Serçeler Bir Araya Gelince (Funda DEMİR)

Yaz resmi olarak biteli bir ay kadar olsa da, memleketimizin her an her şey değişebilir imajına uyum göstererek bayram tatilinin bitmesini bekledi gelmek için sonbahar… Mevsim dönümleri en güzel size onu hatırlatan şeylere rastladıkça oluyor… Okullar açılıyor, geceleri bir serinlik, uzun kollular neredeydi telaşı, manav tezgâhından göz kırpan mandalina ve yolları saran sarı yapraklar. Hoş geldin sonbahar. Yaz anılarımızda güzellik biriktiremez olduk, keyifli anlar, mutlu günler, kirazlı sevinçler yaşasak da içimizde hep burukluk. Nereye koyacağımızı bilmediğimiz, sanırım artık beraber yaşamayı öğrenmek zorunda olduğumuz burukluk, bir yürek kaç parçaya bölünür, kaç yerden sızar acısı tarif edemediğimiz, yine de hayattayız deyip gülümsemeye zorladığımız, başka da bir yolunu bilmediğimiz günler, aylar ve mevsimlerden ibaret hayat…  İçinde daha az çocuğun öldürüldüğü günler varsa gelsin güz, yoksa yine uzun sarı bir yazda bekleyelim. Bekleyelim ki umut kalsın ucundan, kıyısından…

Bu kitabı ilk okuduğumda yok dedim, olmaz. Bir çocuk için fazla mı mesaj içeriyor acaba? Kim bilir belki çocukların öldürülmediği dünyalarda geçerlidir bu iyi niyet. Che’nin hayatından esinlenerek yazılmış bu öyküyü okuyup da yetişkin gözüyle çok şey görmek mümkün… Yazar Mempo Giardinelli, “SerChe Onurlu Bir Kuş”u yazarken belki çoktan görmüştü gerçeği, çocukların öldürüldüğü bir hayat var Dünya’da, gerisi gerçekten hikâye… Kısaca SerChe diye bahsedeceğim kitap, çeşit çeşit kuşun yaşadığı kuşdünyanın kapılarını aralıyor bize. Yooo, kuşların özgür olduğunu savunanlar varsa hayal kırıklığına uğrayacaksınız baştan söylemeliyim. Güçlünün güçsüzü ezmesi kuşdünyada da çok yaygınmış. Bir küçük SerChe dünyaya gelmiş  ve büyüklerin hoşlanmayacağı soruları sormaya başlamış. Neden büyük kuşların sayısı bu kadar azken, küçük kuşlar ses çıkarmıyor neden, nedenmiş… Aradığı yanıtı kimseden bulamadığı gibi azar işittiğiyle kalmış bizim SerChe… Kendi cevaplarını bulmayı öğrenmiş, kendi doğrularının peşinden gitmeyi, kendi yolunu seçmeyi… Gün geçtikçe güçlenmiş, kimsenin gitmeye cesaret edemediği yerlere uçmuş.  Başka kuşdünyaları görüp, rengine, cinsine bakmadan tüm kuşlara yardım etmiş. Akbabalar ve diğer yırtıcılar bu durumdan rahatsızmış. SerChe gittiği yere özgürlüğü, cesareti götürüyormuş. Ezilen, yaşama hakları ellerinden alınmaya çalışan ne kadar kanatlı varsa peşine düşüp onları özgürleşmenin yollarını gösteriyormuş. Bedava yemekçi ve kibirli bulduğu güvercin ve martılardan çok hoşlanmayan SerChe bir gün yırtıcılara karşı kuşdünyalar arası bir toplantı olduğunu duymuş ve orada bulunmuş. Onlara gördüğünü anlatmış; “dünyalar birbirinden çok uzak olsa da hepsinde benzer haksızlıklar olduğunu”… Başka kuşdünyaların mümkün olduğunu, beraber dayanışarak yeni bir kuşdünya kurabileceklerini anlatmış coşkuyla. Diğer tüm kuşlar SerChe’nin şu düşüncesini çok doğru bulmuşlar. “Bir kuşu özgür kılan, çok fazla şeye sahip olmak değil, sahip olduklarını adilce paylaşmaktır.”  Karşılaştıkları bin bir zorluğa rağmen yeni kuşdünyayı kurmuşlar. Sonrası… SerChe, onurlu bir kuş… Bir kuş nasıl onurlu olur diyenler hikâyenin sonunu okumalı…

Nota Bene yayınlarının bu kitabını, ilk okuduğumda küçük bir çocuk için anlaşılması zor, uzun ve hatta belki biraz ürkütücü bulsam da (4-5 yaşlarında bir çocuğa o tavukları kesiyorlar ve biz yiyoruz demek ne kadar kolay olur siz düşününün) sanırım su gibi okuyan 9’lar, 10’lar, 11’lik 12’lik abiler ablalar (umarım!) biraz merak, biraz hüzünle okuyacaklardır. SerChe Onurlu Bir Kuş’un göz kırptığı adama, o toprakların insanının sıcaklığına ve başka bir dünyaya ait inançları diri tutmak için iyi bir başlangıç olabilir. Kitap ciltli ve kuşe kağıda baskılı haliyle daha keyifli bir okuma deneyimi sunuyor.  Tanıtım bülteninden bir alıntıyla noktalayalım;  "Sömürü düzeninin değişmesini istemeyenler sık sık şunu vurgular: Her koyun kendi bacağından asılır. Bu yüzden çocuklar olabildiğince bencil büyütülür. Önlerinde iki yol var gibidir, ya kendini dünyanın merkezinde hisseden ya da sinik insanlar olacaktır çocuklar. Oysaki SerChe üçüncü bir çözüm yolu önerir: Dayanışma. Serçeler bir araya geldiğinde her biri bir SerChe'ye dönüşebilir. Çocuk Kitapları dizimizden çıkan SerChe çocuklara ve ailelerine güçsüz, ezilen insanların bir araya geldiğinde ne kadar güçlü olabileceğini Che'nin devrimci yaşamını odak alarak anlatıyor."

SERCHE – ONURLU BİR KUŞ,  Mempo Giardinelli, Resimleyen: Alejandro Agdamus, Çev.: Zekine Sanchez Veiga, Notabene, 2014.

Aşk ve Ölüm Hakkında (Aysel SAĞIR)

“Nereden başlasam? Şimdi başımda kaynaşıveren tüm düşünceler şimdinin ürünü; saati, dakikası, tarihi yok. Dünkü bir olay benim için bin yıl önce yaşanmış bir olaydan daha eski ve etkisiz olabilir…”

Aşk, yaşam, ölüm… insanlık için bir düğüm noktası olurken, çuvallaması da buralarda başlıyor. Her insanın buralarda açılan çukurların içine istemese de düştüğünü inkar edebilir miyiz (?) Var olma ve ölüm arasında salınıp duran yaşamın içinden bazen çok baskın bir ses(ler) gelir. İranlı yazar Sadık Hidayet’i bu baskın seslerden biri olarak niteleyebiliriz. Yirminci yüzyıla damgasın vuran yazarlardan biri olarak Sadık Hidayet, Kör Baykuş’ta, bireyin iç dünyasından sesleniyor. Ancak bu sesleniş, herkesin rahatlıkla gördüğü görüp tanımlayacağı somut durumların çok ötesinden geliyor. Buradan yola çıkarak, söz konusu sesi duymak için özel bir dikkat gerektiğini söyleyebiliriz.
Aksi takdirde; çapraşık, anında karabulutların hücum ettiği, tersliklerin, talihsizliklerin birbirleriyle yarış halinde olduğu bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu düşünerek tümüyle olumsuz bir duruma kilitlenebiliriz. Bu da bizi yazarı ve metinlerini hiçbir zaman anlayamayacağımız bir noktaya götürür. Bunun olmaması için izlenecek yolların başında da bir yazarın metinlerini biçimlendiren paradigmanın ucundan tutmak geldiğini söylemek gerekiyor.

Eski ölmüş ‘ben’…
Birinci tekil kişi konumunda olan anlatıcıyı takip ettiğimiz Kör Baykuş’ta, bize eşlik eden ya da bizim eşlik ettiğimiz anlatıcı, içine girdiği atmosferle ilgili somut nedenler göstermez. Zira kişi olaylar ve durumların içine o ana dek biriktirdikleri, deneyimledikleriyle girecektir. Dolayısıyla da, kendisini çevreleyen atmosfere kendi dünyasındaki çelişkilerin resmini asacaktır. Gerçekte de öyle değil midir (?) Somut durumlara iç dünyalarımızda olan bitenlerin iz düşümüyle dokunuruz biraz da.
Hidayet metninde bu dokunmayı kullandığı metaforlarla şöyle anlatacaktır; “Ben parçalara bölünmüş somut bir varlık mıyım? Bilmiyorum. Ama şimdi aynaya baktığımda, tanıyamadım kendimi. O eski “ben” ölmüş, parçalarına ayrılmış, ama aramızda hiçbir engel yok… Üzüm salkımını sıkmalı, şırasını şu ihtiyar, kuru gölgemin boğazına kaşık kaşık dökmeliyim… Odamda karanlık bir sandık odası var. Odanın ayaktakımından olanların dünyasına açılan iki penceresi var. Biri bizim hayata, diğeri sokağa bakar. Oradan beni Rey şehrine bağlar. Dünyanın Gelini denilen, binlerce sokağı, arka sokağı, basık iç içe geçmiş evleri, medreseleri, kervansarayları olan Rey şehri. Dünyanın en büyük şehri denilen bu şehir odamın arkasında nefes alıyor, yaşıyor… Her yerde kat kat gölgemi görüyorum. Hayatımı iki büklüm gölgeme açıklamak için bir hikaye anlatmalıyım…”

İç konuşmaların uzantısında…
Ben anlatıcının sürekli konuşma halinde olduğu olay örgüsünün de bu konuşma içinde kurulduğu metinde, bir kadın ve erkek ilişkisi öne çıkar. Bu durumda ana karakterin de ben anlatıcı olduğunu söylemeye gerek yok. Anlatıcının zihninden gelişmeleri takip ederken zamanda çakışmalar yaşanır. Bir andan yola çıkarken, aynı anı çağrıştıran ya da yaşanan başka anların tekrar ettiği izlenimine kapılan bir zihin vardır karşımızda. Tabii aynı zamanda yanılan, yanıldıktan sonra da tekrar başa dönerek aklının kendisine oyun oynadığını düşünen bir zihin.

Anlatıcının kurduğunu varsaydığımız olay örgüsünün içinde bir kadın vardır ve bütün gerilim de söz konusu kadın etrafında örülür. Çocukluktan itibaren aşık olduğu kadınla evlendiği halde onu hep uzaktan izlemek zorunda kalan anlatıcı, bu mesafede durarak, şimdiye değin kurulmuş ilişki ve aidiyetlerin anlamlarını sıfırlayarak, sadece aşkın kendisini esir alan etkileri üzerinden bir varlık durumu geliştirecektir. Bir hezeyan hali içinde iç konuşmalarla dile gelen bu anlatımda, ulaşılamayana duyulan saplantılı isteğin basit ilk aşaması zaman ilerledikçe yerini içinden çıkılamaz iç içe geçmiş duygu durumlarına bırakacaktır.

Bu duygu durumları aynı zamanda; yaşamın sunduklarının ötesine geçerek, asıl anlamın bu ötelerde olduğunu görünür kılacaktır. Metnin önemi tam da buralarda açığa çıkar. Zira her kişi verili olanı aştığı oranda kendini bulmaya biraz daha yaklaşacaktır. Tıpkı yaşarken bizlerin de yaptığı gibi.

KÖR BAYKUŞ, Sadık Hidayet, Çev. Mehmet Kanar, Ayrıntı Yayınları, 2015.

'Çocuğun Okuma Özgürlüğü Kısıtlanıyor' (Mine Soysal ile Söyleşi: Kadir İNCESU)

İçinde bulunduğumuz yıl 20. yaşını kutlayan Günışığı Kitaplığı yalnızca yayımladığı kitaplarla değil; Gençler için Zeynep Cemali Öykü Yarışması, eğitimciler için Eğitimde Edebiyat Seminerleri, yayıncılık sektörü için uzmanlık konferansı (Zeynep Cemali Edebiyat Günü) ile de fark yaratıyor

Müren Beykan, Mine Soysal ve Hande Demirtaş tarafından kurulan, Yayımladığı çocuk ve gençlik kitaplarıyla yayın dünyasında kendisine kısa zamanda kalıcı bir yer edinen Günışığı Kitaplığı 20. yaşını kutlamaya hazırlanıyor. Yayınevinin hem kurucularından hem de yazarlarından olan Mine Soysal ile Günışığı Kitaplığı'nın 20 yıllık serüvenini konuştuk.

Hangi düşünceler sonucunda yayıncılık yapmaya karar verdiniz? Günışığı Kitaplığı'nın yayıncılık anlayışı nedir?

Çocukluk ve ilkgençlikte severek okunan edebiyat kitaplarının yarattığı iyilik duygusunu, sunduğu yaşama sevincini, gücü insan bir ömür boyunca taşıyor. Edebiyatla ilk karşılaşmalar çağını çok önemsediğimiz için, özellikle çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatında uzmanlaşmayı seçtik. Çünkü biz, öncelikle çocukları ve gençleri ciddiye alan, didaktik olmayan, has edebiyatın izini süren nitelikli kitapların, her yaştan okurda ortak bir okuma keyfi yaratacağına ve geleceğimizi değiştirebileceğine inanıyoruz.

Aradan geçen 20 yıllık süreçte yayıncılık dünyasındaki değişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?


Günışığı Kitaplığı kurulduğu günden beri, yayıncılığımızın sektörleşme sürecinde sorumluluk alan, doğrudan emek veren bir yayınevi. Bu 20 yılda yayıncılığımızda önemli adımlar atıldı. Telif haklarının inşası, meslek örgütlerinin gelişmesi ve eşgüdümle çalışma denemeleri, editörlüğün öneminin anlaşılmaya başlaması, yurtiçi kitap fuarları sayesinde ülke genelinde okurla kitabın yakınlaşması, dış ülkelerde önemli kitap fuarlarına katılmak ve TEDA gibi destek projelerinin de yardımıyla edebiyatımızın yurtdışına açılması, tasarımdan baskı teknolojilerine kitap üretiminde niteliğin yükselmesi ve elbette dijital yayıncılık yolculuğumuz... Bu olumlu gelişmelerin yanı sıra binlerce kitapçının kapanması, sansür ve otosansürün gündemden düşmemesi, yüksek üretim maliyetleri, yayıncılık teşviklerinin yetersizliği, yayıncılığa yönelik akademik eğitimin eksikliği ve her yıl yığınla niteliksiz metnin kitaplaşabilmesi gibi çok önemli belirleyici sorunlar da sürüyor.

Bu süreçte Günışığı Kitaplığı nasıl bir gelişim ve değişim süreci geçirdi?

Yayınevimiz ilk günden beri uzman editörlük anlayışıyla çalışıyor. Edebiyat kitaplarının farklı yaş gruplarına göre yazılması ve yayına hazırlanmasında hem yazarlarla, hem de çevirmen, illüstratör ve grafikerlerle yakın bir işbirliğiyle çalışıyoruz. Bu yaklaşımı, okulöncesi resimli öykü kitaplarından çocuk kitaplarına ve ilkgençlik kitaplarına kadar yayımladığımız yüzlerce kitapla örnekledik. Değerli birçok kalemin bu alana dikkatini çektik, bugün severek okunan eserler vermelerine aracı olduk. Semih Gümüş ve Müren Beykan’ın benzersiz ortaklığıyla hazırlanan ve edebiyat ustalarını çocuklar ve gençlerle buluşturan Köprü Kitaplar koleksiyonunun yanı sıra çağdaş öykü ve deneme seçkileri yayımladık. 2011’de kurduğumuz genç edebiyat markamız ON8 ile tüm edebiyat okurlarına ulaştık. Çeviri edebiyatla yola çıkan ON8, artık Müge İplikçi, Ahmet Büke, Sevgi Saygı gibi önemli yazarlarla yepyeni ve daha güçlü bir koleksiyon oluşturuyor.

Gençler için Zeynep Cemali Öykü Yarışması, eğitimciler için Eğitimde Edebiyat Seminerleri, yayıncılık sektörü için uzmanlık konferansı (Zeynep Cemali Edebiyat Günü) düzenlemenizi de yayıncılık anlayışınızın bir parçası olarak mı değerlendirmeliyiz?

Karar vericilerin, önerenlerin yetişkin olduğu alanımızda edebiyat yayımcısı olmak, bizi doğallıkla farklı projelere yönlendirdi. Okuma kültürümüze duyduğumuz sorumlulukla, sadece bir yayınevi olarak değil, aynı zamanda bir sivil toplum kuruluşu gibi çalışıyoruz. Sektörel gelişimi hızlandırmak, güncel bilgi ve deneyimin paylaşılmasını sağlamak amacıyla başlattığımız, ülkenin tek, yıllık yayıncılık konferansı olan Zeynep Cemali Edebiyat Günü’nün beşincisini bu yıl 3 Ekim’de Kadir Has Üniversitesi’nde düzenliyoruz. Öğretmen ve kütüphanecilerin, çağdaş edebiyat, yaratıcı okuma uygulamaları ve kitap seçimi gibi başlıklarda gelişimini hedefleyen Eğitimde Edebiyat Seminerleri’nin dokuzuncusunu 5 Mart 2016’da gerçekleştireceğiz. Bütün konferans ve seminer içeriklerimizi yayımladığımız e-dergimiz Keçi, 6 aylık bir süreli yayın. Özellikle akademisyenler, kütüphaneciler ve eğitimciler için vazgeçilmez bir kaynak haline gelen dergi, keciedebiyat.com adresinden ücretsiz okunabiliyor.
Ve elbette çocuklar! 6, 7, 8. sınıf öğrencilerinin her yıl belirlediğimiz yeni bir temada yazdıkları öykülerle katılabildiği Zeynep Cemali Öykü Yarışması, Milli Eğitim Bakanlığı’nca tüm yurtta duyuruluyor. Her yıl yurdun dört yanından gelen sayısız öykü, değerli edebiyatçılar ve akademisyenlerden oluşan seçici kurul tarafından özenle değerlendiriliyor. Geleceğin yazarlarını müjdeleyen yarışmada dereceye giren öykülerle birlikte, seçilen “okumalık” öyküler Ödüllü Öyküler Kitapçığı’nda yayımlanıyor. Ödül Töreni, Zeynep Cemali Edebiyat Günü’nde yapılan yarışmaya her geçen yıl daha çok öğretmenin öğrencilerini yönlendirmesi, daha çok gencin öykü yazmaya heves etmesi bizi çok sevindiriyor.

Çocuklar ve gençler için kitaplarınız var. Özellikle çocukluk dönemlerinde zirve yapan okuma oranlarının yaş büyüdükçe azalmasıyla ilgili olarak neler söylemek istersiniz?

Çocuklukta büyük bir hevesle çıkılan okuma yolculuğunu sekteye uğratan çok önemli iki etken var: Birincisi; yaratıcı kurgular ve karakterlerle yazılmış, uzman editörlerce yayına hazırlanan nitelikli edebiyat kitaplarıyla buluşamamak. İkincisi; çocuğun okuma özgürlüğünün kısıtlanması. Ergenlikle birlikte her şeyi sorgulamaya başlayan çocuğun ilgi ve meraklarına göre özgürce seçimler yapmasını engellemek, didaktik, amaçlı metinler okumak zorunda bırakılması, kopuşu kaçınılmaz kılıyor. Oysa biz, edebiyat okurluğunun bireysel denemeler ve keşiflerle ilerleyen içsel bir serüven olduğunu biliyoruz. İşte bu nedenle, roman, öykü, şiir, deneme, anlatı vb. tür ayrımı yapmadan, çocukları ve gençleri fantastikten bilimkurguya, polisiyeden felsefeye farklı lezzetlerde okumalara özendirmek, ömür boyu güvenle sığınacakları bir edebiyat adası yaratmak istedik. 20 yıllık edebiyat yayıncılığı emeğimiz ve deneyimimizle, anlam evrenimizi zenginleştirmeyi daha da güçlenerek sürdüreceğiz.

Tava Ekmeğinden Öyküler (Ayşegül TÖZEREN)

Ahmet Büke kıyısından birbirine teyellenmiş öykülerini yeni bir kitapta topladı: “İnsan Kendine de İyi Gelir” ya da Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi.

“İzmir Postası’nın Adamları” isimli ilk öykü kitabıyla 2004’te tanıştığımız Büke’nin edebiyat serüveni bu tarihten daha öncesine dayanıyor. Serüvende yaklaşık on yıl önce tohumlarını attığı Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi’nin de yeri var. Büke o günleri ON8 Blog’ta şöyle anlatmış:

“Mevzu eski. Bir grup eski arkadaş kurmuştuk bu ansiklopediyi. Çok da eğlendik zamanında. Unutulmuş, kıyıda köşede kalmış, bizim için –belki insanlık için de hâlâ– enteresan ayrıntılar adına ne varsa topluyorduk. Sonra hayat gailesi, o işler hep kesintilere uğradı.
Ama fark ettim ki, benim içimdeki sosyal ayrıntı toplayıcılığı hiç durmadı.”
Ahmet Büke öyküsünü atomlarına parçalamaya kalkışsanız, en küçük parçanın ne cümle, ne sözcük, ne de harf olduğunu görürsünüz. Büke edebiyatını sosyal ayrıntılar ince ince örer. Hızlı kent yaşamında pek de ‘durup anlamaya da, düşünmeye de vaktimizin olmadığı ince şeyler.’ Ancak yazar, unutulandan, incinenden ve inceliklerden söz ederken, metin olmayı sürdürür, sahicilik ve içtenlik onun öykü dilinin değişmeyenidir.
Büke, sosyal ayrıntıları biriktirdiği sevgili çöplüğünden filizlenen öykülerinden söz ederken, “Haylazlığın estetiği ile hikâye arasında sihirli bir bağ olduğuna inanıyorum,” diyor. ON8 Blog’ta yayınladığı yirmi altı öyküye eklediği yeni metinlerle oluşturduğu son kitabında da belirip kaybolan Ahmet haylaz, babaannesi farklı olarak ağırbaşlı, dedesi haylaz, Arap Hatçam Teyze haylaz, zaten mahalleli haylazın önde gideni… Ama Büke’nin kalemi de haylaz. Mahalle güzellemesinden kent güzellemesine geçeceğini sandığımız sırada, bir anda karakterin kişisel tarihini, Tariş Direnişi’ne teyelliyor ve edebiyatın içinden sıkı bir eleştiriyi dile getirebiliyor: “12 Eylül’den sonra o abiyi Tariş olaylarının asıl faili diye astılar. İzmir hayırlı bir yer olsaydı, kendini yakar, onu yine vermezdi ellerine.”
Ahmet Büke, “İnsan Kendine de İyi Gelir”de öykülerini düş ile gerçeğin arasındaki salıncakta kuruyor. Öykü her iki uca doğru gidip gelirken, savrulmuyor, tam düş olduğuna emin olduğumuz yerde hakikate dair şüphe payını hep koruyor. “Hararet Öyküsü”nde ana karakter çocuğun ateşini düşürmek için dedesi ve arkadaşının ona vicks sürüp, “kozmonot” elbisesi giydirmelerinin ardından, uzaya uçuşunu anlatırken,
“Dönüşümü bizim eve ayarlamışlar.
Gözümü açtım, divandayım.
Başucumda babaannem var.
Dudaklarıyla alnıma dokundu.
“Ateşin yok, iyi bu,” dedi.
“Babaanne?” dedim.
“Yok,” dedi.  “Fitile gerek kalmadı. Ben dönene kadar düşmüş.”
Dedeme baktım.
Koltukta horluyordu,” biçiminde kısa cümlelerle gerilimi basamak basamak arttırarak, okuru birden yere çekiyor ve kuşkuyla örülü bir sonla baş başa bırakıyor. Büke arafta olma halini tercih eden bir yazar. Karakterlerini ne sadece iyiye dair ne de kötüye dair özelliklerle kuruyor. Büke iyi ve kötü ayrımını dahi kesin sınırlarla yapmıyor. Öykü karakterlerine karşı ahlakçı bir tavır da takınmıyor, öykünün olayı içinde karakterlerini yaşama benzer doğal akışında var ediyor. Büke’nin metinlerindeki ahlakçı olmayan bu tavır da metne sahicilik katan bir öge olarak dikkati çekiyor.

Ahmet Büke’nin edebiyatının iki temel ayağı olan yazarın sınıfsal bakışı ve mahalle kültürünün beslediği hikâyeleri son kitabının da kurucu unsurları. Yazarın öykü dünyasında kurduğu mahalle, iktisadi akla göre yaşamıyor, belki bu özellikle de günümüzün vitrinlerle donatılmış dünyasını düşündüğümüzde öykülere masalsı bir haz katıyor. Büke’nin kahramanları büyük hayallerin peşinde değiller, öykülerde karın tokluğuna yaşıyorlar gibi bir cümle kurabiliriz. Büke, kentte pek görünmeyen yoksulları, tanıdığı mahallelerden bulup çıkarıyor. Yoksulluk üzerinden evrensel değerlere ve erdeme uzanan bir mahalle anlatısına ulaşıyor. Büke’nin mahallesi, aslında dünyası ve dünyasını anlattığından belki, metin aynı zamanda felsefi göndermeler de taşıyor: Mutluluğa, aşka dair… Yazar, öykülerinin satır aralarında insan olmanın derinine iniyor:

“İşte insan böyledir. Bile bile aldanmayı iyi bilir.
Ama insan kendine de iyi gelir.”

Son yerine, sır…

Ahmet Büke öyküleri okuru birden yakalar. Bu işin bir iki sırrı varsa, yazarın hiç vazgeçmeden mahalleyi, hatta çocukluğundan beri gözlemlediği mahallesini anlatması ve insanlara karşı duyduğu hakiki sevgidir.

Belki, bundan, Ahmet Büke öykülerini okuduğunuzda hoşlanmadığınız insanları bile sevmeye başlarsınız.
Hatta kendinizi bile!

SOSYAL AYRINTILAR ANSİKLOPEDİSİ İNSAN KENDİNE DE İYİ GELİR, Ahmet Büke, On8 Kitap, 2015.


Bahar, Adına Karşı! (Barış ÖZDEMİR)

“Dünyanın neresinde olursa olsun hangi anne, çocuklarından bahsederken gerçekleri temel alır?” (s. 38) cümlesi, Bahar’ın ölümüne odaklanmış ve ‘Bahar’ın romanı’ olarak tanımlanabilecek bu eseri, bir yandan da anne’nin dramı ekseninde kuruyor. Bahar’ın annesi Hüsniye üzerinden, hiçbir annenin duyarsız kalamayacağı bir dram barındırıyor “Bahar”!

Sabine Adatepe’nin “Bahar” adlı romanında sosyal danışman İna, bir ‘ölüm’ün izini sürüyor: Almanya’da yaşayan göçmen ailenin çocuğu Bahar, bir gençlik evindeki yangında ölmüştür. Törelerine aykırı davranışlarıyla aile onurlarını zedelediği düşüncesiyle kardeşi Burak mı öldürmüştür Bahar’ı? Aklanamayan şüpheler üzerine hapiste tutulan Burak, onun suçsuzluğuna inanan annesi Hüsniye, görevi –anlayamadığı nedenlerle– görev anlayışından çıkararak adeta kendi şahsi meselesine dönüştürmüş sosyal danışman İna ve eklenen diğer isimler…

Kurmaca da Gerçektir!
“Bahar”, ülkemizden yurt dışına giden göçmenler üzerine yazılmış bir eser. Kastamonulu bir ailenin kızı Hüsniye ile yine aynı köyden zamanında Almanya’ya göç etmiş bir başka ailenin oğlu Turan evlendirilirler. Hüsniye, Almanya’da milliyetçi bakış açıları, evlerindeki bozkurt resmi ve oğullarının adında sembolleşmiş ülküleri ile kendi halinde yaşayan aileye gelin gitmiştir; kızı Bahar dört yaşına bastıktan sonra ancak! Romanın gerilimi, olay örgüsündeki geçişler bir yana, okur kendini İna’yı Bahar’ın ölümü üzerine aile ile ilgilenirken buluverir. Bu ölümün asıl şüphelisi bir ‘namus cinayeti’dir. Bu noktada önemli toplumsal olaylar, ülke/dünya gündeminin Almanya’daki göçmenler üzerindeki etkileri, sosyolojik çözümlemeler eşliğinde aktarılır:

“ ‘On bir Eylül olmasaydı, bu bir ergenlik hevesi olarak kalır ve bir sonraki flörtte unutulurdu’ dedi Elif, içini çekti ve sonra iki Almanya’nın birleşmesinin akabinde kültür savaşı adı altında yaşanan zor zamanlardan bahsetti." (s. 164) “İçimizden çoğu Amerika karşıtıydı. Sonra Afganistan savaşı başlayınca birçoğumuz ‘Madem bizi Müslüman olarak kabul ediyorlar, o halde sahiden Müslüman olalım’ diye düşündü.” (s. 165)

    Bu cümleler, Bahar’ın ani bir kararla kapanması ekseninde psikolojik çözümler de barındırmaktadır. Okulu sevmeyen, okuyacak birikime sahip olmadığını düşünen Bahar, çeşitli iş kollarında hayatını kurmaya çalışırken bir yandan da 11 Eylül’ün etkilerini kendi üzerinde yaşayacaktır. Babaları Turan, eşi Hüsniye ile evlendiklerinden beri hayatı/gerçek mutluluğu hep dışarıda, başka kadınlarda aramıştır. Çocuk yaşta aile travmalarıyla, bilinçsiz ebeveyn tutumlarıyla kendilerini sorunların içinde bulan bu iki kardeş, Bahar ve Burak, dönüşü artık ‘keşke’ olan noktaya gelmişlerdir. Yazar Sabine Adatepe, belli ki yaşadığı ülke Almanya üzerinden göçmenlik sorununa, Türk ailelerin dramına dair önemli gözlemler/araştırmalar yapmış romanını yazma aşamasında.

Romanın Sırtındaki Kaşıntı
“Bahar”, bir aile dramına odaklanmasının yanı sıra, sosyal/siyasi roman özelliklerini yansıtmasıyla da dikkatleri çekiyor. Hatta bu roman, –1990’lı yıllar, özellikle de 28 Şubat ve sonrasında oluşan ‘türban/kapanma’ konusu, ‘siyasî İslâm’ kavramının siyasî terminolojide adından sıkça söz ettirmesi vb. ekseninde– önemli tezler de içeriyor. Bu bağlamda okur, yakın tarihe ilişkin önemli bilinçaltı/alt cümleler barındıran bir romanla karşı karşıya!

İna, Nihat ve Diğerleri…
Romana açıklayıcılıktan ziyade yaşanılan an’a dair konuşmalar ve tüm bunların ardındaki İna’nın iç sesiyle başlamak, okuma konforunu bozan, zihni yoran; ama bir o kadar da merak duygusunu kamçılayan önemli bir öğe. Romanın ilk bölümünde sesini duyduğumuz İna, ikinci bölümde yerini Nihat dedeye bırakıyor. Sabine Adatepe kendisine iki anlatıcı (diğerlerini saymazsak!) belirlemiş: İna ve Nihat. Diğer karakterler de yeri geldiğinde görevi devralarak romanın akışına katkıda bulunmuşlar. Ama daha da önemlisi, anlatıcı/lar ara sıra sırtını yazara dayayıp kenara çekilmiş, Sabine Adatepe de hissettirmeden karakteriyle yardımlaşmış akışı verme işinde. Sanırım bu teknik, örgünün ileriye geriye karmaşık düzlemde ilerlemesinden (zaman/mekan atlamalarıyla birlikte) kaynaklanıyor. İşte bu nedenle Burak, babası Turan, annesi Hüsniye, arkadaşı Leonie, hatta ölümü öncesi Bahar, köydeki Hadiye yenge, ara perdeden seslerini duyabildiğimiz diğer karakterler. 237 sayfalık romanda dikkat çeken önemli konulardan biri, romanın tekniği ve bununla ilgili anlatıcı çeşitliliği olsa gerek. Ama daha da önemlisi doğal, içten anlatımı ve merak öğesini önemli çatışmalara dönüştürebilmedeki başarısı Sabine Adatepe’yi önemli bir romanın yazarı olarak karşımıza çıkarıyor. Dildeki başarılı çevirisi, yalınlığıyla romanı adeta içimizden biri yapan (zira konu/olay özellikleriyle roman zaten bizden biri) çevirmen Levent Bakaç’ı da kutlamak gerekiyor. Bu noktada söylemeden edemeyeceğim önemli bir düzeltme hatası var ki bu eser için büyük bir talihsizlik: Romanın “İstatistik” bölümünde (94–103 arası) Axel (?) / Alex (?) adlı karakter, 13 kez Axel, 6 kez de Alex olarak karşımıza çıkıyor. Karakterin adı muhtemelen bunlardan biri (!).

Her Son Bir Umut Taşır; Hayat Gibi!
Romanda duygulu, içten kişiliğiyle tanıyacağımız İna, romanın sonunda okuru özel cümleleriyle selamlar ki, gencecik Bahar’ın artık bu dünyada olmayışının acısını yok edemese de, aynı hayat gibi, umudu ıslıklamaya davet eder okuru:

“(…) Leonie’yi bekliyorum. Onun da bağlantımızı sürdürmek istemesi ne güzel oldu. Burada Coffee-Shop’ta, deyim yerindeyse tarafsız bölgede buluşmak onun fikriydi. Elbe’nin öbür tarafındaki semtten, Karadeniz’deki köyden, kendinden, Burak’tan yeni haberler getireceğine ve böylece bana da kendi yolumu çizmek üzere kafamı berraklaştırmama yardım edeceğine eminim.” (s. 237)

BAHAR, Sabine Adatepe, Çev. Levent Bakaç, Ayrıntı Yayınları, 2015.