Ernesto Laclau etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ernesto Laclau etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Popülist Akıl: Fırsatlar ve Tuzaklar (Onur KARTAL)

Bu yazı rahatlıkla “Ernesto Laclau’nun popülizm çözümlemeleri, Gezi Direnişini anlamamız için zengin bir kavramsal malzeme sunuyor” cümlesiyle başlayabilir, bir kavram ile bir olay arasındaki mesafeyi en kolay yoldan kapatmayı tercih edebilirdi. Gezi’de olayın hakikatinin peşine düşenler, çokluğun canlı etinin izini sürenler, yazlıklarını çıkarmayı reddedip kışlıklarıyla mevsim geçişini kafalarında erteleyip yeni olana geleneksel kategorilerle riske girmeden ışık tutmayı yeğleyenler hep bu yoldan gittiler. Rotaları farklıydı ancak vardıkları yer aynı oldu: pratiği bir kavramsal çerçeveye oturtmak, çerçevenin içinde kalanları yüceltmek, dışına taşanları görmezden gelmek. Biz burada işin kolay kısmını da es geçmeyeceğiz. Laclau’nun popülizmi esas alan, evrenselliğin ufkunu bir boş gösteren olarak demokrasiyi tikel taleplerin arasında kurulan bir eşdeğerlikler zincirinde arayan kavrayışının Gezi deneyimini anlamada işimizi ne ölçüde kolaylaştırdığına bakacağız. Fakat bu kavrayışın tehlikesine de işaret ederek işimizin aslında hiç de kolay olmadığını göstermeye çalışacağız.

Laclau ilk elden demokrasinin olanağını, bir halkın inşasına bağlar. Halk ise kimliğini değişen eşdeğerlikler zincirleri vasıtasıyla bulur: “demokrasi yalnızca, ortaya çıkışı eşdeğer talepler arasındaki yatay eklemlenmeye bağlı olan demokratik bir öznenin var oluşu üzerine oturtulabilir. Boş bir gösteren tarafından eklemlenen eşdeğer talepler topluluğu, bir ‘halk’ı inşa eden şeydir. O halde demokrasinin olanaklılığının kendisi, demokratik bir ‘halk’ın kurulmasına bağlıdır”. Laclau’nun eşdeğerlikler zinciriyle kast ettiği şey, verili bir baskı rejimine karşı baş gösteren taleplerin tikel farklarını muhafaza etmeleri; ancak yine bu rejimin karşısında konumlanmalarıyla ortak bir muhalefet platformunun unsurları olarak birbirlerine eşdeğer olmalarıdır. Kendilerinde yalıtılmış heterojenlik arz eden talepler, karşı oldukları iktidar aygıtıyla ilişkilerinde söz konusu eşdeğerlilikler zinciri üzerinden evrensel bir ufka açılırlar. Ezcümle: tikelden evrensele giden yol ancak tikeller arası bir zincirin kurulmasıyla aralanabilir.

Laclau’nun vermiş olduğu bir örnek bu karmaşık tablonun anlaşılmasını sağlamaya yetecektir: “Gelişmekte olan bir sanayi kentinin eteklerindeki gecekondularda ikamet eden geniş bir tarım göçmeni kitlesi düşünün. Konut sorunları ortaya çıkar ve bunlardan etkilenen bir grup insan yerel otoritelerden bir çözüm ister (...) İstek yerine getirilirse bu meselenin sonu olur; yerine getirilmezse insanlar, komşularının aynı biçimde yerine getirilmemiş su, sağlık, okul vb. başka sorunları olduğunu fark etmeye başlayabilirler. Durum bir süre değişmeden kalırsa, doyurulmamış taleplerin birikimi ve onları farklılık biçiminde (her biri diğerlerinden soyutlanmış olarak) özümseme konusunda kurumsal sistemin artan bir yetersizliği söz konusu olur ve talepler arasında bir eşdeğerlilik ilişkisi kurulur” (92). İşte bir boş gösteren olarak demokrasi, yani yapısal olarak anlamlandırma sistemi içinde temsil edilemez bir yer olarak demokrasinin boşluğu, tikel talepler arasında kurulan eşdeğerlikler zinciri vasıtasıyla yeniden anlamlandırılır ve böylece demokrasi, tikelden evrensele popülist bir mücadele alanının önceden belirlenemez zemini haline gelir.

Buraya kadar anlatılanların Haziran Direnişiyle büyük oranda örtüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Somut görünümünü AKP İktidarı ve bilhassa Başbakan Erdoğan’da bulan baskı rejimine karşı farklı mağduriyet alanlarından doğmuş ve doyurulmamış tikel talepler manzumesi, Gezi Parkı özelinde birbirlerine eşdeğer düzeyde bağlanarak popülist bir ayaklanmayla taçlandı; direniş, Antakya, Ankara, İzmir başta olmak üzere diğer kentlerle ve hatta diğer ülkelerle -Brezilya ve daha geç de olsa İtalya- buluşarak söz konusu eşdeğerlikler zincirinin evrensellik ufkunu en uç sınırlarına kadar genişletti. Bir boş gösteren olarak Gezi Parkı, tikel taleplerin eş değerlikler zinciri üzerinde yükselen evrensel demokratik bir halk hareketine dönüştü. Peki ama bu hareketi doğuran zincirin bir halkasını diğerine bağlayan unsur neydi? Şüphesiz bu soruya birçok yanıtın verildi, veriliyor. Kimileri ufuk açıcı, birçoğu değil. Ancak biz Laclau’nun yanıtını merak ediyoruz. Aldığımız yanıtın çok tatmin edici olmadığını, hatta bu yanıtla şimdiye kadar yolunda giden işlerin birden sarpa sarmaya başladığını göreceğiz. Zira Laclau, soruyu daha çok negatif bir belirlemeden yani eşdeğerlikler zincirini neyin kurduğundan değil neyin kurmadığından doğru yol alıyor. “Pratik koşullar içinde (…) üretim ilişkileri içinde yer alan mücadelelerin global bir anti-kapitalist mücadelenin ayrıcalıklı noktaları olmaları için bir neden yoktur (…) bütün tarihsel deneyimin gösterdiği gibi, bu mücadeledeki hegemonik aktörlerin kimler olacağını önceden belirlemek olanaksızdır. Bunların işçiler olacağı, hiçbir biçimde açık değildir”.

Burada niyetimiz Laclau’nun sınıf kategorisini aşındırma çabalarını teşhir etmek değil. Defalarca yapılan bir şeyi tekrarlamanın manası yok. Ayrıca burada sadece satır başlarını sunabildiğimiz Laclaucu popülizm tahayyülünün yalnızca kültürel alana değil aynı zamanda ekonomik alana temas eden mücadelelerin çözümlemesi için muazzam bir malzeme sunduğunu ve maalesef coğrafyamızda bu malzemenin hakkının verilmediğini düşünüyoruz. Ancak sırf bu yüzden de eşdeğerlikler zincirini eklemleyen unsurun belirsizliğinin beraberinde getirdiği tehlikeyi görmezden gelemeyiz. Evet, Laclau’nun terminolojisine sadık kaldığımızda Haziran Direnişini popülist demokratik bir halk ayaklanması olarak alkışlayabiliriz. Ancak eklemleyici unsurun ne olduğu ya da ne olması gerektiği sorusuyla layıkıyla yüzleşmezsek bu sadakat, karşı-devrimci hareketleri, demokrat hamleler olarak alkışlamamıza yol açacaktır: “Bir ‘halk’ inşa etmekte Kemalist deneyimin başarısızlığı, politik sistemde ne zaman bir açık görülse ortaya çıkıyordu. Cumhurbaşkanı İnönü 1950’de demokratik seçimleri yapma kararı aldığında, muhalefetteki Demokrat Parti, Parlamento’da, resmi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin 69 sandalyesine karşılık 408 sandalye kazandı. Eşdeğerlikler çılgınca yayıldı, fakat Atatürk’ün altı okuyla pek az ilişkili yönlere doğru: Önce Adnan Menderes’in yeni popülizmi; sonra İslam’ın rönesansı. Sonuç ıstıraplı bir süreçti; bu süreç içinde demokratik açılım dönemleri, ardı ardına gelen askeri müdahalelerle kesintiye uğradı”. Bu satırların yazarı Melih Altınok ya da Nagehan Alçı değil Ernesto Laclau. Bir kavramsal hazneyi, pratiğin üzerine boca ederken işimizin neden hiç kolay olmadığı sanıyorum anlaşılmıştır. Pratiği yorumlamada başvurduğumuz kavramsal şemaların beraberinde getirdiği fırsatlara başvururken tuzaklara karşı uyanık olmamız gerektiğinde ısrar etmemiz bundandır…

Ernesto Laclau, Popülist Akıl Üzerine¸çev. Nur Betül Çelik, Epos yayınları, Ankara: 2007.

İstisnai Rejimler Üzerine (Ebubekir AYKUT-Kansu YILDIRIM)

Türkiye toplumsal formasyonunda siyasal rejimin almakta olduğu biçim ve toplumun geçirdiği dönüşüm liberal ve sol cenahta tartışılmaya devam ediyor. Otoriterlik, diktatörlük, faşizm, totalitarizm, bonapartizm gibi belirli tarihsel deneyimlere referansla tanımlanan kavramlar üzerinden yürütülen tartışmalar AKP döneminin özgün olduğu konusunda hemfikir gibi gözüküyor. Başkanlık sistemi tartışmaları, kolluk kuvvetlerinin artan gücü ve topluma müdahale sıklığı, işçi sınıfı taleplerinin duyulmaz hale gelmesi, kürtaj yasası, içki satışı ve içki satılan, tüketilen yerlere ilişkin yönetmelikler gibi sosyal hayata ilişkin düzenlemeler tartışmalarda sıklıkla işaret edilen gelişmeler arasında. Gerçekten de AKP dönemi, sadece iktidarda bir parti değişikliğine değil aynı zamanda devlet toplum ilişkilerinde, toplumsal ilişkilerde ya da sivil toplumda yaşanan çarpıcı dönüşümleri içeriyor. Bu anlamıyla AKP rejimi, kuruluş süreci hariç Türkiye Cumhuriyeti tarihinde istisnai bir biçime işaret ediyor.

Birey ve Psikoloji

Yürütülen tartışmalar bazı ortak gelişmelere işaret etmelerine rağmen farklı kavram setlerini kullanarak açıklama üretmekteler. Ernesto Laclau İdeoloji ve Politika kitabındaki “Faşizm ve İdeoloji” makalesinde faşizm üzerinden geliştirdiği analiz istisnai rejimler etrafında dönen tartışmalara belli bir açıdan katkı sunabilir. Laclau, burjuva liberal söylemde faşizmin “normal tarihsel sürecin kesintiye uğraması” olarak tanımlandığını belirtir (s.87). Buna göre, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı bilinç çöküntüsü ve uygarlık bunalımı ile ilişkilendirilen faşizm “şeylerin doğal düzenin bozulması” olarak açıklanmaktadır. Hannah Arendt ise Totalitarizmin Kaynakları eserinde faşizm ve komünizm arasında özsel bir özdeşlik tespit etmek amacıyla belirli bir birey tahayyüllü temelinde totalitarizm kavramına başvurur. Emperyalizmin ortaya çıkışı, sınıfsal değerlerin bunalımı ve modern bireyin atomlaşması faşizmin daha doğrusu totalitarizmin tarih sahnesine çıkışı için zemini hazırlamıştır. Burjuva liberal söylemin faşizme dair bu “öznel” saptamaların diğer istisnai biçimler içinde geçerli olduğu söylenebilir.

Tarihsel süreçte bir sapma, şeylerin doğal düzenin bozulması, Reich ve Fromm’un analizlerinde ortaya çıkan bireysel ve psikolojik dönüşümler üzerinden tanımlanan faşizm kavramına karşılık Adorno’nun “kapitalizmi konuşmuyorsanız faşizm konusunda da sessiz kalmalısınız” uyarısı akla gelir. Adorno ve Horkheimer Aydınlanmanın Diyalektiği’nde kapitalist araçsal rasyonalitenin tarihsel olarak pratiğe dökülmüş biçimi olan faşizmi inceler. Onların analizinde faşizm hiç de bir sapma olarak değerlendirilmez, daha ziyade faşizm işçi sınıfı mücadelesinin yenilgisiyle kapitalizmin aldığı tarihsel bir görünümdür. Dahası Frankfurt Okulu faşizmin sadece siyasal rejim meselesi olmadığını kültür endüstrisinin gelişimi ile birlikte kültürel ve toplumsal hayatta filizlendiğini belirtir.

Nesnel Koşullar

Sol yazın içerisinde faşizm üzerine bir başka tartışma rejimin nesnel koşulları üzerine odaklanır. Daniel Guerin, Franz Neumann, Lev Trostky, Palmiro Togliatti gibilerin faşizm analizi öncelikle tekelci sermaye ve faşizm arasındaki ilişkilere odaklanır. Gramsci’nin yazdıkları da bir ölçüde faşizm analizidir. Faşizme dair “nesnel” analizlerde kriz vurgusu belirgindir. Belirgin bir örnek Georgi Dimitrov’a göre ekonomik kriz koşullarında doğan faşizm, “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü”dür. Diğer bir deyişle faşizm; parlamentarizm, bonapartizm gibi burjuva diktatörlüğünün aldığı bir biçimdir. Poulantzas ise faşizmin sadece ekonomik kriz koşullarına indirgenmesine ve faşist devletin tekelci sermayenin bir aracı olarak tanımlanmasına karşı çıkarak faşizmin göreli özerkliğine vurgu yapar. Laclau da Poulantzas’ın bu eleştirisini sahiplenir ve iktidar bloğundaki hegemonya krizinden kaynaklanan faşizmin iktidar bloğunun herhangi bir fraksiyonunun (ya da tekelci sermayenin) tekelinde olmadığı vurgusunu yapar. Laclau, İngiltere ve Fransa örneklerine işarete ederek “tekelci sermayenin faşist çözümü benimsemeye zorlanmadığı her durumda, onu benimsememeyi tercih ettiğini” öne sürer (s.130). Bu bağlamda tekelci sermaye ve faşist devlet arasında araçsalcı bir ilişki kurulması mümkün değildir.

Faşizmin İdeolojisi


Ernesto Laclau, Poulantzas’ın analizini geliştirebilmek için faşizmi ideolojik öğeler üzerinden okumaya girişir. Althusserci bir ideoloji kavrayışı üzerinden faşizmin “diğer şeylerin yanı sıra ideolojik bir krizden” ortaya çıktığını belirten Laclau, kriz analizini ikili bir amaç üzerine oturtulmasını gerektiğini belirtir (s. 99). İlk amaç faşizmi oluşturan kurucu öğeleri irdelemektir, ikincisi bu öğelerin eklemlenme sürecini açıklamaktır. Laclau’ya göre Poulantzas’ın araştırmasının eksikliği birinci amacı gerçekleştirmiş, kurucu öğeleri bütün karmaşıklığı içerisinde ele almış, olmasına rağmen, ikinci amacı göz ardı etmiş, öğelerin eklemlenme sürecine odaklanmamış, olmasıdır (s.107). Faşizmi ortaya çıkaran koşullar ve öğeler, işçi sınıfının yenilgisi, orta sınıf ideolojisi gibi, incelenmişse de bunların nasıl özgün bir şekilde bir araya geldiği açıklanmamıştır.

Sadece faşizmle sınırlı olmasına rağmen Laclau’nun analizi, herhangi bir siyasal rejimi -otoriter, bonapartist, totaliter, diktatöryel- tanımlarken bu rejimleri oluşturan koşulların ve öğelerin eklemlenmesi sürecinin, özgün bileşiminin tanımlanması gerektiğine işaret eder. Laclau’nun perspektifini Türkiye örneğine çevirdiğimizde faşist, otoriter, bonapartist, totaliter, diktatoryel rejimlerde rastlanan birçok öğenin ve koşulların AKP rejimi altında da varolduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu öğe ve koşulların hangi rejime işaret ettiği Laclau’nun ikinci amacı analize dâhil edilerek mümkündür. Yürütülen tartışmalar farklı kavram setleri çerçevesinde bazı ortak gelişmelere işaret ediyor olmasına rağmen yaşanan süreci bir bütün olarak tanımlanmasına gerek vardır. Böyle bir tanımlamanın gerekliliği sadece tutarlılık, doğruluk, teorik yükümlülüğü ima etmez aynı zamanda gerekli muhalif eylemin koordinatlarının belirlenmesinde vazgeçilmez bir rol oynar.

İDEOLOJİ VE POLİTİKA, Ernesto Laclau, Çev. Hüseyin Sarıca, Belge Yayınları, 1998.