Dosya: Hrant Dink etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dosya: Hrant Dink etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

“Mesele Hrant’ın meselelerini dert edinmek” (Masis Kürkçügil'le Röportaj: Mutlu ARSLAN)

Hrant DİNK’in katledilişinin altıncı yılında onun yakın arkadaşlarından yazar Masis KÜRKÇÜGİL ile hem Ermeni Sorununu hem de Hrant DİNK’i konuştuk. 

Ermeni Soykırımı konusunda Türkiye’deki resmi görüş “tarihi, tarihçilere bırakmak gerekir” şeklinde ifade ediliyor. Ermeni Soykırımı’nı siyasetten dışlanmak istenmesinin ardında yatan sebep nedir?

Marx, tarihin kendi amaçları peşinde koşan insanın bir faaliyeti olduğunu söyler. Tarih geçmişle ilgili olmayıp insanın geleceğiyle ilgili olduğu için önemli. Ne tarihçiye ne de siyasetçiye terk edilmeyecek basit insanın, sokaktaki insanın faaliyetinden söz ediyoruz. Egemenler insanları tarihten olduğu gibi siyasetten de uzak tutmaya çalışıyorlarsa bu yalnızca baskı aygıtlarıyla olmuyor. Bir tür insanilikten uzaklaştırma, “insanisizleştirmedir” tarihi ona buna emanet etmek. Emanete hıyanet edilen en önemli alan tarihtir. Orwellyen bir tekrar olacak ama egemenler her şeyi denetimleri altına almak, yönetmek istediklerine göre geçmişi öncelikle zapturapt altına alma ihtiyacındadırlar. Ermeni meselesi bu toplumla sınırlı olmayan insanlığın yaşadığı “barbarlık” örneklerinden biri olarak bir kara kutudur. Açılması egemenler açısından düzenin istinat duvarlarını bir domino etkisiyle sarsabilecek güçte olduğundan patlayıcı bir tehlikeli madde hüviyetindedir.

Dünya üzerinde çok az sayıda ülke gerçekleştirdiği soykırım ve katliamlarla yüzleşebilme cesaretini gösterebiliyor. Bu cesareti gösterenler de -Almanya’yı dışarıda tutacak olursak- aradan oldukça uzun zaman geçmesini bekliyor. Ülkelerin kendi günahlarını kabullenmesi neden bu kadar zor?
Aslında Almanya da böyle bir cesaret göstermedi. Yani toplum köklü bir bilinç dönüşümüne uğrayarak kendi tarihini yeniden kurmaya yönelmedi. Savaşta yenilince kendisine kabul ettirilen çerçevede Yahudi ve Çingene soykırımını kabullenmek zorunda kaldı. Devlet özü itibarıyla egemenlik ilişkilerinin fosseptik kuyusu olarak, her daim aşağıdakilere, ezilenlere kendilerine reva görülenlere müstahak olduklarını sürekli olarak telkin eder. Fransa, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda yapılanlardan ötürü özür dilemedi, ama Cezayir Devleti de bağımsızlık savaşı sırasında Kurtuluş Cephesi’nin diğer milliyetçi kanada uyguladığı (“işbirlikçileri” kast etmiyorum) terörle yüzleşmedi.

Bir başka insanlık tasarımı söz konusu olmadığı sürece gerçek bir yüzleşme olamaz. Zaten tarihin kendisi de sanıldığının aksine olmuş bitmiş bir şey olmayıp en büyük savaş alanlarından biridir. Aşağıdakilerin tarihi inşa edilirken yukarıdakilerin tarihinden uzlaşmaz bir biçimde ayrışılmalıdır. Tatil-i Eşgal Kanunu’nun hüküm sürdüğü bir dönemi ilerici olarak görecek birinin sosyalist olmasını tasavvur etmek mümkün değildir. Ermeni katliamını da bir şekilde mazur gösteren birinin, sosyalistlik bir yana insanlığından bile şüphe etmek gerekir. Hele bu topraklarda solu yeşertmeye çalışmış siyasal hareketleri ajan diye görmek, buna karşılık bir katiller sürüsünü de devrimci diye selamlamanın bedeli ağır olmuştur ve olmaya devam edecektir.

Başta soykırım olmak üzere, ülkemizde Ermeni Sorunu yıllar boyunca görmezden gelindi. Son 10-15 yılda ise özellikle Hrant DİNK’in kişisel çabalarıyla konu biraz daha görünür hale geldi. Konunun salt tarihsel ve akademik bir sorun olmaktan kurtarılarak halklaşması, çözüm için ne gibi olanaklar sağlıyor?

“Çözüm” ibaresinin içini “her sınıf ve tabaka” kendine göre doldurur. Bu meselede ve diğer aslında “etnik”, “mezhepsel” ve “dinsel” olmaktan öte gayet sınıfsal, dolayısıyla insani, yani insanlığın geleceği ile ilgili meselelerde çözüm, öncelikle emekçilerin, ezilenlerin, sömürü ve baskıdan maddi-manevi çıkarı olmayan geniş insan kitlelerinin bu meselenin bilincine varmasıdır. Hrant “idrak” diyordu. Bu ve benzeri olayların “idrak” edilmesi, kendiliğinden demesek de, insanlığın bir daha bu tür olaylarla karşı karşıya gelmeyeceği bir dünyanın bilincine ışık tutacaktır.

Mesele üç beş kilisenin veya çeşmenin restorasyonu olmadığı gibi el konulan, gasp edilen malların iadesi de değildir. Türkiye Cumhuriyeti çok rahatlıkla bu tazminat meselesini halledecek güçtedir. Nihayetinde ahalinin ödediği vergilerdir bunlar. Tehlikeli olan, her kapitalist sistem gibi bizim yaşadığımız toplumun da üzerine oturduğu sistemin nasıl bir insanlık faciasının üzerine oturduğunun anlaşılmasına katkıda bulunmasıdır. Bu açıdan, Raymond Kevorkian’ın “1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler” kitabı bize yitirilenlerin insani boyutunu gösterdiği için bir dizi makale veya kitaptan daha farklı bir önem arz etmekte. Hrant’ın, yazılı metinlerden öte bir önemi olduysa söylemindeki bu insani boyutundan ötürüdür. İnsanlar kendilerini yargılamadan yitirilen insanlıklarını “idrak” etmeye başlamışlardı.

Tek partili dönemde uygulanan Türkleştirme politikaları ve “Varlık Vergisi” gibi uygulamalar başta Ermeniler olmak üzere Türkiye’deki azınlıkların merkez sağ siyasete daha yakın olmasına neden oldu. Merkez Sağın milliyetçi-muhafazakâr pratiğini ve söylemini göz önünde bulundurduğumuzda apaçık bir çelişki taşıyan bu duygu durumunu ve siyasal tavrı aşmanın yolu yok mu?

Taşnaklar İttihatçıların müttefikiydi. Hınçaklarsa Hürriyet ve İtilaf’la işbirliği içindeydiler. Bu tarihi iyi bilmek gerekir; hem her ikisinin kendilerini sosyalist görmesi (Taşnaklar daha önce toplantılarına gözlemci olarak katıldıkları İkinci Enternasyonal’e 1907’de üye olurlar, yani Jaurès, Rosa, Kautsky, Lenin, Troçki vb. gibi ile aynı çatı altında bulunurlar) hem de Jön Türklerin iki kanadı hakkında farklı bir kaynaktan bilgi edinmek bakımından önemlidir. Kimin kime ihanet ettiğini ise bir milliyetçi olarak değil sosyalist olarak tartışmak gerekir.

Türkleştirme tek partiden önce başladı. Azınlıkların merkez sağ siyasete yakın olduğu söylenirken dikkat edilmesi gereken bir husus var, ekseriyet (Türkler ve Kürtler) de öyleydi. Yani ters bir anlam çıkmasın Türkler alabildiğine eşitlikçi özgürlükçü ve de sosyalist iken azınlıklar da “eh biz de merkez sağ olalım” demedi.

Sosyalist hareket ile azınlıklar ilişkisi üzerine ciddiye alınabilir bir çalışma yok. Ama şöyle de sorabiliriz: Sosyalistler azınlıklara nasıl yaklaştı? Talat Paşa’nın Ermeni meselesi hakkında ne dediği biliniyor ve bir ittihatçının hezeyanları Mehmet Ali Aybar tarafından kaynak olarak gösterilebiliyor ama Rosa Luxemburg’un ne dediği bilinmiyordu. Sosyalist inşa çok yönlü ve tarih bilinci bu inşanın vazgeçilmez unsurlarından biri; egemen ideolojiden kurtulmak ha deyince olabilecek bir şey değil. Maalesef genel olarak tarih konusunda, özel olarak da bu ezilen kesimlere ilişkin çok devletli bir tutumu olmuştur sosyalist hareketin. Somutta azınlıklar, İttihatçılık ve onun mütebakisi Halk Fırkasına karşı Serbest Fırka ve Demokrat Parti’yi desteklemek zorunda kaldılar -bu arada işçi sınıfı da. 6-7 Eylül’e rağmen bu devam etti. İlginçtir, Kürt aydınlarının da demokrasi arayışında benzer bir yörüngeyi Tarık Ziya’nın anılarından izlemek mümkün. TİP’e bir teveccüh olmuştur, ünlü edebiyatçı Zaven Biberyan malum TİP listesinden seçilerek İstanbul Belediye Meclis Üyeliği yaptı. 1973’de ise oylar Ecevit’e yöneldi.

Sosyalist tarihimiz açısından 1999 seçimlerinin anlamlı olduğu kanısındayım. O seçimlerde Hrant’a da kontenjan adaylığı önermiştik. Kendisi açıkça “ÖDP üyesi olmadığını, gazeteci olarak bağımsız (partisiz diyelim yoksa Agos’un seçim haftasındaki sayısında arka sayfa, başyazı, birkaç köşe yazısı ÖDP’den söz ediyordu) kalması gerektiğini, ama eğer bir gün böyle bir şey düşünürse kontenjandan değil partiye üye olup önseçimle aday olmayı tercih edeceğini” yazmıştır. Hrant’ın sandıklara bakarak yaptığı tahmine göre o seçimlerde Ermeniler arasında ÖDP yüzde on barajını aştı. Ama genelde yüzde biri bile bulamadık. Dolayısıyla soruyu belki de tersinden sormak daha anlamlı olacak!

Başlangıçta Patrikhane de içinde olmak üzere Ermeni Cemaati’nin ortak bir sahiplenmesiyle çıkan AGOS Gazetesi zamanla büyük kırılmalar yaşayarak nihayetinde Hrant DİNK’in tek başına üstlenmek zorunda kaldığı bir çabaya dönüştü. Hrant DİNK’i bu süreçte yalnızlaştıran ne oldu?

Cemaat meselelerinden neredeyse bihaber olduğum söylenebilir. Ama Agos kurulurken Hrant’ın anlattıklarından az çok süreç hakkında bilgim var. Patrikhane ile özellikle son zamanlarda ciddi bir gerilim vardı. Agos’un cemaatin sivil temsilcisi karakterine bürünmesi ve beklenmedik bir rol üstlenmesi elbette ruhani ve cemaatin geleneksel çevrelerini tedirgin etti. Her türlü azınlık cemaatleri -göçmen Türkiyeliler de- yönetimle sürtüşmek istemez. Hrant cemaatin sorunlarını ahaliye açarken, ahalinin sorunlarına da dikkat çektiği için pek alışılmadık bir durum ortaya çıktı. Bütün sorunlarıyla birlikte Agos çok başarılı bir iş gördü. İtiraf edeyim ki kuruluşta bana anlattığı zaman böyle bir şeyin olabileceğine inanmamıştım ve bu konuda yalnız değildim.

“Türkiye’de Ermeni olmak” ile “Türkiye’de sosyalist bir Ermeni olmak” arasında bir ayrım var mı?

Azınlıksanız egemenler için komplo teorilerine hayli yatkın bir malzeme oluşturursunuz. Tutuklamalarda, sorgulamalarda ve içerde olduğu gibi günlük hayatta da bir takım ilave sorunlarla karşı karşıya kalırsınız. 12 Eylül’de etliye sütlüye karışmayan Ermenilerin de sırf okul veya başka türden cemaat kurumlarında yer aldıkları için tezgâhtan geçirildiği hatırlanırsa (ASALA arıyorlardı!) her iki kategoridekilere de allah kolaylık versin.

1969’da bir grev çadırında ben de “Ermeniyim” dediğimde “Estağfurullah” çeken işçi arkadaşımı bu hesaba dâhil etmeyeyim ama malum biz sosyalistler bir türlü kapitalizme karşı mücadele vermenin meşruiyetini bulamadığımızdan mı ne, hep “gavura” karşı çıkmışızdır. Bakınız TİP’in örneğin 1965 seçim konuşmaları. Ben babama anlatır dururdum “Emperyalizm demek istiyorlar” diye. O da “Sen biliyorsun da bunun emperyalizm olduğunu, onlar bilmiyor mu” derdi. Antiemperyalizmle ulusalcılığın harmanlandığı bir ortamda bu işlerin biraz yokuşa sürülmesi kaçınılmazdı.

Türkiye’de sosyalistlerin Ermeni meselesiyle daha yakın duygusal bağ kurabilmesini sağlayan eşik ne yazık ki Hrant DİNK’in öldürülmesi oldu. Aradan geçen 6 yılın ardından DİNK’in cenazesinde ortaya çıkan kitleselliği ve bunun sola etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Cenazedeki kitleselliğin yanı sıra yürüyüşün vakurluğunu siyaseten yorumlamak için elde maalesef fazla bir veri yok. Çok değişik hassasiyetlerin kesiştiği, buluştuğu bir kortejdi. İnsanlar Hrant’ın ardından kendi ezilmişliklerine, öfkelerine meydan okuyorlardı. Hassasiyet sözcüğünü özellikle kullandım, belki muğlâk bir tabir ama bir bilinçten söz etmek imkansızdı. İnsanlar kendi kendilerine bile tarif edemedikleri karmakarışık duygu ve düşüncelerle Agos’un önüne yığıldılar. Cinayet günü on bin kişi toplandı ki önceden düzenlenmiş mitinglerde bile bu sayıya ulaşmak zor. Cenaze hafta arası kalkacağı için iyimser tahminler ilk rakamın birkaç katı olacağı merkezindeydi. Sonuçta insanı bir nebze de olsa teselli eden muhteşem bir kalabalık, beklenmedik bir biçimde tarihe bir kayıt düştü.

Bu kitleselliğin sola bir etkisi olmadı diyebiliriz. Bunu “değerlendirmesi” demeyelim de, hem Hrant’la olan ilişkisi hem de kendi programatik duruşuyla en iyi “anması” gereken ÖDP, birkaç hafta sonra Hrant’ın dev bir portresinin sallandığı kongre salonunda bir yarılmaya uğradı. Hrant’ın siyasal bir manifestosu yoktu ve olması da gerekmiyordu ama bu olayın yarattığı hassasiyetleri diri kılacak bir takım faaliyetler gösterilebilirdi. Ne yazık ki kimi girişimler hayli faydacı bir zihniyetle yürütüldü. Mesele Hrant’ı bayrak yaparak veya onu öne çıkararak prim toplamak değil onun dile getirdiği meselelerden bazılarının -ille de hepsini de değil-gerçekten kendine dert edinmekti, yani kendi yürüyüşüne dâhil etmekti. 2006’da ÖDP’de Hrant’la birlikte bu konuya ilişkin bir toplantıda sunuş yapmıştık ve ilk kez bir sosyalist parti genel başkanı (Hayri Kozanoğlu) 24 Nisan’da açıkça Ermenilerin acılarını paylaştıklarını belirten bir bildiriyi okumuştu.

AKP Hükümeti’nin Hrant DİNK Cinayetinin aydınlatılması ve sorumluların cezalandırılması konusunda istekli olmadığı artık herkesin malumu. Buna rağmen Hrant DİNK sonrasındaki AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmenleri (Etyen Mahçupyan, Rober Koptaş) AKP’ye “hayırhah” bir tutum izledi. Bu tutum Hrant’ın mücadelesine ve mirasına karşı haksızlık yapıldığı duygusu uyandırmıyor mu?

Etyen ile Rober arasında önemli bir fark var ve hatta Agos sayfalarında aralarında sola ilişkin ciddi bir polemik olmuştu. Rober’in Agos’un başına geçmesi en makul çözümdü. Hrant’ın mirası ve mücadelesine kendi üslubunca sadık kalacaktır. Günlük politikanın içinden bakmamak gerekir Agos’a. Nihayetinde siyasal bir parti değil bir gazete ve özel bir konumu var. Bazı konularda ondaki hassasiyeti anlamak gerekir. Ergenekon Davası sanıklarından bazılarının Hrant konusundaki tavrı düşünülürse hak vermek gerekir. Onlar da bazı arkadaşların her ne sebeple olursa olsun Ergenekoncularla veya genel olarak ulusalcılarla aynı karede bulunmasını hazmedemiyorlar.

Agos’ta yazan ve gerçekten AKP’ye “hayırhah” bir tutum izleyenler oldu ama bunun tersini yapanlar da oldu. Hrant’ın mirası diye formüle edebilir miyiz bilmiyorum ama unutmamak gerekir ki o farklı bir dönemde yetişmiş, meselelere daha bütünsel bakabilen bir insandı. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır diyelim ve Agos’un genel demokratik talepler çerçevesinde yürüyüşünü sürdüreceğine dair umudumuzu koruyalım. İçinde herkesin kendine göre beğenmediği yazarlar olacaktır, yeter ki temel değerler zedelenmesin.

DİNK’in hem Ermeni hem de Kürt Sorunu konusundaki temel tavrı “bir arada yaşamı savunma” olarak özetlenebilir. Sizce biz bu ülkenin insanları olarak bir arada yaşamayı başarabilecek miyiz?

ÖDP’nin “bir arada yaşam” kampanyası için Hakan’la (Tahmaz) kendisini ziyarete gidip usulen derdimizi anlattığımızda gülümseyerek “Biz burada yıllardır ne yapıyoruz ki” dedi. Sosyalistseniz nihayetinde yalnızca yönetenin yönetilenin, sömürenin sömürülenin değil aynı zamanda sınırların da olmadığı bir dünyayı amaçlıyorsunuz demektir. “Bir arada yaşam” sınırlarla sınırlı bir mesele değil. Mevcut sınırlar dâhilinde yaşayanlar hallerinden memnunsalar sorun çıkmaz. Ama “bir arada yaşam” için gerekli koşullar yoksa ihtimaller açık uçludur. Bir arada yaşamayı becermek tarihteki haksızlıklar da dâhil olmak üzere ezilenlerin taleplerinin karşılanmasına bağlı olacaktır. Hrant kendi açısından hayatına mal olan bir tavır benimsedi. Biraz da bunun için on binler onun ardından yürüdü. Ama milliyetçi muhafazakâr milyonların da, eşitlik ve özgürlük taleplerini ihanet addederek veya insani değerleri pek de önemsemeyerek cinayetin etrafında dolananların ödüllendirmesini olağan karşıladığı anlaşılıyor. Neredeyse bu işte adı geçen herkes ödüllendirildi.

Öncelikle ezilenlerin, emekçilerin şu veya bu egemen kesimin değil kendi tarih bilincine sahip olmaları veya bir başka dünyanın bilincini oluşturmaları gerekiyor. Tarihin verdiği lütufla kendini merkez, başkasını hain görerek, bir arada yaşam yani eşit yurttaşlık hakları değil, bildiğin tabiyet dayatılmakta. Enternasyonalizm bütün bu bağımlılık ilişkilerinden arınmanın, “onların” tarihinin verdiği parçalanmışlıkları aşmanın yoludur. Hrant’ın yürüyüşünü ölümsüz kılan, onun biraz da bu parçalanmışlıkları aşma konusundaki hassasiyetiydi. Unutulmamasının bir nedeni de bu.

Çutak’tan Bize Kalanlar… (Sayat TEKİR)

“Gelin önce birbirimizi anlayalım...
Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim...
Gelin önce birbirimizi yaşatalım.” Hrant Dink 

Hrant Dink yazmaya ilk olarak 90’lı yıllarda günlük Ermenice yayımlanan Nor Marmara gazetesinde “Çutak” (Erm. Keman) rumuzuyla Ermeni tarihine ilişkin Türkiye’de çıkan kitapların eleştirilerini yazarak başladı. Şu anda onun yazdığı bir kitabın eleştirisini yazmak bu bağlamda bir taraftan onur verici olurken diğer taraftan 19 Ocak 2007’nin karabasanı altında bir o kadar da can sıkıcı.

Aslına bakarsak Hrant Dink bir gazeteciden farklı olarak fikir ve eylem insanıydı. Her hafta yazdığı köşesinden 100 yıllık kangrenleşmiş sorunları olan iki halka seslenirdi. Her ne kadar o, “Türkiyeliyim... Ermeniyim... İliklerime kadar da Anadoluluyum” dese de her televizyona çıkışında konu ne olursa olsun, o iki halktan birini (Ermenileri) temsil eden pozisyonda oluyordu. Belki de bu yüzden Ermenilere olan nefretin bizatihi muhatabı oluyordu. Ermenilere karşı olan tüm nefret “Ermeni gazeteci” Hrant Dink’e yöneliyordu. Sonrasını biliyoruz… Koruyamadık onu…

Hrant Dink’in yükü de ağırdı bedeli de. Belki Soykırımda ölenlerin, belki “kılıç artıklarının”, belki diaspora Ermenilerinin belki de hepsinin mirasını sırtında taşıyordu o. Yük ağır mı ağırdı ama Hrant ahparig de kafasını koyduğunu yapan cinstendi. Onun sözünün bu güçlü etkisi basit bir ikna kabiliyeti ile açıklanamazdı. Karşısındakinin düşüncesine saygı duyan, anlamaya çalışan ve kendini onun yerine koyan bir dil vardı onda. Anadolu insanının ruhu vardı onda özü bir sözü birdi, coşkuluydu. Hrant ahparigdi işte!

Hrant Dink’in karakteri, hayatı ve fikirleri ayrıca öldürülmesi ve öldürülme şekli, toplumun farklı kesimlerden binlerce kişiyi 23 Ocak 2007’de olan cenazesinde buluşturmuştur. Son 6 yılda ise her 19 Ocak farklı kesimlerinin birbirleriyle dayanıştığı bir kardeşlik gününe dönüşmüştür. Öte yandan 19 Ocak’larda gösterilen dayanışma ne yazık ki 20 Ocak’larda yerini toplumsal hafızanın yitimine ve duyarsızlığa bırakmıştır. Hrant Dink’in devam eden cinayet davası sürecinde ısrarlı bir kalabalığın çabasına rağmen bu kalabalık sönülmenmiş ve toplumsal duyarlılık birçok davada olduğu gibi bu davada da azalmıştır. Ülkede azmettiricisinin devlet olduğu birçok cinayet ve zorbalık toplumsal muhalefetin desteğini yeterince kazanamamış ve dayanışma kültürünü yaratamamıştır.

“Kitapsız yazarın” kitabı

Kendini “kitapsız bir yazar” olarak tanımlayan Hrant Dink’in ilk kitabı olan “İki Yakın Halk İki Uzak Komşu” TESEV Dış Politika Programı’nın projelerinden biridir. Kitabın önsözünü yazan Etyen Mahçupyan’ın bize aktardığı; kitabın projeye başlarken Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin boyutlarını ele alan ve aynı zamanda Türk-Ermeni ilişkisine ve sorunların çözümüne bakan “soğukkanlı” bir metin olması planlanırken Hrant Dink’in coşkusu ve kendi düşüncelerin eğip bükmeden olduğu gibi yazması projenin istikametini değiştirmişti. Yine Mahçupyan’ın bize aktardığına göre projedeki bu istikamet değişikliği metnin rafa kalkmasına yayınlanmasına ve ileri bir tarihe ertelenmesine neden olmuştu. Bu erteleme ne yazık ki kitabın basılmasını Hrant Dink’in aramızdan alındığı 19 Ocak 2007’den sonraya yani Haziran 2008’e bırakmıştı. Hrant Dink Vakfı’nın yayımladığı kitap vakfın da ilk göz ağrısıdır.

İki Yakın Halk İki Uzak Komşu’da Hrant Dink, Agos ve BirGün’deki köşe yazılarına benzer yalın bir dil kullanarak, tarihin, uluslar arası ilişkilerin ve politikanın soğuk terimlerine karşın o kendine has samimi dilini kitabına da yansıtmıştır. Okuyanın bam teline değen İki Yakın Halk İki Uzak Komşu, Türk-Ermeni İlişkilerine giriş niteliğinde bir kitap olmasının yanı sıra Türklere ve Ermenilere barış ve uzlaşmayı anlatan bir kitaptır. İki tarafın derdini de anlayan, iki tarafa da dert anlatan Hrant Dink, Ermeni soykırımı gibi tarihin en çetrefilli konusuna bile olanca coşkusu, umudu ve karşısındaki anlayan üslubu ile çözümü sunmaktadır: “Ermeni Soykırımı konusunda şu gerçeği bir kez daha özetlemekte yarar var: Türkiye’nin bugün önündeki problem ne ‘inkar’ ne de ‘ikrar’ sorunudur. Türkiye’nin temel sorunu ‘idrak’tır. Aslolan, Türk toplumunun tarihsel gerçekliğin farkına varmasıdır. Bu da ancak Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin gelişmesiyle mümkün olur. İdrak sürecinde ise Türkiye’nin ciddi bir şekilde alternatif tarih etüdüne ve bunun için de demokratik bir ortama ihtiyacı var. İdrak sürecini yaşamakta olan bir toplumun bireylerine içeriden inkarı ya da dışarıdan ikrarı siyasal baskılarla ya da yasalarla dayatmak, benzer bir işgüzarlıktır. Böylesi bir yöntem, idrak sürecine indirilecek en büyük darbedir. İdrak edilmemiş bir inkarın veya ikrarın hiç kimseye yararı olmaz…” (s. 63)

Üç bölümden oluşan kitap hâlihazırdaki Türkiye-Ermenistan arasındaki ilişkisizlik durumunu, bu ilişkisizliğin tarihi ve ekonomik arka planını anlatmaktadır. Bunun yanı sıra kitapta Türk-Ermeni ilişkisizliği ile Soykırım gibi tarihi konulara Hrant Dink’in önerdiği çözümleri görmekteyiz. Ayrıca kitabın ekler bölümünde Hrant Dink’in ‘’Ermeni Konferansı’’ diye medyada adlandırılan olaylı “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı konferanstaki konuşması ile TBMM AB Uyum Komisyonu ile Dışişleri Komisyonu’nun TBMM binasında ortaklaşa gerçekleştirdiği, Ermeni Sorunu’nun ele alındığı toplantıda yaptığı iki konuşma da bulunmaktadır. Özetle “İki Yakın Halk İki Uzak Komşu” Türk-Ermeni ilişkileri üzerine fikir sahibi olmak isteyenler için birebirdir.

Hrant’tan bize kalan 

Hrant Dink’ten bize kalan yazılarından ya da Agos’tan daha fazla bir şeydir. Susmamaktır. Herkes sussa bile susmamaktır, hakikati anlatmaktır. Hrant Dink’ten bize kalan mücadeledir. Devlet aynı Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi işçilere, halklara, öğrencilere, LGBTT’lere yapılan her saldırının faillerini korumak ve semirtmek için tüm imkânlarını seferber etmekte, gücünü devletten alan faşistler ise bu toprakların “ötekilerine” saldırmaktan hiç çekinmemektedir. Öte yandan toplumsal muhalefet güçleri hükümetin bin bir türlü baskısıyla uğraşmakta ve 1980 sonrası daralan muhalefet, toplumsal duyarlılığı yaratamamaktadır. Toplumsal duyarlılığın yaratılmadığı, ülkedeki tüm ezilenlerin kendi dertlerine düştüğü ve birbirleriyle dayanışma kültürünün ve olmadığı bir toplumda tüm bu zorbalıklara maruz bırakılanlara kalan tek şey ise yalnızlıktır! Sistemin dayattığı bu yalnızlığın kırılması ve her türlü zorbalık, sömürü ve tahakkümden arındırılmış bir Dünya için tek yolu birlikte mücadele etmektir!

İki Yakın Halk İki Uzak Komşu, Hrant Dink, Dink Vakfı Yayınları, 2007

Yiğit Ölür Şan Kalır… (Mutlu ARSLAN)

Hrant Abi, sen şimdi derin bir sessizliğin içinde yatıyorsun ama merak etmeyesin, çocukluk nasihatleri gibi içimize işlemiş kardeşlik tembihin, dilimiz başka hakikat söylemiyor. (BirGün Kitap)

Daha ilkokul çağımdayken bile, arkadaşlarımın ağızlarını doldura doldura babalarından bahsetmelerinden hoşlanmazdım. Oysa senin hakkında anlatacak sağlam hikâyelerim vardı. İçimden “ulan benim babam var ya, benim babam” diye düşünür ama ağzıma getiremez, sıramı savardım. Bir oğlun babasını anlatmaktan daha iyi şeyler yapması gerektiğine inandım hep. Biliyorum ki sen de, babasını anlatan bir oğul olmamdan fazlasını isterdin benim için. Oğullar babalarını yenmedikçe bir dünya nasıl ilerler… Katillerin aldıkları bir şey de çocukların babalarını yenme hakkıdır. (Arat DİNK)

Biliyorsun, kalabalıkların tanrısına inanmıyorum. Bu yüzden tanrıyı yapan kalabalıkların kendisine inanmak zorundayım. Bu kalabalıkların bir yerde gizledikleri bir vicdanları olduğuna, uzundur uyuttukları bir isyanları olduğunu, ne olursa olsun bir gün bir yerde herkesin birbirini anlayacağına, herkesin af dileyebileceğine, hepimizin affedilmek isteyeceğine… İyi kalpli tek bir tanrı olsaydı belki de mecbur kalmazdım insanlığa. Ama sen de biliyorsun işte tanrıların tabiatını ve en kederli, en kanlı mecburiyetimizin insanlık olduğunu. İnsanlık… Bizi çoğu kez bir ahtapotmuşuz gibi öldüren, uzun uzun öldüren, yere çala çala… (Ece TEMELKURAN)

Bizde, okumuş yazmış insanlar “aydın” sayılıyor; doğru değil bu. Muhalif yanları olan insanlar “aydın” sayılıyor, bana kalırsa bu da doğru değil: iktidarlardan birine diklenenlerin, sırtlarını ötekine dayadıklarını pek sık görüyoruz. Hrant Dink tam bir aydındı, çünkü kimseyle iyi geçinmeye çalışmadı. Doğrularını en ağır bedeli göze alarak ifade ederken slalom yapmadı, dikine gitti. Susmayacağını, pısmayacağını, alttan almayacağını anladılar. (Enis BATUR)

Onun ardından yüz binlerce insan İstanbul sokaklarına dökülürken yalnızca bir cinayete tepkilerini dile getirmekle kalmıyordu; tanıdıkları, bildikleri, kendilerinden saydıkları ve korumayı başaramadıkları için içlerinin yandığı bir dostlarına hakkı olan sevgi ve saygıyı sunuyorlardı. (Ertuğrul KÜRKÇÜ)

Derken, Türkiyeli Kürt Ahmet’le, kardeşi olan Türkiyeli Ermeni Hrant’ın büyülü buluşması gerçekleşmiş. Ama meğerse onurlu bir keklikle onurlu bir güvercinin kırılan kanatları bir daha asla onarılamazmış… Ama görenler varmış, telgraf direklerindeki tellerde yüz binlerce üzgün serçe birlikte ötüşüyormuş yüz bin dilden… (Gülten KAYA)

Hrant Dink “görüldü”. Görülmek, görülebilir olmak önemlidir. Onu hedef tahtası haline getiren şey, en başta Ermeni olarak “görülebilir” olmasıydı. Bu ülkede Ermeniler genellikle görünmezler. Göze batmadan yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Adları, soyadları, kimlikleri bir biçimde silikleştirilmiş, karartılmış, kalabalığa karıştırılmıştır. Görülmek, var olmak, çağrıştırmak, hatırlatmak dolayısıyla da “izlenmek” demektir. 301. Maddeyle ya da namluyla. (Murathan MUNGAN)

Sen de çekip gitme/Dayan be umudum/Dön gel, dön gel/Meydan okur hayat/Pabuç bırakmaz ölüme/Dön gel, dön gel. … Bi’daha yazar mı kalem kanaya kanaya/Kâğıdı da kan tutar ağaç değil mi soyu/Ağla doyasıya ağla/Aynı denizde çoğalır yüreğin özsuyu. (Sezen AKSU)

Hrantçığım, babacığım, benim masal babam… Çocukluğun bir güvercin kanadından Saroyan hikâyelerinden bize misafir gelivermiş babacık… O güzelim yüreğin sızlamasın diye elim varmıyor kendi yüreğimin halini yazmaya şimdi. Sadece seninle zamanı yaşamış olabilmenin imtiyazlı sıcaklığı üzerimde… İçim titriyor seni üzecek, incitecek, o kimselere el değdirmediğin vakur kalbini kırarım bilemeden diye… (Şafak PAVEY)

Bir nesil için daha kederlisini düşünemiyorum… Bankta yayınızda oturuyordu, denize ve ufuk çizgisine bakarak… Hortum geldi, sadece onu çekti. Sizler, yani bizler, onunla denize bakıp “yarın hava daha güzel olur, poyraz çıkar ve rutubet düşer, buhar kalktı mı karşı yakanın silueti netleşir, görürsün, kendimizi daha az yapış yapış hissederiz, yarın belli ki hava çok daha insaflı olacak” diyen bizler, aynı meyhanelere, davetlere, sergilere giden bizler, insan isimlerine sahip o insanlık dışı hortumları püskürtemedik. Hrant’ı aramızda tutamadık. (Vivet KANETTİ)

Kardeşimi vurdular. Değerli bir hayata, uzaktan da olsa tanık olması insana heyecan veren bir hayat serüvenine hoyrat bir nokta koydular. Meğer “Türkiye’yi vurmuşlar”. “Türkiye’nin imgesini yaralamakmış” amaç. Ey imge demokratları, sinsi yardakçılar, Hrant’a haddini aşmış, çizgiyi geçmiş yabancı muamelesi çekip milletini kışkırtan basın tüccarları, çekilin aradan. Yasımızı tutacağız. Hrant’ın saçının bir teline Türkiye’nin imgesini toptan vermeye hazırdık. Onu koruyamadık. Bu cinayeti de yabancı güçlere havale etmeye çalışan soğukkanlı komplo uzmanları; TAYAD’lı gençleri Trabzon’da linçe kalkışan güruhu “Milletin hassasiyetlerine dokunursanız böyle olur” diye koruyan başbakanından başlayarak bütün hassas Türkler… Artık susun! Kardeşimin hayatını çaldınız. İz kalmasın diye ölümünü de çalmaya çalışıyorsunuz. O kurşunlar Türkiye’ye, Türkiye’nin imgesine sıkılmadı. Hrant’ın canım canına sıkıldı. Hrant’ın o kocaman sarılışı, o aydınlık gülüşü kâbusunuz olsun. (Yıldırım TÜRKER)

Bugün hala dayanabiliyorsak bunu birbirimize borçluyuz elbet. Tünelin ucundaki ışığa birlik olarak varabileceğimizi kim bilmez. Böyle bir kaynaşmayı kim önemsemez. Benim içerlediğim asla unutmayacak, vazgeçmeyecek ve aydınlatmaya devam edecek “Hrant Dinklerin” ardından, köşe başlarını tutan sözde aydınların onları yok eden zihniyet/lerle savaşmayışı, iz sürmeyişi, belgelerle kanıtlananları bile ele almayışıdır. Oysa unutmamak, yeni acılar yaşamamak için çok ama çok önemli. (Zeynep ALTIOK)

Ah sevgilim… Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgili? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir sevgilim? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevki sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz sevgilim.

Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim. Bana da ağır oldu bedeli sevgilim. Bunları yazabilmeyi Hisusa borçluyum sevgilim. Onun da hakkını verelim sevgilim. Herkesin hakkını herkese geri verelim sevgilim.

Sevdiklerinden ayrıldın.

Çocuklarından, torunlarından ayrıldın.

Sizlerden ayrıldı.

Kucağımdan ayrıldın…

ÜLKENDEN AYRILMADIN SEVGİLİM. (Rakel DİNK)

Hrant’a… “Ali topu Agop’a at”, Editörler: Fahri ÖZDEMİR – Arat DİNK, Yayınevi: Kırmızı Yayınları, 2007

Kimlerin İlahilerini Marşlara Çevirdik? (Zeliha ETÖZ)

Antropoloji literatüründe 1970’lerin başında yeni bir kavram gündeme gelir, kavramın yaratıcısı Fransız antropolog Robert Jaulin’dir. Jaulin, asıl olarak “fiziksel yok edişi” ifade eden ve bu nedenle de ‘yok etme’ eyleminin içeriğini daraltan bir anlama sahip soykırım(genocide) kavramının yanına, “kültürel yok edişi” içeren kavimkırım (ethnocide) kavramını ortaya atar. Kavimkırım kavramının çerçevesini ve dolayısıyla önemini ele almadan önce soykırım hakkında bir iki kelam etmek yerinde olur diye düşünüyorum.

Irk ölçütünün esas alındığı soykırım kavramı, Alman savaş suçlarının belgelendirilmesi amacıyla 1944 yılında Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından geliştirilir ve 1946’da Nürmberg Mahkemesi’nde bir suç tipi olarak yasal düzlemde tanınmış olur. Lemkin bu kavramı geliştirirken ‘haklı savaş’ anlayışını baz alarak Nazilerin gerçekleştirdikleri eylemleri, bir ulusu yok etmek üzere girişilen ‘haklı olmayan savaş’ın aşırı formu olarak belirler. Kavramı çerçevelendiren Lemkin’in diğer iddiası ise, her ne kadar Naziler modern metotlar kullanmış olsalar da yaşananların ‘barbarlığa geri dönüş’ olduğudur. Oysa Zygmunt Bauman Modernite ve Holocaust adlı eserinde, meseleyi uygarlık ve modern devlet bağlamında ele alır. Ona göre soykırım, rasyonel hiyerarşik örgütlenme, planlama, teknik donanım, istatistik, lojistik düzenleme ve maliyet-zarar hesapları gibi modernliğin sunduğu bütün araçların, kısaca “araçsal rasyonalitenin” rehberliğinde gerçekleştirilmiştir.

İlk Soykırım 

Bauman’ın tanımladığı çerçevedeki soykırımın, ilk defa, II. Dünya Savaşı sırasında gerçekleştirildiği uzunca bir süre kabul edilmiştir. Ancak, modernliğin bir ‘imkân’ı olarak ilk defa Almanlar tarafından gerçekleştirildiği kabulünü şüpheli hale getiren bir başka olay vardır. Çok da eski zamanlarda olmayan fakat kabulü konusunda yoğun direnişlerin, karşı çıkışların, hatta tersine çevirmelerin olduğu bir olay: Ermeni Soykırımı.

Bugün daha çok sayıdaki ayrıntılı çalışmalar gösteriyor ki 1915 Ermeni Soykırımında, belki ‘rafinelik’ bakımından değil ama örgütlülük, değişik yolların olabildiğince eşgüdümlü biçimde seferber edilmesi, süreç içinde ‘daha sonuç alıcı metotlar’ın devreye sokulması, planlılık anlamında modern ‘araçsal rasyonalite’nin devrede olduğu aşikârdır. Bu haliyle, 1915 olayları, Bauman’ın çerçevelendirdiği ve çözümlediği eylemliliklerle paralellikler arz etmektedir.

Her ne kadar Ermenilere yönelik soykırımı 1915 yılıyla işaretliyorsak da biliyoruz ki ‘Ermenilerin yok edilmesi’ 19. Yüzyılın son çeyreğinden, çok daha net bir tarih vereceksek Abdülhamit döneminde ‘yok etmenin’ değişik yollarının seferber edilerek yoğunlaştığı 1894-1896 yıllarından başlamaktadır. Bu yıllarda gayri-müslimlerin ağırlıkta olduğu yörelerde nüfus kompozisyonunda değişiklik, -PRO’de (Public Record Office-Birleşik Krallık Ulusal Arşivi) bulunan çok sayıda belgede görülebileceği gibi- malların müsaderesiyle birlikte İstanbul’dan Anadolu şehirlerine zorunlu göç, Müslüman halkın silahlandırılıp kışkırtılmasıyla çıkan çatışmalar sonucunda tutuklanıp idam edilenlerin nedense sadece Ermeni olması, işyerlerini ve evleri hedef alan kundaklamalar, Almanya’dakine benzer biçimde Diyarbakır’da Ermenilere ait yerlerin işaretlenmesi ve daha çok sayıdaki örnek farklı fazlardan geçmiş olan ‘süreç içinde’ olgunlaştırılan bir soykırımla ve kavimkırımla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Gasp Edilmiş Kültür 

Gelelim kavimkırımın anlamına ve işaret ettiği gerçeklerin Türkiye’deki karşılıklarına. Kavram, “yok etmenin” sadece fiziksel bir nitelik taşımadığının altını çizerek, çoğu durumda yok edilen topluluğun kültürünü ve ürettiği her türlü değeri yok etmeyi kapsadığını ifade etmek üzere, özellikle de ‘Batılı uygar’ toplumların dünyanın değişik coğrafyalarındaki topluluk ve toplumlara karşı giriştikleri eylemleri işaret etmek için üretilmiştir. Dolayısıyla yok etmeyi sadece “maddeten” değil aynı zamanda “manen” gerçekleştirmeyi içerir. Yok ediş, bir kerede gerçekleştirilmeyip, uzun yıllar sürebiliyor, hatta soykırım suçunun ağırlığını bastırmak üzere sanki içtepisel biçimde kırıma tabi olan kültürün öğelerini ‘talan’ etmek biçiminde olabiliyor. Bu talan, mimari güzelliği aşikâr bir yapının çökmeye terk edilmesi biçiminde olabildiği gibi, yok edilmeye çalışılan topluluğun ürettiği değerlerin kendine mal edilmesi biçiminde de olabiliyor.

Kavimkırımın bir “kültür kırımı” olduğunu, dolayısıyla bir topluluğun sembolik evrenini yok etme girişimi olduğunu söylemeliyiz: Tıpkı emval-i metruke (terk edilmiş mallara el konulması) konusu gibi… (böylesi yasal düzenlemeye nerede rastlanır acaba?) Tıpkı bugünkü Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün ve arazisinin Ankara’nın önde gelenlerinden Kasapyanlar’a ait olması gibi… Tıpkı yerleşimlerin isimlerini değiştirme gibi… (Ki bu konuda modern Türk devletinin eline su dökecek azdır) İşte size küçük ipuçları: isimlerinde Hamit, Hamidiye, Mecid, Mecidiye gibi ekler bulunan yerlere biraz sorgulayarak bakın, Anadolu’daki pek çok şehirde var olan “Ulu” sıfatlı camilere de.

Ankara’nın Taşına Bak 

Bir de tabii hiç akla hayale gelmeyecek şeylerde karşımıza çıkan kavimkırım örnekleri vardır. Bu örnekleri ya rastlantı eseri öğrenirseniz ya da soykırımın gerçekleştirildiği bir ülkede bir yönüyle kavimkırım da olabileceği ihtimaliyle kültürel ve sembolik ürünlere daha dikkatle bakarsanız görebilirsiniz. İşte size çarpıcı bir örnek:

Negrîn gelî hevrînên min, ez ê herim welatê xwe/ Min navêje pir bimînim ez ê herim welatê xwe/ Ev der ji min re ne tu hal e, êş û derde min pir dijwar e/ Xerîbîtî gelek tahl e, ez ê herim welatê xwe/ Xerîbîtî gelek tahl e, ez ê herim welatê xwe/ Hêvî dikim li ser min negrîn/ Li ser min nekin girîn û şîn/ Ez ê herim welatê xwe hemî derdê me biborin/ Ez ê herim welatê xwe hemî derdê me biborin/ Werin gelik ‘ezîzên min destên he we maçî bikim/ destên he we maçî bikim, sihêlîtî (?) ji he we bixwazim/sihêlîtî (?) ji he we bixwazim/ Ez ê herim welatê xwe.

Kürtçe olan bu Ermeni ilahisinin Türkçesi şöyledir:

Çok ağlamayın dostlarım/ Ben vatanıma [cennete] gideceğim/ Burada çok kalmayacağım/ Burası acı dolu/ Derdim, kederim çok fazla/ Gurbette olmak çok acı/ Ben vatanıma gideceğim/ Yalvarırım üstüme ağlamayın/ Yas tutmayın, kederlenmeyin/ Bütün dertlerim geçecek/ Ben vatanıma gideceğim/ Gelin azizlerim eliniz öpeyim/ Sizden aflık dileyim/ Ben vatanıma gideceğim.

Hiçbirimize tanıdık gelmeyen bu sözlerin melodisi, hepimizin yakından bildiği “Ankara’nın Taşına Bak” marşı olarak kahramanlık(!) tarihimizde yerine almıştır. Acıyla yüklü bir Ermeni ilahisinin tüm tarihsel ve kültürel dokusundan koparılarak, ezgisi üzerine adeta nispet yapar gibi sözler yazılmasıyla ortaya çıkan bu eser, kavimkırımıyla anlatılmak istenen şeyi apaçık ortaya koyar. Bu mal edişin, bir parça acemiliği açık etse de nasıl kılıfına uydurulduğu da önemli bir konudur. 1930’lu yıllardaki folklor çalışmaları kapsamında, Mahmut Ragıp Kösemihal ve H. Suphi Karsel’in tarafından kaleme alınan ve sözüm ona Ankara ve civarındaki derleme çalışmalarından biri olan Ankara Bölgesi Musiki Folkloru adlı eserde, sözlerin sahibinin dönemin Kültür Bakanı’nın oğlan kardeşi olduğu söylenir ve bunun araştırılmaya muhtaç olduğu belirtilir. Oysa birkaç sayfa öncesinde Ankara’da eğlence ve düğünlerde çalgıcılık edenlerin sadece Rum, Ermeni ve Çingeneler olduğu söylenir. Üstelik Ankara müzik folkloründe farklı kültür tabakalarının -Eti, Frigya, Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı- adı zikredilse de Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin adı geçmemektedir.

“Bir türküye nasıl söz yazıldığını”, “çalgı çengiyi gerçekleştirenlerin kendi kültürlerini hiç mi dile getirmediklerini” ve “çok değil 20-30 yıl önce burada olanların neden hiçbir müziksel etki bırakmadığını” sorgulamak, yaşanan kavimkırımının tespiti açısından oldukça önemli ve yerinde bir şüphedir. Tıpkı trajik ölümüyle ve eserleriyle yürekleri parçalayan Ermeni besteci Gomidas’ın eserlerindeki ‘motifler’in de sanki bir yerlerde ‘iç edilmiş’ olabileceği şüphesi gibi…

Anadolu’yu Başka Türlü Düşünmek (Dinçer DEMİRKENT)

"Bu kitapla, bu inkâr edilmiş geçmişi yeniden canlandıracaktık. Ermenilerin bir zamanlar canlı olduğunu göstermek istedik. Temelde bu var: Canlı insanlar." Raymond H. Kévorkian, 

Türkiye’de resmi tarih yazıcılığının uzun süre unutturmaya çalıştığı gerçeklerden biri bu ülkede Ermenilerin, Rumların canlı insanlar olarak yaşadıkları idi. Canlı insanlar olarak köylerde şehirlerde bir mimari, bir kültür oluşturdukları. Fakat tedrisatın sürekli tekrar ettiği ‘zararlı cemiyet’ üyeliğinin dışındaki varlıkları hep saklandı; saklanmasa kim bilir belki de bastığımız yeri toprak diyerek geçmek çok daha zor olacaktı. Ankara’da “içinde çeşmelerin aktığı, etrafı yüksek duvarlarla çevrili bahçeleri bulunan taş evlerden oluşan” (s.212) Ermeni mahallelerinin 1915 öncesi varlığını bilseydik eğer ‘ne oldu?’ sorusunu sormak elbette kaçınılmaz olacaktı. Tekirdağ’ın Osmanlı kayıtlarında Tekfurdağı olarak geçtiğini, adının Rodosto olduğunu bilseydik; 1606’da burada bir Ermeni cemaatinin kurulmuş olduğunu, “1915’teki tehcirin arifesinde limandaki yaklaşık 30.000 nüfusun yarısının Ermenilerden oluştuğunu” (s. 124) bilseydik Ermenilerin Doğu Anadolu’dan zorunlu nedenlerle ‘göç ettirilmiş’ oldukları masallarına da hiç inanmamış olacaktık.

Yukarıda tırnak içinde verdiğim alıntılar, Hrant Dink’in Türkçede yayımlanmasını çok istediği ve 1997-2000 yılları arasında bazı bölümlerini Agos’ta yayımladığı, Raymond H. Kévorkian ve Paul B. Paboudjian’ın 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler adlı eserinden. Eserin 2012’de Aras Yayınevi tarafından yayımlanmasında da Hrant’ın katkısı var. Aras Yayınları’nın yetkilileri ile görüşerek çevirinin neredeyse tamamlandığını fakat kendisine yönelen nefret kampanyasını büyütmek istemediği için böylesi bir projeyi devam ettirip ettiremeyeceklerini soran o. Kitap 2012’de yayımlandığında o aramızdan alınanı 5 yıl olmuştu.

Mayda Saris tarafından Fransızca aslından çevrilen 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler kelimenin gerçek anlamıyla dev bir tarih çalışması. Kévorkian amaçladığı biçimde “yıkımdan önceki Ermeni dünyasının sarsılmaz bir imgesini sunmak” için binlerce yerleşim merkezini çok önemli bir görsel malzeme ile birlikte sunuyor. Çalışmada 2.925 kent ve köyün dökümü yapılıyor.

İki kısımdan oluşan kitabın birinci kısmında, 1915 öncesi Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin kurumlar tarihi, Ermeniler bakımından dönemin siyasi tarihinin ana hatları, 1915 öncesinde Ermenilerin ekonomik, demografik, sosyal ve kültürel tarihi yer alıyor. Bu kısımdaki en önemli ve üzerinde durulması gereken tespit özellikle 1894-96 katliamlarıyla Abdülhamit döneminde zirveye çıkan planlanmış, merkezi ve yerel yönetimlerce desteklendiğidir. Yazarlar bunun nedeni olarak 1878 sonrasında Osmanlı Devleti’nin politikasının, bölgedeki Ermeni unsurunu katliamlar ve din değiştirmeler ile ortadan kaldırmak; bunu Kürtler aracılığıyla yaparak Kürtlerin de yaşamını zorlaştırıp onları zayıflatmak olarak değişmesini gösterir. Bu tespit aslında Ermeni soykırımı ile bir hesaplaşma yapılacaksa 1915’in gerisine ve ilerisine gidilmesi gerektiğine işaret eder. Ermenilerin varlığının fiziksel ve kültürel olarak Anadolu’dan silinmesinin tarihi Abdülhamit devrinden İttihat ve Terakki’ye miras kalmış ve Cumhuriyet de hafızalardan silme görevini yerini getirmiştir- kitabın bütün yerleşim isimlerini Ermenice, Kürtçe ve Türkçeleriyle vermesi bu konuda da önemli bir katkıdır.

Bu kısımda Türkiye’de yapılan “sayı tartışması”na ilişkin de önemli veriler sunulmaktadır. Yazarlar Osmanlı Devleti’nin Yüksek Ermeni Platosu’nda yaptığı, Kemal Karpat tarafından yayımlanmış olan, nüfus sayımlarının kendi içinde çelişkili olduğunu gösterdikten sonra onlarla da karşılaştırmalı olarak Ermeni Patrikhanesi’nin verdiği dökümü sunar (s. 61-64). Bu iki sayım arasında yarı yarıya bir fark vardır ki yazarlar Osmanlı’nın kayıtlarla oynandığının Devletin Defterdarlık kayıtlarından bile anlaşıldığına işaret ederler. Ayrıca Patrikhane’nin kayıtlarla oynama ihtimalinin olmadığını çünkü bu sayımdan hemen sonra Avrupalı müfettişlerin geleceklerini ve durumu inceleyeceklerini düşündüklerini eklemektedirler.

Ermenilerin siyasi ve kültürel yaşamına dair kesitler sunan bu kısımda Arus Yumrul’un Toplum ve Bilim’in 83. sayısındaki yazısında “Osmanlı’nın ilk anayasası” olarak adlandırdığı 1863’te kabul edilen Ermeni Milleti Nizamnamesi’nin getirdiği laik ve özgürlükçü bir kurum olan Cismani Meclis’in eğitime yaptığı katkılar ve katliamlara karşı siyasi alanda verilen mücadele aktarılıyor. Ermeni basınına dair Türkiye basın tarihçilerinin de dikkate alması gereken önemli veriler sunuluyor. Ayrıca bir Ermeni rönesansından bahsedilen bölümde özellikle 18. ve 19. Yüzyıl Ermeni yüksek kültürüne dair kesitler yer alıyor.

Eserin ikinci kısmı, yazarların bölgedeki canlı Ermeni varlığını resmetmek ve yeniden sunmak amacını başarılı bir biçimde yerine getiriyor. İnsanlar ve Yaşadıkları Topraklar başlığını taşıyan bu kısımda Ermenilerin Anadolu’nun her köşesine yayılmış varlığı bu varlığın tarihsel kökenlerine dair bilgiler, görseller, mimariye ve kültüre ilişkin aktarımlarla birlikte sunuluyor. İstanbul hamalları, sarrafları, simitçilerini; Anadolu’daki yüzlerce kilisenin fotoğrafını, Ermeni terzilerinin, rahibelerinin yetimhanelerin, hastanelerin fotoğraflarını bulmanın mümkün olduğu bu kısımda her bölgenin yaşam tarzı da titizlikle yeniden canlandırılıyor. Özellikle İstanbul, İzmir gibi kozmopolit metropollerle Yüksek Ermeni Platosu olarak adlandırılan bölgede yaşayan Ermenilerin arasındaki önemli farkları ilk elde görmek mümkün. Ama derinleştikçe bu bölgelerin kendi kırsallarının nasıl farklılaştığına dair bilgiler bu topraklarda var olmuş canlı bir tarihi gözler önüne seriyor. Her sayfasında, okuyana, özellikle de Türkiyeli okura, bilmenin sorumluluğunu biraz daha hissettiren bu kitabın Hrant Dink için neden bu kadar önemli olduğu da sanırım böylece ortaya çıkıyor.

Bitirirken, kitabı okurken masamda gören herkesin hemen kendi doğduğu yerleşime ilişkin bilgilere dair bir tarama yapması aslında ortalama her Türkiyelinin en azından benim çevremde olanların, üzerine bastığı toprağa, gittiği okula, camiye dair bir sorusu olduğunu bana kişisel olarak gösterdi. Bu eser, daha genel bir soruya dair önemli bilgiler içermesinin yanı sıra bir sorumluluğa da işaret etmesiyle çok önemli ve değerli bir çalışma.

Raymond H. Kévorkian, Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler, Aras Yayınları, İstanbul, 2012.