Diyor kitabında okuruna kimi zaman bir Tanrı, kimi zaman bir kraliçe ve çoğunlukla bir âşık gibi sesleniyor.

Peki kime bu aşk?

Ben Lale Müldür’ün dünyadaki her şeye aşık olduğunu düşünen insanlardanım. Tıpkı iyiliğin ve evrenin sırrına varmış bütün insanlar gibi. Geçmişi, geleceği, dinleri, inançları sevgiyle kucaklayan bir şairin aşkı var bu kitapta. Kimi zaman bu aşk karşımıza Lut Kavmi olarak çıkıyor, kimi zaman ise kırmızı bir gülden yükselen Allah aşkı olarak.

Kitabın 31. Sayfasında “Kim Tanrı’nın görkemine kafa yormak istiyorsa, kırmızı bir güle bakmalıdır” diyerek tüme varan bir aşk; ya da hiçliğin sırrına varmış cinsiyetsiz bir şairin yüceliği!

Lale Müldür dili kıran, dili parçalara ayıran bir şair. Kentli olmanın keşmekeşliği, içerisinde birçok şeyi çözmüş olmanın dinginliği var şiirlerinde. Bu da pek tabii şiirlerindeki dile hep yansıdı, yansıyor.

“Artık tüm düşler öldü

Terk etmeli kentleri

Çünkü dilimizi orda, kentlerde yitirmedik mi?” demesi bundan değildir de nedir?

Lale Müldür kendi şiir dünyasını yaratmayı başarmış az şairden biri. Bunu usta yapan şeylerden birisi de elbette bu. Şairler değerlendirilirken genelde kendi dilini yaratıp yaratmadığına bakılır; ama ben daha çok şairlerin kendi dünyalarını yaratıp yaratmadığına bakıyorum. Eğer bir şair kendi dünyasını yaratmışsa, mutlaka o dünyaya ait bir tane de dil bulmuştur değil mi?

Yağmur Kızı Böyle Diyor, Lale Müldür’ün farklı dünyasına girmek isteyenler için çok acımazsız bir kitap ve okuyucusunu bekliyor! Acımasız, çünkü eğer bu dünyayla bir derdiniz var ise bu kitap derdinizi büyütecek; yaranız varsa üstüne tuz dökecek, inançsızsanız sizi daha büyük bir boşluğa terk edecek, eşcinselseniz sizi daha fazla ötekileştirecek.

Benim okuma tavsiyem bu kitabı bütün kimliklerinizden sıyrılarak, sadece Lale Müldür dünyasına girmeye hevesli olarak okuyun ve kendinizi boşluğa bırakın. Emin olun Lale Müldür’ün müthiş ruhu sizin elinizi bırakmayacak ve mutlaka üstünüze yağmurlar yağdırıp sizi serinletecek.

Bu ince ama çok etkileyici kitabı ıskalamak belki de hayatı ıskalamaktır. Eğer hayatınızda şiir varsa, bu kitap da mutlaka hayatınızın bir yerinde olmalı.

Sahaftan çıkan ve okuyucusu için şu an raflarda olan kitabın tılsımına inanın ve Yağmur Kızı’nın neler dediğine kulak verin.

Yağmur Kızı Böyle Diyor, Lale Müldür, Noktürn Yayınları, 2012.

Marksizmin Teolojiyle İmtihanı (Halil TÜRKDEN)


Ernst Bloch, Henri Lefebvre, Antonio Gramsci, Terry Eagleton, Louis Althusser, Walter Benjamin, Theodor Adorno ve Slavoj Zizek... Bu sekiz önemli ismin yol boyunca aynı pansiyonda konaklamalarına neden olabilecek bir şey var. Hepsinin de şahsi olarak Kilise veya Hıristiyanlıkla ve elbette Marksizmle bir bağlantısı var.

Roland Boer, Ayrıntı Yayınları aracılığıyla Türkçe’ye kazandırılan Cennetin Eleştirisi adlı kitabında bu sekiz ismi teoloji adlı uzun bir yolda ilerlerken Marksizm adlı bir pansiyonda buluşturuyor. Boer’in kitabın hemen başında dile getirdiği ve belki de kitabın yazılış nedenini veren bir cümlesine kulak vermek gerek. “Geleneksel olarak Marksizm’in dini reddettiğine dair çok yaygın ve genellikle yanlış algıya rağmen Marksizm teoloji olmaksızın anlaşılamaz.” Marksizm ve teoloji çerçevesinde işlenen eserde, sadece aralarındaki kesişmeler değil; ayrılmış ve ayrılacağı düşünülen noktalar da tartışılıyor.

Zaman çizgisinde ilerledikçe, devrimlerden ziyade, özellikle Doğu Avrupa toplumlarının başından geçen rejim değişikliklerinin getirdiği yeni çıkış yolları arama çabası Marksizm’in tartışma ve araştırma yaşının aslında çok küçük olduğunu gözler önüne serdi. Her şey yeni başlıyordu ve Marksizm tartışılacaksa teoloji de orada olmalıydı. Bu yüzdendir ki, Boer bu kitabın aynı zamanda bir teoloji kaynağı da olabileceğinin altını çizmektedir. Öyle ki, birçoğumuzun bu zamana kadar Marksist kimliğiyle tanıdığı bu isimlerin yine birçoğumuzu yanıltarak teoloji alanında da söz söylemekle kalmayıp kayda değer bir katkıda bulunduğunu görebiliriz.

Yazarın üslubundan ziyade bu sekiz ismi tartışırken ve tartıştırırken uyguladığı yöntem üzerine düşünülmeli. Roland Boer, her şeyden önce eleştiriye işaret ediyor ve eleştiriyi yüceltiyor. Bunu yaparken, sekiz önemli ismi yine her birinin kendi yöntemiyle ele alıp, tabiri caizse, onların dilinden konuşuyor. Belki de yazar bu yöntemi kendine özgü bir yolla uygulamaya kalksaydı, Marksizm ve teoloji arasında zorlama bir köprü kurma çabası içinde olduğu veya teolojik deterministlik yaptığı yönünde olumsuz bir eleştiri getirilebilirdi. Tam aksine, yazar iki önemli kavrama da yeni bir pencere açmak ve yeni çözümlemelerde bulunmak niyetinde. Özellikle, yazarın bu sekiz isme adamış olduğu her bölümün sonuç kısımlarında bu çabasını başarılı bir şekilde hayata geçirdiğini görebiliriz.

İncil’le ilgili Marksizm, Katolik Marksizm ve Protestan sapması olarak kitabı üçe ayırdığını belirten yazar, bu sekiz ismin bölüm başlıklarını ise şöyle taçlandırıyor. Bloch’un Dedektiflik Çalışması, Benjamin’in İncil Mitini Sürdürmesi, Louis Althusser’in Dinsel Belagati, Henri Lefebvre’nin Dalaletleri, Antonio Gramsci’nin Ekümenizmi, Terry Eagleton’ın dönmesi, Slavoj Zizek’in Din Değiştirmesi ve Adorno’nun Kararsızlığı adlı bölümler kitabı sekiz parçaya ayıran başlıkların başında geliyor.

Kitabı bitirdiğimde, duvar enkazlarının altında ezilmek yerine çok daha güçlü ve çeşitli renkleri arkasına alan Marksizmi düşünüp “Başka bir teoloji mümkün müdür?” sorusunu soruyorum.

CENNETİN ELEŞTİRİSİ, Roland Boer, Çev. Melih Pekdemir, Ayrıntı Yayınları, 2013

Ne Hazırlıyor? Ömer Şişman (Utku ÖZMAKAS)

Şu sıralar 160. Kilometre yayın dizimizden çıkacak iki kitap var elimde: Mehmet Davut Özdal’ın ikinci şiir kitabı “Abesler” ve Erhan Altan’ın Tomris Uyar’la yaptığı Turgut Uyar üzerine söyleşi kitabı “Ben Koşarım Aşağlara, Koşarım”ın ikinci baskısı. Mehmet Davut Özdal nevi şahsına münhasır genç şairlerimizden. İlk kitabı “Mehmet Molla” şiirin dar çevresinde ses getirmişti. İlk baskısı 2005’te Dünya Yayıncılık tarafından yapılan “Ben Koşarım Aşağlara, Koşarım”ın yeni baskısı ise Turgut Uyar’ın oğlu Hayri Turgut Uyar’ın ilettiği çok enteresan bir sürprizi içeriyor: İlk defa kitabın bu baskısında gün ışığına çıkacak olan TDK yönetimi ile Turgut Uyar’ın 1969’daki yazışmaları hem şiir meraklılarını hem tarihçileri ilgilendirecek çok önemli bir belge niteliğinde.

Bu iki kitapla eşzamanlı olarak anlatı dizimiz Raskol’un Baltası’ndan da kitaplar yayımlayacağız. Raskol’un Baltası’na, Ozan Çınar’ın öykü kitabını hazırlıyorum. Ozan Çınar, henüz Edebi Şeyler kurulmamışken, internette rastladığım mikro öyküleriyle dikkatimi çeken bir yazardı. Keskin bir gözlem gücü, bir bakıma da müzisyen yordamı var. Karakterler ve olayların üzerinden notaların üzerinden geçer gibi geçiyor, ne çok bastırarak ne de özensizce.

Ne Çeviriyor? Akın Terzi (Utku ÖZMAKAS)


Şu sıralar Metis Yayınları için Erik Orsenna’nın Sur la route du papier adlı kitabını çeviriyorum. Orsenna’nın daha önce Pamuk Ülkelerine Yolculuk adlı kitabı Sosi Dolanoğlu’nun güzel Türkçesiyle yayımlanmıştı. Çevirdiğim metin, bir bakıma bu kitabın devamı niteliğinde. İkisi de “Küreselleşme Üstüne Küçük Elkitabı” altbaşlığını taşıyor. Orsenna ilk kitapta dünya çapında bir “pamuk yolculuğu”na çıkmıştı. Bu kitaptaysa kâğıdın peşine düşmüş. Dünyanın dört bir yanını dolaşarak, kâğıdın kadim serüvenini, hangi üretim aşamalarından geçtiğini bir bir anlatıyor. Orsenna tam anlamıyla nevi şahsına münhasır bir yazar: Öyle bir kitap yazmış ki hem bir seyahatname hem de “kâğıt” aracılığıyla küreselleşmeyi anlatan çok zevkli bir deneme gibi okunabiliyor. Bu bakımdan çok ilginç bir okuma deneyimi sunuyor diyebilirim.

Tabii bütün bunları okur gözüyle söylüyorum. Çevirmen gözüyle Orsenna belalı bir yazar. Gayet ironik ve mizahi bir üslubu var. Böyle bir üslubu Türkçeye aktarmak zorlu bir iş. Diller/kültürler arasında aktarması en güç unsurlardan biri mizahtır herhalde. Ama bunları hayıflanmak için söylemiyorum. Çeviriyi zevkli kılan şeyler bunlar. Çevirinin bu tür yönleri olmasaydı, zevksiz, hatta sakil bir uğraş olurdu.  

EVRENSEL KÜLTÜR Dergisi 255. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Evrensel Kültür’ün Mart sayısı muhalefet sözcükleri ve sloganları için vazgeçilmez mekân ve ezilenlerin kamusal alanda talep ettiği hakkın simgesi olan duvara ve duvarları konuşturanlara yer veriyor. Aydın Çubukçu Afişe Çıkmak kitabı ve sergisinden yola çıkarak afiş geleneğiyle ilgili bir yazı yazdı: Yazının Ötesinde Sözün İçinde. 70’li yıllarda kurulan Görsel Sanatlar Derneğinde örgütlenmiş sanatçıların yaptığı işlerle ilgili SALT-Beyoğlu’daki sergiyi ise Ulaş Başar Gezgin kaleme aldı: Duvar resminden Korkuyorlar. Bu arada çağdaş bir afiş ustası Fahrettin Engin Erdoğan da Viyana’da açtığı afiş sergisi ile dergide; Onur Öztürk ile Dilek Yalçın’a konuştu. Ankara’nın Avareleri Başkentin duvarlarını nasıl konuşturduğunu merak edenler ise Birkan Bulut’un söyleşisini okuyabilir…

Savaşın ve barış mücadelesinin sinemada nasıl yer aldığı değişik yazılarla işleniyor bu sayıda. Güzin Tekeşsavaş kadınlarını yazarken Seçil Toprak da savaşa çocukların gözüyle bakan yönetmenlerin filmlerini ele alıyor. M. Utku Şentürk’ün yazısı ise İran Sinemasında Kadınlık Halleri’ne bir göz atıyor.

Bu yılki Bienal’in konsepti “Anne Ben Barbar mıyım” sloganıyla belirlendi ve kamusal alandaki dönüşüme odaklandı. Bienal söylemini deşifre etmeye çalışan, bienal aracılığıyla kentsel dönüşümü meşrulaştırıldığını ve bunun için sanatın ve sanatçının kullanıldığını söyleyen Feyyaz Yaman, Niyazi Selçuk, Özcan Yaman ile yapılan bir forum da yer alıyor bu sayıda.

Kemal İnal’ın Popüler Kültür Dünyası’ndan Eleştirel Portreler bölümündeki yazısı Bir Carpe Diem Entelektüeli başlığını taşıyor ve Hürriyet’in ünlü yüzü Ertuğrul Özkök fenomenini tartışıyor.

Koray Karaermiş’in bu sayıdaki yazısı da modernliği sorguluyor. İstanbul Modern’deki sergiyi Evrensel Kültür okurları için gezdi ve izlenimlerini kaleme aldı.

Sınıf Çalışmaları Üzerine bu ayki not Murat Özveri’nin Türkiye’de Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve Sendikasızlaştırma adlı kitabına Onur Bakır tarafından düşüldü…

İZAFİ Dergisi 9. Sayı (Helin KÜÇÜK)


İzafi Dergisi son dönem Türk edebiyatının genç yazarlarını ele almaya devam ediyor: Derginin yeni sayısında Aslı Erdoğan dosyası hazırlandı.

Dergi 9. sayısında Oğuz Atay’ın ilk defa ortaokulda yazmış olduğu Yolculuk adlı metni ile sayfalarını okuyucusuyla buluşturuyor. Dergide Rus yazar Danııl Kharms’ın Bilge İhtiyarın Anıları, Yunan yazar Antonis Samarakis’in Nehir, Bora Abdo’nun Ben Gizlidir, Figen Alkaç’ın Israrı Kanadında, Sultan Komut’un Sayıklamalar-Bir, Hasan Uygun’un Kelebek, Çiğdem Aldatmaz’ın Şu Gelen Süleyman Olabilir mi? öyküleri yer alıyor.

Derginin bu sayıdaki şairleri: Hüseyin Kıran; Küstah Hayvan Tavrıyla, Mehmet Said Aydın; Taş, Ümit Erdem; Bazıncı Kişi Zamirleridir, Baran Çaçan; Aşağda, Bekir Türker; Korkma Plastik, Emrah Tahiroğlu; Cansız Atlar Kalır Geriye, Nihat Abay; Dar, Necmettin Topçu; İsmi Anılmayan Çiçek, Orkun Destici; Bana da Bir Şey Sen Anlat, Yeşim Özsoy; Kalp Saati. Ve son olarak Yavuz Acun; Dilê Gerok Kürtçe şiiriyle dergide yer alıyor.

Suçun Ritüelle Paylaştırılması (İlker AKÇASOY)

Ceza avukatı Jacques Vergès’in “Savunma Saldırıyor” isimli kitabındaki kısa biyografisinde dahi vurgulanmadan geçilemeyen, onunla bütünleşmiş meşhur bir sözü var: “Her suç topluma sorulmuş bir sorudur.” Ona göre hukuk sanatı ve sanatçısı tam olarak bu sorunun merkezine yerleşmelidir. Ancak hukuk sanatçısı bunu yaparken, özellikle “masumun suçlu, suçlunun masum” olduğu davalarda, yargılama düzenini yıkan ve davayı “kopuş davası” haline getirebilecek bir strateji devreye koymalıdır. Çünkü kopuşu seçen “oyunun” hakimi olacak, oyunun oynandığı “masayı devirecek” ve davayı ait olduğu alana götürerek “adaleti” tesis etme çabasına girecektir.

Bu çabanın önemini belirten Nurdan Gürbilek, Express Dergisi’nin 131. sayısındaki “Suç ve Ceza” başlıklı yazısında, “12 Eylül davasında Kenan Evren’in savunmasını Vergès yapsaydı” diye başlayarak kopuş stratejisine iki önemli eleştiri getirmiştir: Kenan Evren’in savunmasının kopuş stratejisi ile oluşturulmasında doğrudan açığa çıkabilecek, “suç ortaklığını açığa çıkarayım derken suçu [topluma] paylaştırarak önemsizleştirmek” ve “hukukun ardındaki çıkarı açığa çıkartayım derken adalet fikrine tutunacak dal bırakmamak” gibi iki tehlike söz konusudur. Bu tehlikenin zemin taşlarını yerleştiren şey ise, müvekkili nedeniyle savunma makamının davanın bir parçası olmasıdır. Dolayısıyla, Vergès’in “suç topluma sorulmuş sorudur” önermesiyle birlikte işletilen bir kopuş stratejisi, 12 Eylül davasına uyarlandığında, Gürbilek’in de altını çizdiği üzere “toplumun yüzde 92’si ne kadar suçluysa Kenan Evren de o kadar suçludur” ifadesinde vücut bulabilecek ve ortaya sadece “galibin adaleti” çıkacaktır.

Burada insanın aklına hemen birkaç soru gelmektedir. Mahkeme, savunma makamının davadaki stratejisinden bağımsız olarak, sadece işleyişi nedeniyle suçu topluma paylaştırabilir mi? Dolayısıyla devletin, Alevi katliamları, Roboski gibi gözler önünde işlediği suçları “topluma paylaştırabilmesinde” ve topluma yöneltilmiş bir soru karşısında toplumun sessizliğe gömülmesiyle birlikte olağanüstü yargılama rejimini olağanlaştırma konusunda mahkemenin nasıl bir rolü vardır?

Adaletsiz Adalet

Bir mücadele alanı olmasının yanı sıra mahkeme, ortada hukuktan söz edilemeyecek durumlarda dahi maddi varlığı nedeniyle, devletle toplum, toplumla kendisi arasındaki mesafeyi yeniden üreten bir işleyiştir. Haluk İnanıcı’nın derlediği “Parçalanmış Adalet” kitabı bu işleyişi gözler önüne sermektedir. Bu işleyişin mahkemeyi bir ritüel biçiminde örgütlemesiyle birlikte, söz konusu mesafeleri, var olan siyasal, toplumsal ve ekonomik düzeni inşa etme ve sürdürme rolü de açığa çıkmaktadır. Örneğin Seyid Rıza’nın yargılanması ve idam edilmesi, toplumda kimlerin kendi varlık nedeni olarak devleti bulması gerektiğinin altını şiddetle çizen bir egemenlik inşasıdır. Her ne kadar söz konusu egemenlik, Seyid Rıza’nın son sözlerinin altında ufalanmış olsa da…

Bu çerçevede mahkemenin sadece maddi varlığının dahi kurucu bir işlevi olduğunun, bu işlevin ise onun bir ritüel olarak örgütlenmesi nedeniyle söz konusu olduğu düşüncesindeyim. Çünkü mahkeme, hakikatinin kaynağı olarak sunduğu hukuktan ayrılsa dahi, ritüel olması nedeniyle adaletin sadece orada vücut bulabileceğini bizzat varlığıyla ifade eder. Bu nedenle mahkemeye dair oyun ya da gösteri tanımlamalarının, sorunu doğru formüle etmediğini, dolayısıyla da yürütülecek mücadelenin alanını işaretlerken yeterli olmadığı kanısındayım. Elbette, bir oyun ya da siyasal gösteri, toplumun bir varlık nedeni olarak devleti kutsayabilir. Hatta bunu yaparken, toplumun seyirciliğini, iktidarı kuran bir güce de dönüştürebilir. Ya da tarafların güç savaşını tarihselliğinden koparıp, bir “anın” içinde iktidarı kurabilmeyi de başarabilir. Ancak, bir oyun veya gösteride suça karşı hakikatin çağrılması, seyircilerin gözleri önünde olup biter. Marc Abeles’in Devletin Antropolojisi kitabında söylediği gibi, seyircilerin oyunu ya da gösteriyi beğenmemesi durumunda ıslıkla ya da yuhalayarak oyunu ya da gösteriyi iptal etmesi söz konusu olabilir. Öyleyse, her gün adaletsizliğinden yakındığımız mahkemeyi neden iptal edemediğimizi açıklamamız gerekir.

Dikkat edecek olursak, bir oyun veya gösterinin amacı, toplumun varlık nedenlerine saldırabilme ihtimalini bizlere sunabilecekken mahkeme, bu nedenleri her defasında yeniden üretmeye odaklanmıştır. Mahkemenin bünyesinde taşıdığı zaman, gündelik zamanın kıyısında ve ondan farklılaşmıştır. Bir ritüel olarak mahkemenin ürettiği nihai sonuç toplumun varlık nedeninin ya da nedenlerinin kutsanması ve bu nedenlerin toplumsal, siyasal bozulmanın dışında tutulması çabasıdır. Sadece bunlar da değil, aktörlerin tütsülenmiş halleri, tekrarlanan davranışlar, semboller, katı yasaklar ve en önemlisi tüm bunların toplumla devlet arasındaki mesafeye yerleşmesi nedeniyle topluma her şey yolunda mesajının verilmesi, bir oyun ya da gösterinin gücünü aşan, ancak kurucu bir niteliğe sahip ritüel aracılığıyla mümkün olabilir.

Bu nedenledir ki, gözler önünde cereyan eden ve failin bizzat devlet olduğu Hrant Dink cinayeti ya da Alevilere, Kürtlere yönelen katliamlar hakkındaki davalarda, toplumun kendi varlık nedenini bulduğu devletin, mahkemelerin “Türk Milleti” adına verdiği kararlarla geçmişin ve “şimdi”nin nasıl yeniden üretildiği ve nasıl korunduğu sorularına, oyun veya teatral bir gösteri değerlendirmesiyle verilecek cevap naif kalacaktır. Devletin toplumsal sistemi inşa edişini ya da koruyuşunu gözden kaçırabilecektir.

Hiçbir aklın ve mantığın kabul edemeyeceği delillerle insanların hayatlarına el konulurken “galibin adaletini” yuhalamak ise yıkıcı ve inşa edici bir anlam ifade etmiyor. Suç, toplumun hiç değilse bir kısmına sorulmuş, cevabı belli olan bir soru haline getiriliyor. Evet, ortada bir güç mücadelesi sahneleniyor, ancak bu oyun bir türlü iptal edilemiyor. Dolayısıyla bugün ÇHD’li avukatların ya da KCK tutuklularının başına gelen cadı avı, ensemizde tılsımlı, soğuk bir nefes olarak varlığını sürdürüyor.

AKP’ye muhalif örgütlenen siyasal tepkilerin dahi terörize edilmesi, hükümetin kendisine muhalif siyaset tarzını “makbulleştirme”, dolayısıyla yargı rejiminin içine çekerek siyaseti siyasetsizleştirme çabasına dönüşüyor. Bunu engellemenin yolu ise sorunun formülasyonuyla doğrudan alakalı bulunuyor. Bu nedenle mahkemeyi devletin toplum, toplumun ise dava ile arasındaki mesafeyi bizzat yaratması beklenen bir ritüel olduğunu hatırda tutan bir mücadele biçimi zorunlu olarak kendisini dayatıyor. Benim önerim, söz konusu ritüelin parçası olmayı reddetmek, dolayısıyla egemenin egemenliğini onaylatma çabasına sessiz bir isyanla cevap vermek, suç iddiasının sahibini iddiasıyla baş başa bırakıp önce mahkeme ile toplum arasındaki mesafeyi yırtmak ve sonrasında devleti, ritüelin içine yerleştiği yerden etmek için adliye önlerini bu mücadelenin alanı haline getirmektir. Toplumun varlık nedeni olarak devletin, ezilenlerin en temel haklarını nasıl tırpanlandığını, onları nasıl katlettiğini, varlık nedeni olarak ileri sürdüğü iddialarını nasıl yok saydığını gizlemesine izin vermememiz gerekiyor. Böylelikle, ezilenlerin isyanının sesinin duyulması için mahkemede hep birlikte sessizliğe gömülerek yürütülen ritüelin bir parçası olmayı reddetmek gerekiyor. Topluma pay edilen suçu, sahibine geri verecek bir kopuş stratejisiyle ve adaleti yok saymadan…

Jacques Vergès (2009) Savunma Saldırıyor, (çev.) Vivet Kanetti, İstanbul: Metis Yayınları.
Haluk İnanıcı (der.) (2011) Parçalanmış Adalet: Türkiye’de Özel Ceza Yargısı, İstanbul: İletişim Yayınları


Karakoldan Sokağa: “Polisin Eline Düşünce Sıfır Tolerans” (Deniz ÖZÇETİN)

“Suç-önleme mekanizması ilk kez mi ters gitti? 
Masum bir adam haksız yere mi suçlandı? 
Belki başka masumlar da vardı, ha?”
Azınlık Raporu, Philip K. Dick

Geçtiğimiz on yıl Türkiye’de, deyim yerindeyse bir “zaptiye” dönemi oldu. Önce 2004’te kabul edilen yeni Türk Ceza Kanunu, ardından 3 yıl sonra 2007’de yürürlüğe giren Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, devletin zor aygıtını güçlendirirken yoksul sınıflar, belirli etnik gruplar ve otoritelerce “tehlikeli” addedilen kesimler üzerindeki baskıyı arttırdı. İsmail Saymaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Sıfır Tolerans” kitabı Türkiye genelinde yaşanan polis şiddeti ve insan hakları ihlalleri vakalarını takip ediyor ve pek çok olay arasından seçtiği Festus Okey’den Baran Tursun’a, Şerzan Kurt’tan Çayan Birben’e, Yasin Kırbaş’tan Ferhat Gerçek’e 35 adli vakayı polis tutanakları, dava dilekçeleri, fezlekeler, iddianameler ve dava tutanakları ışığında inceliyor. Bunların yanı sıra, kendisinin de belirttiği gibi TBMM, TİHV, İHD, Helsinki Yurttaşlar Derneği ve İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün raporlarına başvuruyor. Bazı vakalarda mağdurların kendileriyle ya da yakınlarıyla yaptığı röportajları da aktaran Saymaz, bize polis şiddetinin vardığı noktanın ve “işkenceye ve kötü muameleye sıfır tolerans” vaadinde bulunan hukuk reformlarının fiiliyatta polis şiddetine nasıl her türlü toleransı gösterdiğini ortaya koyuyor.

Önleyici Polislik

Her ne kadar devletin “polis devletine” dönüşmesi 12 Eylül’e değin uzansa da zaman içinde neoliberal politikaların arttırdığı toplumsal eşitsizlik ve Kürt meselesinin 1990’larla birlikte yakıcı bir hal alıp zorunlu göçler sonucu büyük şehirlerin demografik kompozisyonunu değiştirmesi 2000’lerde değişen güvenlik ve ceza politikalarına zemin hazırladı. Bu zeminin en önemli bileşenlerinden biriyse “artan sokak suçları” söylemi ve terör saldırılarıydı. “Önleyici polislik” kavramı etrafında şekillenen yeni yasal çerçevenin ana fikri “polisin suça henüz ortaya çıkmadan müdahale edebilmesinin” kolaylaştırılmasıydı.

Böylelikle 2007’den itibaren kolluk kuvvetlerinin yetkileri artarken sorumlulukları azalmaya başladı. Kitapta kronolojik ve niteliksel olarak sıralanan bu yetkiler arasında “polisin kendi tecrübe ve duruma dair izlenimlerine dayanarak durdurma ve kimlik sorma hakkı”, “gerekli durumlarda yargı organı kararına gerek olmaksın üst, araç ve eşya arama hakkı” ve “direnen ya da saldıranlara karşı kendi takdirini kullanarak silah kullanma hakkı” vardı. Bu değişiklerden günümüze kadar geçen 5 yıl içerisinde tam 127 kişi “polise mukavemet” ettikleri iddiasıyla öldürüldü. Yanı sıra, karakollardaki şüpheli ölümler ya “intiharla” açıklandı ya da “kazayla”. Buna ek olarak sayısız kayıt dışı gözaltı, gözaltında kötü muamele, işkence ve de sokakta ya da açık alanda polis şiddetine maruz kalma vakası yaşandı.

Dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın olası zararlarına dair yaptığı açıklamalara rağmen kullanılmaya devam eden ve Önleyici Polisliğin olmazsa olmazlarından biri olarak kabul edilen biber gazı Metin Lokumcu’nun ve astım hastası olan Çayan Birben’in ölümüne sebep oldu. Ölümle sonuçlanmayan kimi olaylarda mağdurlar sakat ya da felç kaldı. Buna karşılık, yaşanan olayların adli süreçlerinin dökümünü veren Saymaz’ın da gösterdiği üzere, mağdurların ve ailelerinin yaptığı şikâyetlerin bir kısmında soruşturma bile açılmazken, açılan soruşturmaların çok azı davayla sonuçlandı. Davalarda ise bir-iki istisna dışında ya dosya zaman aşımına uğradı, ya kıdem durdurma, uyarı ve kınama gibi hafif cezalar verildi ya da beraatla sonuçlandı. Hatta, tüm bu insan hakları ihlalleri ve şüpheli ölümlere karşılık kötü şöhretli polis merkezlerinin amirleri çoğu zaman terfi etti.

Olağan Şüpheliler

On yıldır gazetecilik yapan İsmail Saymaz’ın titiz ve meşakkatli araştırmasının ürünü olan “Sıfır Tolerans”, bu yeterince korkutucu tabloyu tek tek vakaları inceleyerek ele alıyor. Her bir mağdurun ya da kurbanın hikâyesi ayrı ayrı öğrenildiğinde ortaya çok daha vahim gerçekler çıkıyor. 2006’dan itibaren hukuk sisteminin sanık polislere karşı ne kadar “şefkatli” olduğunu okurken, Saymaz’ın bize gösterdiği bir diğer önemli nokta da polisin öldürme ya da kötü muamele sonrası delillerle oynadığı, delilleri kararttığı hatta çoğu zaman tamamen ortadan kaldırdığı gerçeği.

Örneğin, medyada ve kamuoyunda uzunca bir süre yer alan ve sonrasında polis şiddeti mağdurlarının sembolü haline gelen Festus Okey’in öldürülmesinde, hayati önemde bir delil olan Okey’in kanlı gömleği her nasılsa kaybediliyor; buna ek olarak, Okey’in üzerinde uyuşturucu bulunduğuna dair sahte olduğu anlaşılan bir tutanak düzenleniyordu. Olayın devamında da polisin şüpheli müdahaleleri sürüyor, sonradan bulunan tanıklar ve Okey’e ait olduğu iddia edilen sahte kimliklerle “tehlikeli ve potansiyel bir suçlu” olduğu “kanıtlanıyordu”. Mağdurlara ya da maktullere “kriminal bir kişilik kazandırma” çabası daha sonra pek çok olayda karşımıza çıkmaya devam etti. Zaten kitapta yer alan diğer olaylarda da mağdurlar ya da maktullerin neredeyse tamamı sistemin dışladığı, “olağan şüpheliler” olarak gördüğü toplumsal gruplara dâhiller. Bunlar arasında travestiler, yabancı göçmenler, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde doğanlar, Kürtler, Romanlar, solcular, gecenin geç saatlerinde içki içip sokakta dolaşan kadınlar, tinerci çocuklar, vs. var.

Her ne kadar özellikle İstanbul’da polis tarafından gerçekleştirilen insan hakları ihlalleri TBMM tarafından incelemeye alınmışı ve İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun 2009’da yayınladığı rapor sonucunda, “Gözü morardı, yüzü çizildi diye bunlara işkence denilirse polis görev yapamaz” diyen İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah görevden alınmışsa da yerine gelen Hüseyin Çapkın da Yozgat Emniyet Müdürlüğü sırasında karıştığı işkence ve insan hakları ihlalleri davalarıyla biliniyor.

Hüseyin Çapkın’ın İstanbul Emniyet Müdürü olarak yaptığı ilk yenilik, Önleyici Hizmetler’de çalışan polisler için getirdiği “Bonus Sistemi” oldu. Buna göre ”molotof-terör olayları” kapsamında şüpheli yakalayan polislere 1.500; cinayet, gasp ve kapkaç suçları için 1.000; travestiler ve “bilinen bayanlar” (dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in açıklamasına göre “teşhircilik yaparak trafik güvenliğini tehlikeye düşüren bayanlar” (!) anlamına geliyor) için 10-20; ve “hedef kitle” (sabıkalı, aranması olan ya da üzerinde suç unsuru bulunanlar) için de 20 puan yazılıyordu. Eğer ki yakalama tutuklamayla sonuçlanırsa ayrıca 250 puan ekleniyordu. Polislerin terfileri bu puan sistemine bağlanıyor ve 4 aylık süre sonunda yeterli puanı toplayan polisler terfi ediyordu. Tahmin edilebileceği gibi polisin yakalama ve tutuklama yetkisinin bir “performans kriterine” dönüşmesi PVSK’daki yetki arttırıcı değişikliklerle birleşince “önleyici polislik” mekanizması keyfi gözaltı ve tutuklamaları önümüzdeki günlerde de arttırmaya devam edecek gibi görünüyor. Saymaz’ın araştırması ise yaşananların unutulmamasını amaçlarken bir yandan da bize tüm bu “toplumsal güvenlik” ve “suç önleme” söylemlerinin gölgesinde aslında ne kadar savunmasız ve tehlikede olduğumuzu hatırlatıyor.

SIFIR TOLERANS, İsmail Saymaz, İletişim Yayınları, 2012.


Şiddetten Barışa, Barıştan Şiddette: Bitimsiz Sarmal (Önder ÖZDEN)

Modern devlet, varoluş nedenini sınırların içinde sağladığı barışta bulur. Onun varlığını anlamlı kılan, şiddetten temizlenmiş bir uzam yaratması ve şiddeti sınırların dışına ötelemiş olmasıdır. El çabukluğu yapıp alışagelmiş yorumlara yaslanarak Thomas Hobbes’u, modern devletin oluşumunun kuramsal müjdeleyicisi olarak yerleştirirsek, Hobbes’un “kurt-insan”ının, modern siyasal yapı olarak devleti inşa etmesi; insanın “kurt”luğundan sıyrılmasıyla, elinde bulundurduğu şiddet tekelini, kendisinin parçası olduğu ama yine de kendisinden aşkın olan varlığa, egemene, devretmesiyle mümkün olur. İkili sürecin, devir ve feragatin, odağında şiddet tekelinin tek elde toplanması bulunur. Modern devlet, böylesi bir sürecin sonucunda zuhur eder ve şiddet tekelinin meşru sahibi olarak, uyruklarının eşitliğini ama aynı zamanda barış içinde bir arada yaşamasını garanti altına alır. “Kurt-insan”, sürecin sonucunda insana dönüşürken, “kurt”luk devletin bünyesinde yaşamaya devam eder: sınırların dışı hala savaşın ve mücadelenin alanıdır.

Şiddet Tekeli

Modern devlete ilişkin Hobbesyen kuramsal şema, olgusal gerçeklikle de çakışır. Devletin oluşumu, şiddet tekelinin el değiştirmesi süreciyle paralellik gösterir. Pieter Spierenburg, Cinayetin Tarihi adlı eserinde bu duruma işaret eder. Ona göre, dünya tarihi açısından üç tekelleşme aşaması gözlenmiştir: İlk olarak yetişkin erkekler, şiddeti tekellerine almışlardır. Daha sonra askeri-tarımcı toplumlarda, seçkin savaşçılar şiddeti tekellerine alarak diğer toplumsal grupları, esas olarak rahipleri ve köylüleri dışlamışlardır. Üçüncü aşamada ise görece özerk seçkin savaşçı grupları, giderek daha geniş örgütlere boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Şiddet, bugün, devletler denilen kurumlar çerçevesinde tekelleşmiştir. Bu tekelleşmenin sonuçları istatistiki düzeyde de gözlemlenebilir. Ortaçağ boyunca giderek artan kişilerarası şiddet uygulamaları ve onun en uç görünümü olan cinayet oranları, Spierenburg’a göre, devletin kurumsallaşması ile birlikte azalma eğilime girer. Nicel rakamlar, kişiler arası şiddetin Ortaçağ yaşamında, Avrupa tarihinin sonraki dönemlerine kıyasla daha yaygın bir bileşen olduğunu gözler önüne serer.

Pieter Spierenburg, Ortaçağ’da öldürme oranlarının çok yüksek olmasına karşın, şehir sakinlerinin bu yerleşik şiddetten pek korkmadıklarını belirtir. Ortaçağ insanlarının başta gelen ve en büyük korkuları, yazara göre, Tanrı’dan gelecek cezaydı. Şehirlerinden dışarı çıkmaya korkmaktaydılar, çünkü dışarıda onları tehlikeli soyguncular beklemekteydi. Bir komşuları doğal sebeplerle ama anlaşılmaz derecede ani olarak ölürse, endişe duyarlardı. Vatandaşlar arasındaki ölümcül çatışmalar bile gece uykularının bölünmesine yol açmazdı. 15. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da bir suç edebiyatı doğmuştu fakat bu edebiyat temel olarak cinayetleri değil, zina, adam kaçırma, tecavüz gibi olayları ve politik entrikaları merkezine alıyordu.

Fakat 16. yüzyıldan itibaren, Spierenburg, tepeden inme bir adalet sistemiyle, mahkemelerin giderek inisiyatifi ele almaya başladığının altını çizer. Çoğu yeniden tanımlanan cürümler, artık sadece kurbanın haklarına değil, daha geniş bir topluluğa ve devlet tarafından korunan kamu huzuruna tecavüz edilmesi olarak algılanır. Spierenburg’e göre suç kavramı yüzeye çıkar ve bu kavram kısa zamanda dilencilik, kaçakçılık gibi seküler ve bir kurbanı olmayan etkinliklere kadar genişler. Öldürme de, giderek kamu huzurunun ihlali olarak görülmeye başlanır.

Pieter Spierenburg, Norbert Elias’ın medeniyet kuramına yaslanarak, devletin kuramsallaşmasının, davranışların “yumuşamasıyla” da bağlantılı olduğunu gösterir. Özellikle şeref anlayışındaki ve şerefle ilgili davranış kodlarındaki değişimler modern devletin oluşumuyla paralel süreçlerdir. Ortaçağ Avrupası’nda şeref hürmetin, saygınlığın, nüfuzun, paye sahibi olmanın yahut üstünlüğün belirtisiyken; Ortaçağ’ın sonu ile birlikte hayran olunan bir davranış şeklinin, sağlam bir kişiliğin yahut neyin doğru neyin yanlış olduğuna ilişkin bir iç anlayışın belirtisi haline gelmiştir. Spierenburg, hakarete uğrayan veya kendisine meydan okunan kişinin, itibarını kurtarmak için şiddet kullanma ihtiyacının giderek azaldığını belirtir. Sonuç olarak, bir adam hem saldırganlıktan uzak durup hem de şeref sahibi olabilir. Bu sürece, Spierenburg “şerefin ruhanileşmesi” adını verir. Şeref, ruhanileşme ile birlikte, özel bir mesele haline gelir ve insanlar kendilerini hakki bir özbenlik tarafından belirlenen bireyler olarak görmeye başlar. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren krala değil vatandaşlık görevlerine bağlılık ve dürüst ticari faaliyet şeref kaynağı olarak görülür.

Cinayet İmgesi

Şiddete devlet tarafından el konulması çeşitli süreçlerin üst üste binmesiyle pekişir. Kişilerarası ilişkiler şiddetten arınır ve boşluğa devletin çeşitli kurumları yerleşir. Görüldüğü üzere geleneksel erkek şerefi anlamını yitirince, şiddetin genel sıklığında da düşüş gerçekleşir ve psikiyatrik müdafaalar iyice yaygınlaşır. Böylece kişilerarası şiddettin en uç biçimi olan cinayet imgesi daha sıkı şekilde, karşı konulmaz tutkuların ya da sadistçe tercihlerin karanlık dünyasıyla bağdaştırılır hale gelir. Ortaçağ’ın anlam dünyasında kişilerarası şiddetin kanıksanan imgesine karşılık modern dünya, devletin varlığı altında, şiddeti patolojikleştirir.

Polisiye romanları şiddete ilişkin bu patolojikleştirmeyi güzel bir biçimde yansıtır. Ernest Mandel, polisiye romanların bir yandan eskinin romantik haydudunu, örneğin Robin Hood gibi bir figürün, giderek canileştirdiğini diğer yandan da onun eylemini gayriakli bir edim olarak konu edindiğini belirtir. Polisiye romanın bu iki izleği, zihinsel kapasitesinde sorun olan suçlunun karşısına aklın ve bilimin temsilci olarak önce özel dedektifi, sonra ise polisi çıkaracaktır. Kişilerarası şiddet olağandışılaştırılarak, olağanın ve barışın temsilcisi olarak devlet ve temsilcileri toplumsal uzamı varlıklarıyla istila eder. Polis, delil toplayarak, analiz ederek, çeşitli bilimsel buluşlardan faydalanarak irrasyonelliği, “ratio”nun düzenine bağlar.

Fakat hem Spierenburg hem de Mandel şiddete ilişkin yukarda anlatılan dönüşümünün yeni bir mecraya aktığını ifade etmektedirler. Spierenburg, şiddet oranlarının – cinayet verilerini gözeterek – yeniden yükselme eğilimine girdiğini belirtir. Ortaçağ oranlarında olmasa bile istatiski düzeyde genel bir yükseliş eğilimi söz konusudur. Bireylerarası ilişkilerde şiddet yeniden boy veriyor gibidir. Aynı şekilde Mandel de polisiye romanlarda önceden pek işlenmeyen cinayete ilişkinin sahnelerin daha çok görülür olmaya başlandığını, kişisel adalet arayışının, polis müdahalesinin yerine geçtiğini belirtir. Başka birçok alanda görülen, siyasal birliğin modern formu olan devletin “aşınmasına” dönük fenomenler, Spierenburg ve Mandel’in çalışmalarında da izlenebilmektedir. Tamamen yeni bir çağa girildiği öne sürülmese bile uzunca zamandır siyasal birliği kendisinde cisimleştiren devletin bu niteliğinin sorgulanır hale geldiği açık. Her iki çalışmada bu duruma dair veriler sağlıyor. Dolayısıyla, bir yandan şiddetin ve barışın geçirdiği evrimi dikkate alarak, tarihüstü görünen kategorilerin tarihselliklerini işaretleyerek yeni siyasal formların, eşitlikçi ve demokratik, olabilirliğine ilişkin inancı yeniden ve yeniden gündeme taşımak gerekiyor.

Pieter Spierenburg (2010), Cinayetin Tarihi, çev: Yiğit Yavuz, İstanbul:İletişim.
Ernest Mandel (1996-İkinci Baskı), Hoş Cinayet: Polisiye Romanın Toplumsal Tarihi, İstanbul:Yazın Yayıncılık.


İlkel Topluluklarda Suç ve Ceza (Turgay GÜLPINAR)

Siyasal tahakkümün görünürlüğe kavuştuğu alanlardan biri olarak yargılama sürecinin ve ceza pratikleri uygulamasının izlenmesi, modern devletin kurucu niteliklerini gözler önüne sermektedir. Suç ve cezanın kavranışı üzerinden ilkel (devletsiz) toplumun değerlendirilmesinde ise farklı bir araştırma sürecinin kat edilmesi zorunlu görünmektedir. Siyasal birliğin kurgulanışında birbirinden tamamen farklı iki temelden hareket eden ilkel ve uygar toplumlar arasında suçun tanımlanması ve suça karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan cezanın uygulanma yolları arasında ciddi farklılıklar bulunmaktadır. Öyle ki farklılaşmış ve kurumsallaşmış bir siyasal iktidarın bulunmadığı, topluluğun bir bütün olarak iktidarı elinde bulundurduğu ilkel toplumlarda suç ve ceza olgularını modern görünümleriyle bulmak mümkün değildir.

Hukuka Karşı Sağduyu

İlkellerde suç ve suça karşı bir tepki olarak cezanın ortaya çıkışını açıklamak üzere geliştirilen çözümlemeler, ilkel toplulukta ceza pratiklerinin topluluk içinde kazanan ve kaybeden, mağdur, suçlu ve yargılayıcı gibi bölünmelere yol açmak yerine gelişen sürecin sonunda topluluğun bir bütün olarak yeniden ortaya çıktığını göstermektedir. Devletsiz toplumlarda ortaya çıkan anlaşmazlıkların ve yasa ihlallerinin aşılmasında topluluk zamansal ve mekânsal bir bölünme yaşamamakta (ilkellerin ne duruşmaları vardır ne de mahkeme salonları) topluluk sürekliliğini ve bütünlüğünü sürdürmektedir. Bu toplumlarda anlaşmazlığın çözülmesinde yargılayan, karar alan ve ceza pratiğini uygulayan üçüncü bir taraf ortaya çıkmamaktadır. Farklılaşmış bir hukuk sistemine sahip olmayan devletsiz toplumlarda topluluk içindeki çatışmalar, topluluğun bir araya gelerek çözüme dönük konuşmaya dayalı yöntemlerle aşılmaktadır. Bunun gerçekleşemediği durumlarda ise kavga, doğaüstü aracılara başvurma, utandırma, küçük düşürme, alay, yok sayma, onanmama başlıca yaptırımlar olarak ortaya çıkmaktadır.

İlkel toplumda, üyenin topluluğa olan bağlılığın koşulsuz ve kesintisiz bir itaat ilişkisi çerçevesinde ortaya çıkıp çıkmadığı tartışmaya konu olmaktadır. Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek’te, ilkel insanın günlük hayatında topluluğun varlığını sürdürme adına gerekli olan ekonomik yükümlülükler de dâhil olmak üzere pek çok görevi yerine getirmekle yükümlü olduğunun altını çizen Malinowski; bununla beraber bütünüyle topluluk tarafından koşullandırılmış, mekanik bir şekilde itaat eden ilkel insan imgesinin gerçekliği yansıtmadığı görüşündedir. Zorunlulukların yanı sıra kişisel çıkarlar, arzular ve çatışmalar ilkel yaşantının da bir parçasını oluşturmaktadır.

Malinowski’nin ilkel topluluktaki geleneksel düzene olduğu kadar “gündelik hayatı” düzenleyen medeni yasalara yaptığı vurgu konuya ilişkin farklı bir bakış açısı geliştirmenin yolunu açar. Korkutucu ve ihlali engelleyici kutsal yasanın yanı sıra medeni yasalar da ilkel yaşantıyı düzenlemektedir. Bu yasa aynı zamanda tıpkı uygar toplumda olduğu gibi esnetilen, kaçınılan ve delinebilen bir yasadır. Malinowski’ye göre ilkellerde medeni yasa olarak tanımlanabilecek bir yasanın bulunmasına karşın suçun belirli bir tanımının bulunmayışı, suçun cezalandırılmasında esas alınacak ölçüler ve cezalandırma yöntemlerini belirsiz ve düzensiz kılmaktadır.

İlkellerde toplumsal hayat sadece kurucu yasayla düzenlenmemektedir. İhlal edilmesi halinde topluluğun varlığının son bulacağı kurucu yasanın yanı sıra topluluk hayatını yönlendiren yasalar da bulunmaktadır. Topluluğun yapısına içkin olan bu yasalara duyulan saygı topluluğun işleyişini sağlamaktadır. Malinowski’nin “medeni yasalar” olarak tanımladığı bu yasalar, esas olarak mübadeleye ve mübadelenin ürettiği karşılıklılığa dayanır; mübadelenin sürüyor oluşu medeni yasaların da uygulamada olduğu anlamına gelmektedir. Bu yanıyla yasanın yasaklar kadar belki de onlardan önce olumluluğa dayandığı iddia edilebilir; mübadelenin olumlu ve barışçıl yapısı medeni yasaların yapısını da belirlemektedir.

Yasaklar Çiğnenmek İçindir

Medeni bir yasanın varlığı, bu yasanın çiğnenebileceği gerçeğini de içerir. Medeni yasanın çiğnenmesine karşı geliştirilen kimi toplumsal yaptırımların bulunmasına karşın ilkellerde, topluluktan ayrışmış bir hukuksal kurum bulunmamaktadır. Kendi içinde işleyen uzmanlaşmış bir hukuk mekanizmasından ya da özerk bir yasal düzenlemeden de bahsetmek mümkün değildir. Medeni yasaların varlığı, topluluk yaşantısının bir boyutunu oluşturmakla beraber bu alan toplumsal varlığın diğer yönleriyle bir bütünlük oluşturmaktadır. Dolayısıyla ilkel toplulukta medeni yasanın varlığı, ilkellerde modern toplumdakine benzer bir hukuk aygıtının bulunduğu anlamına gelmemektedir. Topluluğun barış içinde ve yasalar doğrultusunda yaşıyor oluşu, “üçüncü taraf”ın denkleme dâhil edilmesini zorunlu kılmamaktadır.

İlkel insanın pek çok yazar tarafından bencillikten tamamen soyutlanmış, kişisel olmayan, gruba sınırsız bir şekilde bağlı olarak düşünülmesine karşı çıkan Malinowski’ye göre ilkel insan, ne aşırı uçta bir kolektivist ne de aşırı derecede bir bireycidir. Malinowski, bu yanlış kurgunun gerisinde, ilkel topluluğun buyruk ve kararlar içeren bir ceza yasasının olmadığı yönündeki yanlış kanaatin yatığını düşünmektedir. (s. 67) Oysa esnek ve hoşgörülü sayılabilecek kurallardan oluşmakla beraber bağlayıcılığı olan, kişilere hak ve görevler yükleyen yasalar olarak medeni yasalar ilkel yaşantının düzenlenmesinin bir parçasıdır. Bu kuralların çiğnenmesi halinde ceza uygulanmamakta hatta suçlama yoluna bile gidilmemektedir; kuralların bağlayıcı gücü uzun zaman dilimlerinde ortaya çıkmakta, mübadele zincirinde yaşanan kopmalar olarak kuralı ihlal eden kişinin karşısına çıkmaktadır. İhlali gerçekleştiren kişi, mübadelenin içinde olmanın getireceği karşılıklı fayda üretiminin ve ekonomik işbirliğinin dışında kalmaktadır. (s. 78) İlkel düşünüşte yasa ve suç kavramının varlığına rağmen, suçlama, dolaysız ceza, saf bir pratik olarak yargılamanın ve bağımsız bir hukuk kurumunun yer almadığı görülmektedir.

İlkel topluluklarda suçun kavranışı ve cezalandırma pratiklerinin hayata geçirilmesi, topluluğun siyasal kuruluşunun çeşitli yönlerinden birini oluşturmakta ve sosyal olanın yayıldığı diğer alanlar üzerinde belirleyici bir rol oynamamaktadır. Suç ve cezaya dair kurguları incelemenin modernliği anlama adına sahip olduğu vazgeçilmez önem karşısında ilkellerde suç ve ceza ancak topluluğun bütünlüğünün yeniden üretilmesi bağlamında anlaşılabilmektedir. Bu nedenle, ilkellerde niçin “günahın” ve “cezanın” olmadığı sorusunun sorulması anakronizme düşme tehlikesini içermektedir.


Bronislaw Malinowski (2003), Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, çev: Şemsa Yeğin, İstanbul:Epsilon.
Simon Roberts (2010), Hukuk Antropolojisine Giriş, çev: Erkan Koca, Ankara: Birleşik.


Dava: Bir Hukuk Oyunu Mu, Bir Güç Darbesi Mi? (Özkan AGTAŞ)

Dava biçimi ve mahkeme düzeninin kendine has bir gizemi vardır. Dikkatlice hesaplanıp sıradüzenine sokulmuş mekânsal düzenlenişiyle, onun içerisine dağıtılmış soğuk yüzlü hukuk figürleriyle ve aşırı şekilde ritüelleştirilmiş boğucu usûlleriyle, yasanın temsil edildiği teatral bir sahneyi andırır. Üstelik bu, hakikat üzerindeki benzersiz hak iddiasıyla kendini diğerlerinden mutlak bir şekilde ayırmayı başaran, nevi şahsına münhasır bir sahnenin adıdır. Mahkeme: bir hakikat mekânı. Dava: bir hakikat oyunu. Hüküm: bir hakikat ilâmı. Oyunu kurallara uygun şekilde oynamak, gösterinin hakkını vermek gerekecektir. Gösterinin hakkının verilip verilmediğini tayin edecek olan şeyse, davanın, gizli kalmış bir hakikati gün yüzüne çıkarmış olarak değil, kendi hükmünü doğrulatacak bir hakikat söylemi üretmiş olarak son bulmasıdır. Aksi hâlde, dava tamamlanmış sayılmaz ―temyiz biraz da bunun için vardır. Ya adalet? Şimdi işler daha da karışıyor: Dava, hakikat-adalet-yasa üçlüsünün birbirine dolandığı muğlâk mecradır çünkü. Oysa hükmü onaylayacak bir hakikat söylemi üretmiş olmak, adaletin tesis edilmesiyle aynı şey demek değildir. Yasa derseniz; adalet istencinin yasaya indirgenemeyeceğini ve onun tarafından tüketilemeyeceğini hiçbir şeyden değilse bile, deneyimden biliyoruz. Bütün bunlara rağmen, mahkeme, adalet sorununun ortaya atıldığı ve bir çözüme bağlandığı yer olma iddiasından vazgeçmez ―adalet mi istiyorsunuz, dava edin, gereken orada yapılacaktır! Bunun, hakikaten bir oyunsa bile, oldukça müteyakkız kalmayı gerektiren tekinsiz bir oyun olduğunu kabul etmeliyiz.

Hukuk ve Oyun

Aslında, spesifik olarak dava ve mahkeme biçiminin yanı sıra, genel anlamda yasa ve hukuku da "oyun" nosyonuyla ilişkilendiren belirli bir düşünce hattı mevcuttur. Örneğin, Alexander Passerin d'Entrèves, Devlet Kavramı adlı kitabında, emir kipinde buyrulmuş bir yasa kavrayışı yerine; "dayatılmış" olmaktan çok "kabul edilmiş" olan, yani "emirler"den çok "direktifler"den mürekkep olan, "yaptırımları" bir egemenin güç uygulamasına bağlanmamış, onun tasarrufuna terk edilmemiş olan bir yasa kavrayışının varlığından/imkânından bahseder. Tıpkı bir oyunda olduğu gibi: Bir oyunun kurallarına riayet ediyorsam eğer, bunun nedeni söz konusu kuralların şu veya bu şekilde bana dayatılmış olması değil, benim tarafımdan "geçerli" kabul edilmiş olmasıdır. (s.129-130) Hannah Arendt, Şiddet Üzerine kitabında, d'Entrèves'nin çözümlemesini biraz daha ileri götürmeyi teklif eder: Bir oyunun içerisinde onun kurallarına riayet ediyor olmam, aksi durumda oyuna giremeyecek olduğumu kabul ettiğimi gösterir. Öyleyse: "Kabul etmemdeki saik, oynama isteğimdir". Arendt'e göre, oyunun kurallarını değiştirmek elbette mümkündür, ki devrimcilerin yapmayı vadettiği şeydir bu. Ayrıca oyunun kurallarını reddetmeksizin kendi tekilliği adına istisna talep etmek de mümkündür, ki suçluların yaptığı da bundan ibarettir. Lâkin bir ilke olarak kuralı veya oyunu yadsımak, insan topluluğuna dâhil olmayı reddetmekten başka bir anlama gelmez. (s. 103-104)

Ancak şunu belirtelim ki hukuk ile oyun arasındaki yakınlığı belki de en dikkat çekici şekilde ele alan kişi Johan Huizinga olmuştur. Huizinga, Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme isimli çalışmasında davaların giderek bir müsabakaya indirgenip yozlaştığını öne süren görüşün aksine, belirli kurallara tabi kılınmış ve belirli biçimler altında cereyan eden bir nevi müsabaka/oyun olarak davanın kadim bir form olduğunu söyler. Örneğin İlyada'da (Bölüm XVIII) betimlenen duruşmada bunu görmek mümkündür: Davalar, etrafı çevrilerek gündelik/profan dünyanın dışına çıkarılmış bir alanda, bir "kutsal daire"nin (hieros kuklos) içinde görülmektedir. Huizinga şöyle der: "Burası gerçek bir sihirli çember, insanlar arasındaki alışılmış mertebe farklarının bir süre için askıya alındığı serbest bir alandır". Bu, bir oyun olarak davayı mümkün hâle getiren şeydir ―olağan hayatın dışında, askıda bırakılmış bir alanın yaratılması. Huizinga, benzer bir eğilimi, yargıçların cübbe giyme veya peruka takma geleneğinde de görür. Perukanın işlevi, ilkel topluluklarda dans maskelerinin işlevi neyse ona benzemektedir: "Perukayı takan 'başka bir varlık' hâline gelmektedir". Burada adalet, kendini üç veçhe altında gösteren bir oyun/dava şeklinde zuhur eder: talih oyunu, yarış oyunu, sözel atışma oyunu. Ezcümle: Dava, şu veya bu şekilde güçlerin sınandığı bir oyundur. (s. 106-119)

Michel Foucault, az çok benzer bir şekilde, burada söz konusu olanın savaşın ritüel, türevsel, teatral bir devamından, yani bir tür güç sınamasından ibaret olduğunu ve bu hâliyle sınamanın, güçten hukuka geçmeyi sağlayan bir shifter gibi hizmet gördüğünü söylerdi. (1) Fakat Huizinga'dan farklı olarak Foucault, güç sınaması şeklinde tezahür eden bu eski formun aksine, mevcut hâliyle dava biçimi ve mahkeme düzenini tayin eden şeyin, yalnızca hakikate değil, aynı zamanda infaz gücü ve yetkisine de sahip bir üçüncü tarafın, davalı ve davacı tarafların üzerinde yükselmesi olduğunu da söylerdi. (2) Böyle bakıldığında, dava, eşit taraflar arasında cereyan eden bir oyun olmaktan çok, bir güç darbesiyle saptırılmış, yerinden edilmiş, yeniden düzenlenip sıradüzenine sokulmuş bir egemenlik alanı olarak görünmeye başlar. Nitekim bu andan itibaren, bir davaya atfedilen her özel değer aleyhte çalışmaya koyulur. Olağan hayattan koparılmış bir dokunulmaz kutsal çemberden mi bahsettiniz ―bu, derhâl tecrit edici yeni türde bir tahakkümün hizmetine sunulur: Mahkemeler işini yapıyor, bekleyip görelim! Kutsal bir görev yüklenerek başka bir varlık hâline gelmiş yargıçları mı göreve çağırdınız ―onlar, kendilerine atfedilen bu niteliği bir iktidar mevkisine tahvil etmekte gecikmez: Bana yargıçlarımız taraf tutuyor dedirtemezsiniz! Her durumda kesin olan şey, artık davadan salt bir oyun olarak bahsetmenin, en hafif ifadeyle naiflik olacağıdır.

Kendisine mekân bellediği adalet sarayının duruşma salonları ve koridorlarında, Honoré Daumier, oyunun yerini alan riyakârlığı kayda geçip hicvetmekte duraksamamıştır örneğin.(3) 19. yüzyıl ortalarından günümüze kalan sahnelerden birinde, bir avukatı, bir müvekkillik talebini geri çeviriyorken görüyoruz: Davayı üstlenmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Çünkü en önemli kanıttan yoksunsunuz diyor ―ücretimi ödeyebileceğinize dair bir kanıttan! Bir başkasında ise, davalarını kaybetmiş olan dul bir kadın ve çocuğunun, avukatları tarafından nasıl "teskin edildiğini" görüyoruz. Şöyle diyor: Evet, belki davayı kaybetmiş olabilirsiniz, fakat hiç değilse benim savunmamı dinleme keyfine nail oldunuz!

Kafka’nın Davası

Franz Kafka, eleştiriyi daha da derinlere çekmek gerektiğini biliyordu. Davayı bir hakikat soruşturması olarak resmetmek veya onu adaletin ayrıcalıklı bir uğrağı olarak methetmek aklından bir an olsun geçmemişti. Ve işte, suçunu bir türlü öğrenememiş olmasına karşın hukuksal makineye yakasını bütünüyle kaptırmış olan Joseph K'nın tedirgin edici hayatında (Dava), hukuk bir anda en saf ve en tekinsiz hâliyle karşımıza dikilecekti: salt bir dava biçiminde, yani duruşmadan ve yargılamadan ibaret olarak. Giorgio Agamben, hukukun özünü oluşturan şeyin, yani hakikatten ve adaletten bağımsız olarak hukukun yalnızca yargı/hüküm peşinde olması gerçeğinin, Kafka tarafından bütün çıplaklığıyla görüldüğünün bir kanıtı olarak Dava'yı gösterir. Nitekim dava, üzerindeki cinler kovulur kovulmaz, hukukun mutlak temelsizliğini, yani bir güç darbesinden ibaret olduğu gerçeğini açık eden şeye dönüşmeye başlar. Kafka'nın işaretlerini, Walter Benjamin'in şiddet ile hukuk arasındaki mahrem bağı gösteren çalışmasıyla yeniden düşünen Agamben,(4) oyun nosyonunu parıltılı bir tersine çevirmeyle geri çağırır: Eğer hukukun oyunla bir ilgisi olduğu ileri sürülüyorsa, bu ancak hukukun şiddetle olan bağı kesildiğinde, yani hukuk, gücü ve uygulaması olmayan bir şeye dönüştüğünde zuhur edecek olan şeydir ―ve ancak o zaman, hukukun adaletle ilişkilendiğinden söz edilebilecektir: "Bir gün insanlık hukukla oynayacaktır, çocukların kullanılmayan nesnelerle oynadıkları gibi, o nesnelere kuralların öngördüğü kullanımlarını yeniden kazandırmak için değil, onları böyle bir kullanımdan kesin olarak kurtarmak için".(5) Nasıl ki oyun, "kutsalın tamamıyla uygunsuz ve yersiz bir kullanımı (ya da daha ziyade yeniden kullanımı)" yoluyla, kendinden çekilip alınmış olanı yeniden ait olduğu yere, profan olana iade ediyorsa öyle.(6) Yeniden Kafka'ya, onun "Yeni Avukat"ına geri dönen Agamben, artık uygulanmayan, yalnızca üzerinde çalışılan hukukun, belki de adalete doğru geçit açan şeye dönüşebileceğini söyler.

Cinleri kovmanın çok daha "basit" yolları olduğunu düşünenler de vardır elbet. Jacques Vergès, savunulamazları savunan bu meşhur ceza avukatı, “Savunma Saldırıyor” başlıklı çalışmasında, "kopuş" stratejisi olarak adlandırdığı dava tekniğini, "uyum" stratejisinin karşısına çıkararak "adaletin gizli mekanizmalarına ışık tutmak" ister. Aslında ayrım karmaşık değildir: Uyum davaları, savunmanın hukuk ve mahkeme düzenini kabullenip bunun içerisinden konuştuğu anda başlar. Kopuş davaları ise masayı devirmek demektir ―savunma kendine dayatılan hukuksal düzeni reddeder ve davayı mahkeme salonundan çıkarıp ait olduğu yere, siyasal çekişmenin alanına sürükler. Yine de, aralarındaki bariz yakınsamaya rağmen, uyum davalarının adi suç davalarına, kopuş davalarının ise siyasi davalara karşılık geldiği söylenemez: Bir siyasi dava uyumla ayartılabileceği gibi, bir adi suç davası da pekâlâ kopuşla aydınlanabilir. Öyleyse: "Bir dava, kaderin kurduğu bir tuzak değildir. Bütün gelişimi, sanığın seçimine bağlıdır. Başka yerde bir insanın eline, bir araya gelmiş bu kadar gücü yenmek için bu kadar şans verilmez. Orada sadece silahlarını atan silahsızdır". (s. 92) Ve nitekim, kopuşun yaptığı şey de, "saf hukuk alanından ayrılıp savunmayı saldırı için, mahkemeyi sokak için terk etme yürekliliğini göstermiş olmasıdır".(s. 85) Vergès, davayı oyunla ilişkilendirmekten geri durmaz, fakat temkini elden bırakmadan: "Bir dava da her savaş gibi aynı zamanda oyuna benzer, ama bir talih oyunu olmayabilir". (s. 72) Çünkü, bahis konusu edilen şey insanlar ve hayatlarıdır: "Oyun, gösteri, teknik? Dava bütün bunlardır, ama oyun bedava değildir, gösterinin tek kaygısı güzellik değildir, teknik kişiliksizleştirilmemiştir, çünkü insanlar tarafından ve insanlar için söz alır". (s. 107)

Ceza adaleti bir sanattır, fakat kuşkusuz ki sanatların en trajik olanı! Nurdan Gürbilek, Expess Dergisi’nin 131. Sayısında yayınlanmış olan heyecan verici bir yazısında, Vergès'in kopuş düşüncesinin hakkına halel getirmeksizin, onu boynuzlarından yakalamayı bildi. Vergès'in "adalet sanatını", sanatın adaletiyle sınayan Gürbilek, Dostoyevski'nin Raskolnikov'una göndermeyle, adaletin çifte sorusuna kulak tıkanamayacağını söyler: Evet, yasanın ardında yatan şiddeti göstermek bir hukuk eleştirisinin koşuludur, ki adalet tartışması buradan başlamalıdır (Vergès bunu başarıyla yapar). Fakat bütün sorun eskisine son verip yeni bir yasa kurucu şiddeti devreye sokmaktan mı ibarettir? Ya neye hakkımız olduğu sorusunun yanıtı? Bu temel adalet sorusu, iptâl edilemez.

Dava'nın muammalarıyla yüzleşmeye hazır mıyız? Önce gözlerinin içerisine bakmamız gerekecek -ürkmeden!

DİPNOTLAR

1) Michel Foucault (2000) "Hakikat ve Hukuksal Biçimler", Büyük Kapatılma, Seçme Yazılar 3, (çev.) Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 163-278.

2) Michel Foucault (2000) "Halk Adaleti Üzerine. Maocularla Tartışma", Büyük Kapatılma, Seçme Yazılar 3, (çev.) Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 284-316.

3) Honoré Daumier (1989) Lawyers and Justice, New York: Tabard Press.

4) Walter Benjamin (2010) "Şiddetin Eleştirisi Üzerine", Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (haz.) Aykut Çelebi, (çev.) Ece Göztepe, İstanbul: Metis Yayınları, 19-42.

5) Giorgio Agamben (2006) İstisna Hâli, (çev.) Kemal Atakay, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 78.

6) Giorgio Agamben (2011) Dünyevileştirmeler, (çev.) Betül Parlak, İstanbul: Monokl Yayınları, 129-130.