Şükrü KELEŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şükrü KELEŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ütopyaya Kaçış (Şükrü KELEŞ)

Hemen her şeyin tuzaklardan ve yanılsamalardan ibaret olduğu anlaşıldığında yola çıkmak iyidir; zıvanadan çıkmış bir arzuyla yol almak… heyecanlıdır. Böylesi bir düş gücünün trajik ya da komik olması, edebiyat tarihinde Cervantes’in Don Quijote’u kadar ironik bir etki yaratmamıştır herhalde. Bu nedenle, çok az roman yapıtının resim, sinema, tiyatro, bale ve opera gibi sanatın pek çok dalında kendine yer edindiğine tanıklık etmişizdir.

Bu yazıda, edebi ve ahlâki mirasın taşıyıcısı olan Don Quijote’un hangi düşünsel sınırları zorladığını açmaya çalışacağım. Asıl, Cervantes’in “otoriteden kurtulan insanı/okuru” düşünmeye başlaması, aralarında Stendhal, Dostoyevski, Flaubert ve Mark Twain’in de olduğu ve yazma uğraşını okurlarıyla paylaşan yazarların kitaplarında yaşamaya devam etmesi, ondan kalan entelektüel mirasa saygı duyulmasına neden oluyor. Kaldı ki, Don Quijote’un etkisinin edebiyat alanıyla sınırlı kalmadığını, Nietzsche, Russell ve Foucault’un düşünsel evreninde kendine bir yer edindiğini de biliyoruz.

Şuraya dikkat çekerek başlayalım.

Gerçeklikle bağlarını çözen Don Quijote’un benimsediği yaşam ilkesi, bize ne söyler – söylemeli
diyelim ya da?

Cervantes’in yaşadığı yüzyıl, insanın dinsel bağımlılıklarından kurtulmaya ve klise öğretilerinin zayıflamaya başladığı bir dönem. Bu nedenle retorikçilerin söylemlerinde ve yazılı metinlerde yer alan ‘bağlılık’, ‘cesaret’ ve ‘güç’ gibi kavramların anlam içeriklerinde dikkat çekici değişmeler oluyor. Daha önceleri koşulsuz kabul edilen ve insanı tanrıya bağlayan düşüncenin, yaşamı anlamsızlaştıran bir yanının olduğu fark ediliyor. İnsanın pasifize olması, kadere inanması ve oluş hallerinin muğlaklaşması dönemin özellikleri arasında. İnsan/okur, kralların, azizlerin ya da gündelik yaşam üzerinde belirli bir ağırlığı olan şövalyelik kitaplarında yer alan söylemlerle kuşatıldığında, seçim yapması kısıtlanıyor haliyle. Cervantes, bu bağlamda, “kendi yargılarına özgürce varan, otoriteden kurtulmuş bir okur” düşleyerek (1) edebiyat tarihinde daha önce var olmayan bir olanağı yazıya aktarıyor.

Hatırlayalım. Cervantes’in kahramanı, zayıf olanın yanında olmak, zalimi cezalandırmak gibi özde bir güdülenmeyle sabah güneş doğmadan, niyetinden kimseye bahsetmeden, kimseye görünmeden, zırhını kuşanır, başında eğreti miğferiyle Rocinante’ye biner, elinde tuttuğu kalkan ve mızrağıyla kırlara çıkar. Bu figür, hepimizin aklına kazınan maceraperest Don Quijote’tur. Cervantes, bu yola çıkma anının, kahramanı tarafından nasıl anılmasını istediğini kitaba ekleyerek, anlatının içinde anlatıyı kendine döndürür ve romanın çok katmanlı yapısı hakkındaki ilk izleri okurla paylaşmaya başlar. Don Quijote, düşündüklerini gerçekleştirmek amacıyla daha fazla beklemenin bir eksiklik yarattığına ikna olduğunda ona hiç kimse engel olamayacak ve yola çıkacaktır. Serüven boyunca gösterdiği azimden, cesaretten ve aslında olmayan sevgiliye sadâkatten şaşmayacaktır. Don Quijote’un kendini adadığı bazı değerler, yol üstündeki maceralarında karşılaştığı diğer karakterler tarafından bir başarı hikâyesi olarak yorumlanmayacak, aksi, kendisiyle alay edilen, yapıp ettikleri değersizleştirilen, sözleri önemsizleştirilen, çoğu zaman dinlenmeyen, kaçık ve dahası apatik bir adamın yapıp ettikleri biçiminde yankılanacaktır.

Bir süreliğine birlikte eğlenilesi ve zaman geçirilesi Don Quijote, niyetini şövalyeliğin ödevlerinden çıkaran bir kahramandır oysa. Kahramanının niyetini tutkuya dönüştürmeyi başaran Cervantes, iki ciltlik kitabı ironiye yaslayarak döneminin popüler olan ve bu oranda yozlaşan değerlerini anımsatmayı amaçlamış gibidir.

Ayrıca Cervantes, Don Quijote’un içinde büyüttüğü tutkunun, -yine kahramanının iç sesinden aktarıldığı haliyle- ‘bir kahramanlık öyküsü’ olarak geleceğe aktarılması için, kurduğu hikâyelerin bir bölümünü okura teslim eder. Burada Cervantes’in okurdan beklentisi, belki de, Don Quijote’un sürüklendiği maceralarda -ister rahip, dük ya da düşes, ister yolcular, isterse gezici başka şövalyelerle karşılaşsın- tutumunda bir değişiklik olmamasının, niyetinden şaşmamasının ahlâki açıdan bir olgunlaşma göstergesi olduğunun anlaşılmasıdır.

Don Quijote, -şövalye olma isteğinin iliklerine kadar içine doğduğu ilk andan, her şeyden vazgeçişine kadar sürüklenmesi aralığında-, Sancho Panza ile birlikte, inandığı ve tek başına inşa ettiği değerler uğruna toplumda benimsenen ahlâki normlarla, dini kabullerle ve yaygın kabul gören ezberlerle mücadele eder. Don Quijote’un gerçeklik duygusundan kopuşunu ve şövalye olmayı bir yaşam ilkesi olarak benimsemesindeki ısrarını kitabın sonuna kadar takip ederiz.

Bir şövalye için âşık olmanın, “gökyüzündeki yıldızların olması kadar doğal olması”, Don Quijote’un gözünden Dulcinea’yı özlemle anmasını sıradanlaştırmıyor. Bu kitapta, insanın ölürken kendinden geçmiş bir halde dilinin ucunda bir ismin takılı kalışı, -var olmayışını sorun etmeden- bedeninin tüm detaylarını kurmuş bir maceraperestin zihninde şahlanıyor. Olmayanın olurluğunu ve hatta olduğunu gösteren Cervantes’in yazısı, günümüz edebiyatının bazı örneklerinin henüz potansiyeli açığa çıkmadan kullanımdan kaldırdığı -burun kıvırdığı diyelim- bir olanağı apaçık bir biçimde göstermeyi başarıyor.

Şu ifadeler, demeye çabaladığım şeyi duyurur sanırım –duyursun isterim.

 “Onun, kaşları gökkuşağı, (…), boynu kaymaktaşından, göğsü mermerden, elleri fildişinden, teni kar kadar beyazdır. Namusunun yabancı bakışlardan sakladığı yerleri de, benim anladığım ve düşündüğüm kadarıyla, öyledir ki, ancak hayâl edilerek övülebilir ve kıyaslanamazlar . (2)”

Cervantes, ele aldığı bir olguyu parçalarına ayırmıyor; hikâyelerin özünü -dile pelesenk etmeden- saklıyor. Maceranın, tutkunun ve âşkın durduğu zemini sarsıp boşlukta salınmalarına izin vermiyor.

Cervantes, düşlediği insana/okura ulaşıyor sonuç olarak; dilin içinde, bilincin kuytu köşelerinde düşsel bir sevgili -bir evren- kuruyor.

Her bir okurla birlikte serüven, yenileniyor.




(1) Miguel de Cervantes Saavedra, La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, Çev: Roza Hakmen. 8. Baskı, YKY. “Sunuş”, Jale Parla,  s: 11.  
(2) Age., s: 114






Görsel: “Don Quijote ve Dulcinea”, Peter Draculic

Mecbur İnsan: Hak ve Başkaldırı (Şükrü KELEŞ)

Mecburlar, insanın içindeki başkaldırının eylemcileridir. 

Yaşar Kemal

Hak, bireyle toplum arasında kurulan sözleşmenin bir parçası. Böylesi bir sözleşmenin varlığı bile bireyin kendi hayatı hakkında kararlar almasıyla, gelecekle ilgili planlar yapmasıyla koşut. Biliriz ki, özgürlük alanı hakların kullanımıyla genişler. Hak dediğimizde çift yönlü olarak bizle iktidar arasında kurulan şey, muğlak olmayan bir iyiyi, insan olmanın/kalmanın biricikliğini kollayıp gözettiğinde “insan onuru” denilen o yüceliği hissetmek daha bir olası sanki. 

Hak, -mecburen- başkalarından istenir ya da başkaldırıldığında alınır.

Haksızlığa karşı çıkma, direnme, başkaldırı, hakkın geçici ya da sürekli bir biçimde kesintiye uğruyor oluşundandır çoğu zaman. Bu bağlamın kilit kavramı istemedir. İstemenin ‘bilme’ ile birlikte insanı insan yapan iki temel unsurdan biri olduğu kabul edilir, hatta insanın bilmeye, istemeye mecbur olduğu söylenebilir. 

Yaşar Kemal, dünya öküzün boynuzunda değil, mecbur insanın sırtında dönüyor, der. Yazarın başyapıtlarından biri olan İnce Memed’in kahramanı hakkını savunan, başkaldıran, isteyen, bilmek isteyen, bildikçe karar alan, uygulayan mecbur insandır. Eylemi tasarlayıp gerçekleştiren kişidir mecbur insan. Dünyayı kuran, değiştiren, geliştiren, kötüye karşı koyan, bu yolda ölenler mecbur insanlardır hep.

İnce Memed, mecbur insandır. Hatırlayalım, güçlünün hukukuna başkaldırır İnce Memed. Dönemsel olarak tanımlanmış bir hukuk sistemi içinde feodelleşen toprak mülkiyet sistemine karşı köylünün başkaldırısıdır yazılan. Beş köy sahibi Abdi Ağa, zalımdır… Hükümete çok uzak bir yerde, çevresi uçsuz bucaksız topraklarla yalıtılmış köyün tek otorite figürüdür. İnce Memed, Ağa’nın çiftini sürer, çakırdikeni köpek gibi dalar bacaklarını, her gün dayak yer Ağa’dan, her bir yanı dökülür ağrıdan ve sonunda dayanamaz köyden kaçar.

Yanında deniz olan bir köy olduğunu duymuştur bir yerden, işte biraz da o yeri bulmak için kaçar köyden.

Uzaktadır köy, oraya ulaşması için en az on beş gün yürümesi gerekecektir İnce Memed’in. Bir belirsizliğe doğru yol alırken yavaş yavaş ‘soylu/toplumsal’ bir eşkıya olacaktır. Yaşadığı köyden uzaklaştıkça büyür… Başka köyler, kasabalar görür, çarşılar gezer. Öğrenir ki, ağası olmayan köyler de var, az çok herkesin olan tarlalar, dükkânlar var… Kafası almaz, inanamaz. Topraksız bırakılan kendi köylüsünü düşünür sonra, onları nasıl topraklandıracağını, öküzlerine nasıl sahip olacaklarını, haklarını nasıl kollayacaklarını düşünür. Onu geleneksel eşkıya olmaktan kurtaran mecbur insanın özelliklerine sıkı sıkıya bağlı oluşudur. Serinin ilk cildi böylesi bir bilincin olgunlaşma hikâyesini anlatır.

İyi ile kötü arasındaki savaşın peşine düşeriz bu epik anlatıda. Dört ciltlik İnce Memed serisinde ilkeleri birbirinden farklı eşkıyaların dünyasına tanıklık ederiz. Bir tarafta köylülerin şahini olarak anılan soylu/toplumsal eşkıya İnce Memed, diğer tarafta soysuz/klasik eşkıya olarak bilinen Deli Durdu, Kalaycı... Toplumsal eşkıya suç işlememiştir, bir haksızlığın kurbanı olarak ortada bırakılmıştır. Egemen, toplumsal eşkıyanın hemen her eylemini suçlu bulur, halkın desteğini arkasına alan soylu eşkıya, haksızlıkları düzeltir, zenginden alıp fakire verir, kendini sevdirir, sevdirdikçe kabul görür. Serinin sonraki ciltlerinde eşkıyalığının yanında ayrıca, başkaldıran bir devrimci özelliği de kazanır İnce Memed.  
  
Serinin yazımı otuz yılı aşkın bir zamanda tamamlanır. Kitapta Çukurova’nın öyküsünü okuduğumuz kadar, toplumsal eleştiriyi ve insana kıyan adaletsizliği, hukuksuzluğu da okuruz. Roman, ahlaki değerleri ele alması bakımından özgün, evrensel bir anlatı. Tek taraflı bakış açısının ötesine uzanır Yaşar Kemal. Yönetenleri, yönetilenleri, ezilip aşağılananları, sisteme birbirinden farklı düzeylerde bağlanmış onlarca karakterin iktidarla kurduğu ilişkiyi olabildiğince gerçek bir biçimde ortaya koyar. Süregiden toplum biçimini korumak için ağaya yakın çevrelerin gösterdiği çabaya da el atar, Ağa’nın dokunulmazlığından kendine pay çıkaranların savunusuna yer verir. Bunun ötesinde, bir işin sonucunda zarar görecek olanın kimler olduğunu önemsemeksizin yapılacak işe baş koymuş insanların ödev bilincini de ayrıca irdeler. Örneğin Topal Ali, iz sürmeden edemediğinden köyden kaçan İnce Memed’i hiç istemediği halde yakalatır. Ardından gelip tokatlasın vicdanın sesi… Kurtulamaz bundan, kendisiyle hesaplaşıp durur Topal Ali.

Odak sıklıkla kayar romanda. Kapitalist sistemin eleştirisi anlamında değil, daha çok hakların gasp edildiği, yok sayıldığı koşullarda insanların istemelerinin gerçekleşmemesi, yaşamın kısıtlanması ve yeni yolların arayışı anlamında. Haklar ne kadar korunup kullanılabiliyorsa özgürlüğün kendine o kadar yaşam alanı açabildiği örneklendiriliyor gibidir. Ezilenlerin ahlâki bakımdan kendilerinden beklenen eylemlerinden aksi bir yönde davranmaları, örneğin korkup haklarından feragat etmeleri, zaman içinde değişime direnmeleri serinin diğer kitaplarında ele alınır. Kalabalık bir grup karakter için değişimin kolay olmayacağı, bunun aslında ne kadar güç olduğu sözlü geleneğin tüm birikiminden yararlanılarak verilir. Romandaki çatışma, kalabalığın gelenekselliğiyle ezber bozan kişisel sesler arasında ustalıkla kurulur. 

İnsanlık adına, köylü adına gerekli çıkarsamaları yapan, hemen bağlandığımız şahane bir karakter yaratmış yazar, Hürü Ana. Romanın başkaldıran kahramanlarından biri olan bu kocakarı, gözü pek, deli bir yalım… Coşkulu. İnce Memed’in yapıp ettiklerine hayran. Hürü Ana, ağzı bozuk, küfreder, söyler, söylenir durur Ağa’ya, candarmalardan dayak yer bazen, kaburgalarına sakız basar. Yerinde durmaz, duramaz köylüyle konuşur, köylüye İnce Memed’i anlatır durur hep. Bir ekin mevsimi Abdi Ağa, İnce Memed’in korkusundan arkasında beş köyü birden bırakıp kaçar, akrabalarından birinin yanına sığınmak zorunda kalır. Ağa uzaktan da olsa otoritesini hissettirir, köylüyü korkutur, hasat sonrası kendi payını –mahsulün üçte ikisini istetir. Artık böyle gitmeyecek der kocakarı, ak saçlarını kınalar o yıl. Sandığından çıkardığı boncukları takıp takıştırır, ipekten fistanını giyer, türküler söyleye söyleye ev ev dolaşıp köylüyü Ağa’ya karşı kışkırtır, ekinlerini vermemelerini öğütler. Köylü, ‘Hürü toy oldu’, der, açık saçık türküler…  O türküleri duyduğunda yüzleri kızaran genç kızlar… Bir canlanış, diriliş… direnişin cazibesine vurulmamak mümkün müdür hiç!? Tüm köylü Ağa’ya, ağalığa karşı birlik olup direnir.

Geleneksel bir anlatıdır İnce Memed, evet ama bu kadar değil, buna yaslanmış değil sade. Kitap, insanı kuşatılmışlığından kurtaracak düşünce ve değerlerin yaratıcısı olabildiği bilgisiyle de yüklü bence. Anlatının bu yönü gelenekselliğinin dışında felsefi bir zemine taşıyor romanı. Bu bağlamda kitap, yaşamın adil bir yaşam sürme olanağı tanımadığı koşullarda bile insanın çaresiz olmadığını hatırlatıyor.

Kitabı bugün okuyan okur, yaşadığımız dönemin izlerini tanıyacak kuşkusuz. Otoritenin zorbalığı tehlikelidir, kabul. İnce Memed’in hakkını aramak için başkaldırmasından, evrensel olarak mecbur insanın kötülüğe karşı eylem seçeneklerini arttırmanın yollarını arayan kişi olduğunu düşündürmesinden anlıyoruz ki, tarih üstü konumundaki yerini kaçınılmaz bir biçimde hak ediyor bu roman.

Leyla Erbil ve Mektuplar (Şükrü KELEŞ)

Mektup formu monolog metin olarak kabul edilebilir ve kimi özellikleri nedeniyle edebi nitelik taşıyabilir. Habermas, mektup roman biçiminde verilen eserlerin 18. yy.’da ağırlık kazandığını söyler. Choderlos De Laclos’un “Tehlikeli İlişkiler”i dönemin (1782) öne çıkan mektup roman biçiminde yazılmış kitaplarından biridir sözgelimi. Kimi edebiyat tarihçilerine göre mektup roman formunda yazılmış eserlerin ilk yayınlamalarının izi bu tarihten birkaç yüzyıl öncesine dek sürülebilir. Çağdaş edebiyatta Yourcenar’ın “Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı”nı, John Berger’in “A’dan X’e Mektupları”nı düşünün. Bu kitaplar, mektup roman türünün en iyi örnekleri arasındadır. Leyla Erbil’in “Mektup Aşkları” benzer bir övgüyü hak eder, edebiyatımızın bu türde verilmiş yetkin kitaplarından biridir.

Temel soru şu: Mektup roman formunda yazılı eserleri edebi açıdan değerli kılan nedir?
Biraz açalım. Leyla Erbil kitaplarını ve özellikle de Mektup Aşkları’nı odağa taşıdığımızda onun yazısını değerli kılan unsurları belirlemek güç. Erbil hakkında söz alırken toplumsal yaşamdaki dengesizliklere, birçoğu sinir bozucu kendinden menkul değer yargılarına, ahlâk kurallarının içine sıkışıp kalmış karakterlerinin varoluş çabalarına, kadın erkek ilişkilerinde ağırlıklı olarak hissedilen cinsel sorunlara, iletişememe durumlarına değinmeden geçiştirmek düşünülemez. Leyla Erbil, Mektup Aşkları’nda birbirinden farklı yaşam formlarını deneyimleyen karakterlerin yaşamı nasıl algıladıklarını ve diğer insanlarla ilişkilerindeki açmazlarını monolog metinlere yaslanarak yazar. Erbil, toplumda verili olandan rahatsızlık duyan ve birbirlerine mektup yazan arkadaşların, sevgililerin kendilerine özgü biricik seslerini duyurur bu kitapta. Erbil yazısını değerli kılan kahramanlarının yaşadığı cesaretsizliği, aşksızlığı, kendini bir türlü değiştirememenin sancısını duyurabilmesinden gelir. Mektup Aşkları’nı okurken yoğun bir rahatsızlık duygusunun içimizde kıpırdadığını hissederiz. Kurgudaki gerçeklik o kadar tanıdıktır ki kahramanların yaşadığı rahatsızlık okurda yankısını bulur. Karakterlerin kendi hayatları hakkında karar verememeleri, belirledikleri eylem planları, çizdikleri yol haritalarında hep bir duygusal gerilim hissedilir. Erbil’in mektuplarında gerilimin kıvrılıp uyuduğu yer toplumun ta kendisidir. Sistem işlemeye devam ededursun Erbil’in keskin zekâsına, tespitlerine, nüktedan kalemine, hatta kurgusal zekâsına çekilir, kurgusal mektuplarında ona bir kez daha vuruluruz. 

Yukarıda sorduğumuz soruyu yanıtlamaya çalışırken hangi metinlerin bu bağlamda değerlendirilebileceği sorusunu sormak gerekir ki, işte tam da burada, mektup formunun edebiyat için açtığı olanaklar üzerine düşünmeye devam edebilelim. Eğer temel amaç mektup roman biçiminde yazılı bir esere edebi açıdan değerini teslim etmekse kimi sınırlar belirlemek türün gelişimi açısından yaşamsal önemdedir. Mektup romanda yazar, kurmaca yaratıcısıdır. Mektup Aşkları’nda Erbil, birbirini öğrencilik yıllarında tanımış, her biri başka ülkede, başka şehirde yaşayan kadınların ve bu kadınlarla ilişkilenen adamların iç dökmeleri üzerine çatar kitabını. Kitaptaki hiçbir mektup, yaşayan ya da ölü bir kişiyi doğrudan işaret etmez. Mektup yazan ya da mektup yazılan kişilerle ortak bir yaşamı, deyişi paylaşmanız olasıdır. Kurmaca bir hayaldir, evet ama kurmaca bir o kadar da gerçekçidir ki Erbil’in yazısında isimleri değiştirdiğimizde mektuplardan birini yazmış ya da bize yazılmış olduğunu düşünebiliriz.

Diğer taraftan kurgulanmamış mektupların edebi niteliğinden ziyade bir tür belge niteliğinde olduğu söylenebilir. Mektup formundaki bir belgenin içeriği, yazıldığı döneme ilişkin bilgiler içerebilir, evet. Politik atmosfer, toplum yaşantısı, mektup yazarının yazarken amaçlamadığı ama bir biçimde yazıya sinmiş olan birçok detay, mektupların arka fonunda kendine yer bulabilir. Bir araştırıcı arka fonu yorumlayıp kimi çıkarımlarda bulunabilir. Sanki, artık, burası tarihçilerin araştırma alanına girer ve sözü daha çok uzatmadan işi ehline bırakmak daha yerinde olur.

Unutulmamalıdır ki, belge niteliği taşıyan bir yazının/mektubun kimi durumlarda mektup yazarının sadece mektup yazdığı kişiyle söyleşiyor oluşu mektubu “mahremiyet” alanına çeker. Bir adın altında yıllarca kurmaca eserler vermiş olan yazarların ölümünden sonra okurla buluşan “özel” mektuplarına özenle yaklaşılması beklenir. Mahremiyet, birinin kendisiyle diğer insanlar arasına bir sınır koymasını gerekli kıldığından sır ve gizlilik gibi kavramlardan bağımsız düşünülemez. Mahremiyetin sınırlarının çoğu zaman belirsizliği, kişiye özel ve başkalarınca bilinmemesi gereken durumları içerir. Mahremiyetin ihlali toplumsal-kültürel yozlaşmayla yakından ilişkilidir. Sözgelimi bir yazarın “aşk” mektuplarının yayınlanmasının sorumluluğunu, bir başka ifadeyle yazarı okuru karşısında çıplak bırakmanın sorumluluğunu kim üstlenebilir? Hayatta olan ve kendi özerkliği içinde karar alan yazarlardan söz etmiyorum. Artık yaşamayan, yaşadığı dönem içinde yazdığı mektupları bir gün yayınlatmayı dahi düşünmeyen/düşünemeyen yazarların mektuplarını yayınlamanın oldukça “cesur” bir hareket olduğunu düşünüyorum. Yazarın değerler evrenini yakından bilen birinin ‘yaşasaydı şöyle yapar, böyle ederdi’ diyebilen birinin dâhi argümanlarına kuşkuyla yaklaşılması gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle artık kendi hayatı hakkında karar veremeyecek, ölmüş olan yazarların rızasının dışında yayınlanan -özel- mektuplarının “yazara saygısızlık”ı çağrıştıran bir yanı var. İnsana saygısızlık, o ismin önünde duran yazarlık durumuna saygısızlık… Yazarın erişimimize engellediği -aşk- mektuplarının onun rızası dışında yayınlanması hiçbir gerekçeyle haklı çıkarılamaz. Bu türden metinlerin yayınlanması insana saygı ilkesini zedelediğinden niyet iyi de olsa, sonuç kötüdür her zaman.

Orhan Veli’nin aşk mektuplarını okumadım, merak da etmiyorum açıkçası. Bu yazıda sizlerle paylaşmak için Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı aşk mektuplarını aldım… -on dört lira-. Leylim Leylim’in nasıl kitaplaştırıldığı hakkında yazılan sunuş yazısını okudum, sunulan argümanları bir okur olarak ne yeterli ne de samimi buldum. Sunuş yazısından mektupların basılmasına Leyla Erbil’in önce karşı çıktığını fakat sonrasında kararını değiştirerek ölümünden önce görmek istediğini öğrendim. Bu bilginin üstünde çok durmadım. Elimde tuttuğum kitap, on dördüncü baskı. Bilmiyorum, belki de bir yayıncılık başarısı… Meraklı okurun baskı sayısını arttıracağı öngörülebilir. Ahmet Arif’in bir mektubunu okudum, sonra diğer mektubunu okumaya başladım. İkinci mektubu okurken kendimi kötü hissedip kitabı kapadım. Kitabı kapadım ya… bir yazarın ölümünün ardından onun yerine, onun hakkında konuşmanın, sırları hakkında karar almanın ne kadar da kolay olabileceğini düşünüyorum bugünlerde. Böyle olmamalı sanki.

Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum.




MEKTUP AŞKLARI,  Leylâ Erbil, İş Bankası Kültür Yayınları, 2013.


Kuir Teori ve Edebiyat (Şükrü KELEŞ)

Kuir [ing: Queer] teorinin ne olduğunu söylemek epey çetrefilli bir iş. Onu ilginç kılan reddettiği düşünme kalıpları üzerinden teoriyi anlamaya çalışıyor oluşumuz. Bu nedenle teorinin neliği üzerine söylenecek her söz, neye karşı olduğu ile yer değiştiriyor. Teorinin ilginçliği de buradan geliyor biraz, yani yerleştiği muhalif konumu sıkı sıkıya sahiplenip normali oluşturan her tür ana akım düşünme biçimini zehir zemberek eleştirmesinden.

1980’lerde heteroseksüeller, eşcinsel ve biseksüelleri aşağılamak amacıyla kuir terimini kullanmışlar. Sonra LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks) bireyler benimsenmiş bu sözü, eylemlerde attıkları slogana taşımışlar. -Buradayız, kuiriz-buna alışın!- Zamanla kuir, bir nevi ıslah edilmiş ve içerdiği hakaret anlamının içi boşalmış.

Kuir’in, bir teori olarak olgunlaşmaya devam ederken, daha çok kimlik üzerine düşünce ürettiği bilinir. Teori, son otuz yıldır ilgili akademik alanların içinde yer aldı. Kuramın öncülerinden biri olan Butler, cinsiyet ve cinsel yönelimlerin (eşcinsel, biseksüel ve heteroseksüel) tanımladığı kimliklerin baskıcı olabileceğini yazdı, söyledi. Evet, ilk yıllarda akademik camiada belli bir ağırlıkta soyut bir kuram olarak yer alsa da artık, her yerde duyduğumuz, okuduğumuz bir kavram olduğu söylenebilir kuirin.

Son yazdığım cümleyle ilişkili olarak bağlamdan uzaklaşmadan iki örnek vermek istiyorum kısaca. 21. LGBT Onur Haftası’nda “Transfobi ve Çatışan Feminizmler” başlıklı panelde feminizmin trans bireyleri ne kadar kapsadığına ilişkin bir tartışma yürütülmüştü. Hatırladıklarımla kısıtlı kalarak şöyle diyordu aktivist Ankaralı Gacı, Gani: “Kadın mı? Feminist akımın içinde yer alan kimi feministler beni kadın olarak görmüyorlar. Bir türlü anlatamadım gitti, kadınım ben. Kadınlık için nelerimi verdim ben, bilmiyorlar. Benimle bazı konularda kadınlık yarışına girmesinler, arkada kalırlar!” Bu çıkıştaki hışmın -kimi feminist yapılanmalar içinde olması bir yana- kadınlık kimliğinin neliğine ve kimin kadın olup olmadığının bir başkasının insiyatifine bırakılmasına yönelik olduğu açık değil mi? Diğer örnek ise İstiklal Cadde’si üzerindeki LGBT Onur Yürüyüşü’nden. Cadde üzerindeki dükkânlardan birinde çalışan on dokuz yaşındaki erkek eşcinsele işvereni sorar: “Yürüyüşe katılmayacak mısın?” Ben, der genç adam, siz heteroların cinsel kimliğinizle ilgili yürüdüğünüzü görmedim, hayır katılmayacağım. Bu bakış açısı, kuirin kendini çattığı, postmodernist bir ifadeyle söylenecek olursa, kimliksizleştirme denilen ifadeyle örtüşmez mi? Her iki örneğin de gündelik yaşam pratikleri içine sinen kuir bakış açısının yansımaları olduğu açıktır.

Kuir teori, cinsel kimliklerin hiçbirinin doğal olmadığını söylerken cinsiyet ve ilişkili kimliklerin tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak kurulduğunu, iktidarın söyleminden bağımsız düşünülemeyeceğinin vurgusunu yapmasıyla dikkat çeker. Cinsel kimliğin gelişimi, bu kimliklerin nasıl düzenlendiği ve bu kimlikleri taşımanın birey üzerindeki etkileri üzerine düşünce geliştirir. Kuir teorinin toplumsal cinsiyete karşı duruşu, kendini bu tür kimlik kategorilerinin dışarıda konumladığı perspektif açıkça değerli bir şey. Değerli olan herşey gibi savunulup korunmasını da kaçınılmaz olarak bizden talep eder.

Yourcenar, Alex ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı’nda toplumdaki zorunlu heteroseksüelliğin işlemediğini ve bu yüzden de birbirlerini istemeden acıtan Alex ve Monique’u anlatır. Alex, sıradan ahlâk öğretilerine göre yaşamayı beceremediğinden, hiç olmadı kendi belirlediği ahlâkla uyum içinde yaşamaya çaba gösterir. Bu yüzden de toplumsal ahlâkın temel ilkelerden arınırken vicdani kaygılarının etkisi altına girer. Yazdığı uzun mektubun sonunda dilediği af, eşini terk ettiği için değildir, uzun bir süre yanında kaldığı içindir asıl. Alex’in sesini hatırlayalım: “Hayat, Monique, olası bütün tanımlardan daha karmaşıktır; basite indirgenmiş her imge, kaba olma riskini taşır her zaman. (…) Kelimeleri o kadar çok kişi kullanıyor ki Monique, artık kimseye uygun düşmüyorlar. (…) Halbuki farklı hayatlarda birbirine tıpatıp benzeyen iki olay yoktur, aynı hayatın içinde bile yoktur.” Kendisine eril pratiklerin dayatıldığı Alex, üstüne yapışan kültürel değerlerden bir bir kurtulmanın iniltisini duyurur yazdığı mektupta.

Kuir, bir farklılığın ortaya konulmasıysa eğer, Woolf’a bakılmalı. Woolf’un Dalgalar’ı gerçekçi roman geleneğinden kopuşun ilk örneklerinden biri. Romanda dış dünya, karakterlerin iç dünyalarında yer bulabildiği ölçüde verilir. Bu kitap için Woolf, ‘hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu olacaktı” der ve bilinçakışı tekniğinin de ilk örneklerinden birini yazar. Yeni bir gerçekliğin arayışıdır Wolf’un yaratısı. Kadının toplumsal kabullenmelerin içindeki konumunu sorgulayan Kendine Ait Bir Oda, kadınlığa ilişkin verili normların altını boşaltarak feminist edebiyat içinde başucu kitaplarından bir olur.

Hiç istemese de, kendi seçimi dışında yalnız kalan bir adamının hikâyesini okuduğumuz Isherwood’un Tek Başına Bir Adam’ı; toplumsal baskılara direnemeyen bir adamın yaşadığı eşcinsel ilişkiyi bırakıp güvenli hayat sürmek için eski kadın sevgiliye sığınmasının getirdiği mutsuzluğu okuduğumuz Baldwin’in Gioavanni’nin Odası; orta sınıftan eşcinsel bir erkeğin cinsel teması içermeyen kendi sınıfından bir adama duyduğu platonik aşkın anlatıldığı Maurice… Forster’in ölümünden sonra yayınlanmasını istediği bu kitapta Maurice, alt sınıftan bir adamla seks yaparak hem kendi cinselliği hem de sınıflar arasındaki farkla yüzleşecektir. Bu kitaplar dışında, Mişima’nın Bir Maskenin İtirafları; Cunnigham’ın Dünyanın Sonundaki Ev ve Saatler’i; J. Genet’in Hırsızın Günlüğü, Denizci ve Çiçeklerin Meryem Anası; Puig’in Örümcek Kadının Öpücüğü; Vidal’in Kent ve Tuz’u; Palahniuk’un Görünmez Canavarlar kitapları eşcinsel edebiyat içinde yer alan kitaplar arasında. Bu kümede yer alan kitapların hemen birçoğunun ortak noktası, cinsel yönelimleri farklı olsa da heteroseksüelmiş gibi davranmaları yönünde dayatılan toplumsal normlar altında bir çıkış arayan karakterlerinin olması. Bize ulaşan eserler kadar ulaşmayan metinlerin de olabileceği bilgisi nedense şaşırtmıyor. Eşcinsel arzuları ya da ilişkilerine ilişkin kayıtları, yazıları yok edilen ya da gizlenen yazar ve düşünürlerin olduğunu Baird’in Cinsel Çeşitlilik kitabından öğreniyoruz: E. Dickinson, T.S. Eliot, Wittgenstein, Lorca söz edilen yazar ve düşünürlerden birkaçı sadece.

Edebiyata yansıdığında anlatının gramerini sekteye uğratması, köken olarak da biçimciliği reddetmesi beklenir kuirden. Verili olan anlatım biçimlerini bir kenara bırakıp, kendi biricikliğiyle yeni bir insan yaratımının olanaklılığını zorlar. Böylesi bir yazma pratiğinin içinde yer edinen çok anlamlılık, iktidar ya da çağın yazma biçimleri tarafından desteklenen kültür içindeki birleştirici eğilimlere karşı da mücadele eder. Bu mücadelenin bir ucu Bahtin’in çokdillilik, Kristeva’nın metinlerarasılık dediği kavramlara da yaslanır. Yıkıcı ve deşifre edici bir dildir oluşturulmaya çalışılan, ikili karşıtlıkların tümüne birden –erkek, kadın / eşcinsel, heteroseksüel / normal, anormal-, özellikle de birinin bir diğerine karşı daha baskın olduğunda eleştirmekten çekinmeyen bir dil kuracaktır kuir. Sözünü etmeye çalıştığım şey, verili olan yazma pratiğine karşı bir başkaldırı. Bir tür yeni bir dil yaratma çabası edebiyatta, ayrıca yeni bir insan yaratma çabası da.

Parada: Uykudan Sıçratıp Uyandıran Öyküler (Şükrü KELEŞ)

Juan Manuel Parada, toplumsal zemin üzerine oturan öykülerinde rüyalara ve yerel mitlere yer veren Venezuellalı yazarlardan biri. Chavez Kuşağı’nın temsilcilerinden sayılan yazarın öykülerinde Borges ve Marquez’den bildiğimiz büyülü gerçekçiliğin izini sürmek mümkün. Parada, toplumcu anlatılara yaslanan öykülerinde kendi özgün sesinin peşine düşmesiyle ayrıcalıklı bir konumu hak ediyor. Yazarın Venezuella edebiyatından dilimize çevrilen ilk kitabı olan “İşgal ve Diğer Öyküler”, kısa öykücülüğün sınırlarını zorluyor.

Üç bölümden oluşan kitabında Parada, “İşgal” başlığını verdiği ilk bölümde, birbirinin içine geçip birbirini bütünleyen beş öyküyle güçlü bir başlangıç yapıyor. Bu bölümde yazar, çiftlik sahiplerine karşı direnen köylülerin yaşamlarındaki ayrıntılara sızıyor. Çiftlik sahiplerinin ele geçirdiği arsalara karşı kendi toprağını savunan çiftçiler, çiftlik sahipleri tarafından yönlendirilen cinayetler ilk bölümü oluşturan öykülerde ele alınan konular arasında.

İşgal bölümünde Parada’nın öykü kişilerinin hemen hepsi politiktir. İlk öyküde karşılaştığımız kimi kişiler, diğer öykülerde kendi hikâyelerini sırtlanıp gelir, konuyu derinleştirip genişletirler. Çeşitlenen seslerin geçmişi hatırlamaları sonucunda anlatıların tarihsel boyutunun kökenini sürmek için de bir yol açılır. Sözgelimi Elias adlı öyküde, düşündüklerinin temelini babasının attığını bilen ana karakter Elias, bir anlığına keder ve saygı ile babasını hatırlar. Babası iyice hastalanıp kamburu çıkıncaya dek çalışmış, çalışacak gücü kalmadığında ise eve gidip dinlenmesi ve ailesiyle ilgilenmesi için izin verilmiştir ona. Elias’ın anlaşılmaz bulduğu şey, babasının nasıl olup da bu kadar itaatkâr olabildiğidir. Parada, bölgedeki asıl sorunun geçmişte olduğu gibi bugün de teslimiyet olduğuna dikkat çeker. Bir diğer öyküde ise elleri sarımsak kokan, yemek yaparken şarkı mırıldanan geniş kalçalı ve sırtı dik siyahi bir kadının, Calistra’nın, yaşamına tanıklık ederiz. Kök salmak için mücadele eden Calistra’nın çevresindeki herkes toprağını satıp gider; o ise yaşadığı yer her ne kadar çorak da olsa toprağını satmayacak, direnecektir, direnir de. Calistra’nın varlığı çevresindeki yakın dostları için başlı başına tutkunun da bir kaynağıdır, özellikle açılış öyküsünde okuduğumuz Elias için.

Bir tür olarak kısa öykünün belirgin özelliklerinden biri öykü kişilerinin içe dönük sorgulamalarıdır. Örneğin Avrupa’dan dönüşünden itibaren köylü direnişleriyle ilgilenen Numas, giderek güçlenen Zapata hareketini yazacağı romanın merkezine koymayı düşünmektedir. Zapata ile güncel sorunlar hakkında görüşür; bu görüşmenin sonunda yazmayı düşündüğü romanlarla insanlara yardım edip edemeyeceğini sorguladığı pasajlar dikkat çekicidir. Numas bir gün yakalanıp hücreye kapatılır, daha önce hiç olmadığı kadar kendine çekildiği anlarda roman yazma tutkusu üzerine yeniden düşünür.

İlk bölümde altını çizmek istediğim diğer bir nokta ise, inanç. İnancı, dış dünyayı kavrama biçimi olarak ele alan Parada, halkın inançlarını toplumsal kabullerle, benimsemelerle öykülerin içine yerleştirir. İnançların katı bir biçimde sosyal bir norm haline gelerek insan yaşamını kilitlemesini, Numas’ın tozlu yolda arabasıyla giderken bir kadınla karşılaşması pasajında başarıyla verir. Özetlemeye çalışayım: Numas arabayı durdurur. Yolda gördüğü kadın, umudu tükenmiş, acı çeker bir halde ona bakar, kızım ölüyor, der ve kızını kucağına bastırır. Nesi var, diye sorar Numas genç kadına. Kadın, nazar değdi, üç gündür ağlıyor, der. Oysa küçük kızın bir yerinin ağrıdığı açıktır, doktora gitmek için ısrar eder, ama kadın, yolda giderken nazarı ücretsiz kaldıran bir kadından bahseder sürekli. Bu konuşmayı burada bırakalım, bu kadının ve hasta bebeğin hikâyesi ilk bölümün son öyküsü olan Rufina’da tamamlanır.

İkinci bölümde yer alan on iki öyküde fantastik unsurlar ön plana çıkar. Fantastik yaklaşımı kendine özgü bir doğallıkla birleştirmeyi başaran Parada, okuyucuyu çok şaşırtmadan toplumsal sorunların karmaşıklığını kısacık cümlelerle dile döker. Örneğin Ustura Nene, üvey babasının zorlamasıyla kaset satarak para kazanmak zorunda kalan Nene ile sokakta yaşayan arkadaşı Mono arasındaki gerilimli ilişki üzerine kurulu bir öyküdür. Nene, üvey babasının baskısından nefes alamadığı bir an, polislerin öldürdüğü öz babasının ona verdiği kâğıttan gemiyi akıntıya bırakır, gemi yelken açar ve babasını aramak için yola çıkar. Nene, Mono’dan korkar, korkar ama ondan da kendini kurtaramaz bir türlü. Nene, uyuşturucu bağımlısı olan arkadaşına ne kadar saygı duyarsa o kadar tekme tokat karşılık görür. Burada keselim, Nene’yi öykünün sonunda trajik bir sürpriz beklediğini bilin isterim.

Bu bölümde bahsetmek istediğim diğer bir öykü de Günah. Bu öyküde anlatıcı, Julian’ın ikiz kardeşi Rosendo’yu boynuna ip geçirilmiş bir halde ölü bulduğu sabahtan başlayarak, yedi yıl sonrasına kadar taşır yaşanılanları. Olayın geçtiği Cuzco denilen yer, kırk yıldır kimsenin ölmediği küçük bir kasabadır. Kasabanın müzmin bekârları olan siyah kalın bıyıklı, uzun ve yapılı tipler olan ikiz kardeşlerden daha yakışıklı hiç kimse yoktur bu bölgede. İkizlerden biri öldükten sonra annelerinin aslında büyücü olduğu ve ruhunu şeytana sattığı söylenir. Kasabanın ilgisi geriye kalan ikizin tuhaf hallerine döner, kulaktan kulağa yapılan dedikodular komşu kasabalara dek yayılır. Parada, çok geniş bir zaman aralığını ve karmaşık olay örgüsünü bu kısa öyküde sıkıca dokuyabilmiştir. Zaman zaman ironinin eşlik ettiği dil, Günah’ta o kadar iyi işliyor ki, öykü sonuna kadar canlılığını koruyabiliyor.

Kitabın son bölümünde yer alan çok kısa öykülerde ise Parada, gündelik yaşama ilişkin saptamaları olabildiğince sade bir dille aktarmayı deniyor, bunda da açıkça başarılı oluyor. Örneğin, Genç Şairin Kayıp Sesi öyküsünde bir öğretmenin “İç sesinizi bulmalısınız,” öğüdü üzerine kendi sesini arayan genç yazar, o sesi nerede bulacağı üzerine düşünür. Düşünür ve sonunda kendi sesinin daha çok aşk sözcüklerinde ya da kurulan müstehcen cümlelerde gezindiğini keşfeder.

Olur da, haksızlıklara uğrayıp kendinize olan güveninizi yitirir ve bir gün yalnız kalırsanız, Parada, sorunun çözümünü haksızlıklara karşı mücadele etmek amacıyla birleşen insanların yaşantılarında, tutkularında bulabileceğinizi anlatıyor. Başka bir coğrafyadan, dilden ve başka bir sesten konuşan Parada’nın öyküleri, salt bu nedenle bile okunası.

İŞGAL VE DİĞER ÖYKÜLER, Juan Manuel Parada, Çev. Berna Talun Üğüten, Alakarga Yayınları, 2013.

Muhafazakar Eğilimli Sanata Etik bir Deyiş (Şükrü KELEŞ)

Âlimane kelimelerden biri olan etik, iyinin ve kötünün tanımını ve ayrımını temellendirmeye çalışan bir alanın adı. Etiğin ana konusunu, insan aklının iyi ve kötü ayrımını hangi kavram ve yöntemler üzerinden yaptığı oluşturur. Bazı etik yaklaşımlarca bu ayrımda temel alınan değerlendirme nesnelerinden biri eylemdir. Eylemin içinde yapıldığı toplumsal koşullardan tutun da eylemin doğruluğu, yanlışlığı ve gerektiğinde eylemin doğruluğunun temellendirilmesi bu yaklaşımlara göre etiğin alanına girer. Etik, değerlere ve eyleme ilişkin uygun temellendirmeler getirmeyi amaç edinir.

Burada duralım, etik için söylenecek daha çok şey var; üstüne konuşmak son günlerde epey moda, uymayalım.

Bir disiplinin adı giderek yaygın bir biçimde anılmaya başladığında ilgili literatürde niceliksel bir artış dikkati çeker. Alan hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyen okur için yetkin kitaplardan birkaçının künyesini yazının sonunda bulmak mümkün. Ben bu yazıda, hükümetin dilinden ve yazılı demeçlerinden düşürmediği etik kelimesini, televizyonlarda pek anılmayan bir şekilde, buram buram felsefe dersi kokmasını da istemediğim bir tonda yazının merkezine -korkarak ve hatta biraz da çekinerek-, sanatla kesişim kümesinde yer aldığını düşündüğüm insani değerleri gözeterek koyacağım.

Sanatı niye bu kadar ciddiye alıyoruz, diye sorarak başlayayım. Diyecek sözü olan eserlerin bizde yeni yaşantılar, duygular, dürtüler oluşturduğu açık. Yani sanat bize dokunuyor, bir şey söylüyor ve biz, artık, o saf insan olmadığımız için hazır söz kalıplarıyla konuşmuyor, beylik bir düzen içinde yaşamaya direniyoruz.

Hepsi bu mudur yani?

Evet, belki budur belki de bu kadar değil, ama şurası kesin, hep bir fazlası var!

Budur; çünkü Kafka, Brecht, Joyce ve Faulkner’ı hayranlıkla okuduk, okuyoruz. Yarattığı ‘modern palyaço’ ile Chaplin’i izliyor, izletiyoruz. Öldürmeyeceğiz, savaşmayacağız diye haykırarak savaşa karşı güçlü bir nefreti insan ve hayvan figürlerine dehşetengiz acıyla işleyen Picasso’nun Guerneca’sından gözümüzü alamıyor, bakmaya doyamıyoruz.

Aslında etik açıdan kötü bir şey yaptığımız yok, o en yalın haliyle, hayatın anlamını araştırmayı uğraş edinmişiz kendimize. Bu da elimizdeki hep o bir fazla, yani o artık olan, o bizde kalacak olan, o bir fazla olan. Belirgin bir soğukluk ve uzaklaşma duygusuyla dünyanın, bir anlamda o her şeyin, sanatın orada olduğunu bile bile yeniyi yaratanları önemseyerek yaşamaya devam ediyoruz en nihayetinde.

Muhafazakâr olandan bir değeri muhafaza etmesi, evet, beklenir; sorun, muhafazakâr olanın tüm sanatı nitelemeye yeltenmesinde –“muhafazakâr sanat”-, yani sanatı bir sınır düşüncesinin içine kilitleme çabasında. Bu sınırlanan düşüncede değerlerin kökenine milli motifler yerleştiriliyor, âdet ve geleneklere bağlı kalınıyor, değerlerin korunması, yaşatılması yönünde girişimlerde bulunuluyor. Bazı şeyler halen yasaklanıyor. Sonra o yasaklar deliniyor, sonra al başa yeniden, yeniden… Bir şey, sözgelimi ahlâki bir değer, muhafaza edilirken homojen bir çerçeve içine hapsedilerek o şeyin korunduğu sanılıyor, büyük yanılgı.

Bu düşünce biçimi aksıyor açıkça. Belirli bir yaşantı biçimini dayatıp yeniliğe kendini kapatıyor, kırtasiyeci edebiyatı tutup gerisini görmezden geliyor, dahası köstekliyor.

Sanattan beklenen kendi anlatım biçimleriyle yeni olanı yaratmak ya da aramaksa Thomas Mann, sanatın anlatım olanakları eskidiğinde ve yozlaşmaya yüz tuttuğunda, tüm bunlardan sıkılıp sanatta yeni olanaklar aradığımıza dikkat çeker. Yeni olanaklar ile kastedilen yeni bir kitap, film, tiyatro ya da beste türlerinde verilen eserlerin insanda bir şeyi yerinden oynatmasıyla yakından ilgili. Walter Benjamin, sanatın ana görevlerinden birini, kişide karşılık bulma zamanı gelmemiş olan bir istek uyandırma olarak saptadığında, sanat eyleminin neden önemsendiği az çok anlaşılabiliyor.

Sanat, pür alık kalmamızı isteyen egemenin iştahını kabartıyor, daha da önemlisi iştahı kabaran egemen, bazen de sanatın denetlenmesi gerektiğini savunuyor, bunun için kurullar oluşturuluyor. Amaç, çoğu zaman ahlâki normların zedeleneceğine ilişkin yoğun bir endişe. Tüm bunlar işte, bir bakıma ciddiye alınası sorunlar, ciddiye alıyoruz çünkü egemen böylesi tutumlarıyla bir tür aşırılığa kaçma, hatta gerçeklikten sapmanın eşiğindeymiş gibi duruyor.

Stendhal, her türlü ahlâk kaygısının, yani sanatçının kendini gözeten böyle bir kaygıyı içinde taşımasının sanatı öldürdüğünü söyler. Eski ile yeni arasında kurulan köprü, buna düşünsel birlik ya da uzlaşı diyelim, değil bu çağın sanatında hiçbir çağın sanatında kolay kurulmamıştır, evet. Çünkü şöyle bir bilgi de var: eskinin ne zaman, nasıl bir ortamda çürümeye başladığı, yeninin ne vakit, hangi koşullarda mayalanmaya başladığı tam olarak bilinemez şeyler. Bu nedenle muhafazakârlık ve sanat üzerine düşünürken kaygan bir zemin üzerinde yol almaya çalıştığımızın farkında olmak, tepe taklak düşmemek için uzlaşı noktaları belirlemenin kaçınılmazlığını kabullenmek, kim bilir, belki de sağduyunun bize fısıldadığı bir öğüttür, dinlenesi olduğundan kulak verilmeli.

Muhafazakârlık üzerine tartışırken bir eylemin, en açık haliyle sanatın denetilemez olduğu sıklıkla unutuluyor, unutulmasın. Egemenin, değerleri muhafaza edeceğiz iddiasında olduğu gibi eğer sanat, muhafazakâr unsurlar kullanılarak iktidarın yararı için araçsallaştırılıyorsa uzlaşı imkânsızlığının baş göstereceği bilinsin en azından. Aksi halde, sanat, kaybedilir, zaman, kaybedilir; daha birçok şeyle birlikte sanat hem tükenir hem de tüketir.

Diyeceğim son şey, uzlaşma çabasındaki tuzağın yerini gösterecek.

İyi bir niyete yaslanıp düşünce üretirken konuşmanın en başında masummuş gibi görünüp kabul edilen kimi argümanlar, bir süre sonra kontrol edilemez bir biçimde peş peşe birbirini yanlışlamadan dizilebilir, aman dikkat. Çağlar boyu kazanılmış insani değerleri tümden ortadan kaldırabilecek bir sona doğru yol almak kuvvetle muhtemeldir. Sonunda, en sonunda gelinen yerde, içinden geçilen süreç dikkatli okunmazsa sanatın ve sanatçının ölümü kulağa irkiltici gelebilir, gelmesin, taviz denilen şey böyle bir şeydir biraz da.


İlgili okur için okuma önerileri;

Annemarie Pieper, Etiğe Giriş, Ayrıntı Yayınları, 1999.

Alain Bodiou, Etik – Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme-, Metis Yayınları, 2004.

William Frankena, Etik, İmge Yayınları, 2007.

İoanna Kuçuradi, Sanata Felsefeyle Bakmak, Türkiye Felsefe Kurumları Yayınları, 2009.