Yalnızlığın Romanı (Selçuk BAYMAZ)


“Nalan,” dedim. “Kan izlerini nasıl silmiştin?”

Yalnızlık, modern zamanlarda hayatımızın her bir köşesine sinmiş bir monolog. Üstümüze başımıza kiri pası bulaşmış, tıpkı her gün tozu alındıkça tekrar tozlanmaya mahkûm olan televizyonun ekranı, salonun köşesinde duran sehpaların üstü ve konsollar gibi; sıyrılmaya çalıştıkça, gelip bizi bulan, kurtulamadığımız bir girdap. İşte, Mihman kitabını okuduktan sonra bana ilk hissettirdiği, çoğu zaman geçmişe geri dönüp baktığımızda; “hayatın yalnızlıkla yapılmış hatalardan ve yalnızlıkla yaşanmış aşklardan ibaret” olduğu duygusu oldu. Mihman, koca dünyada bir yer edinmek kaygısıyla “mücadelelerin içinde mücadele eden” insanın, mecburi yalnızlığını ve yalnızlıklarına rağmen kalabalıklara mahkûm olmasını anlatan bir kitap.

Yazar, bu yalnızlık duygusunu iyice verebilmek için, kitabı bölümlere ayırıyor ve her bir bölümde karakterler, içsel kargaşalarını, muhasebelerini, yaşananlara bakış açılarını kendi dillerinden anlatıyorlar. Yazar ve şair Akif Kurtuluş, kemik kurguyu işte tam da bu durumun üstüne kuruyor. Onları sizden başka duyan bir “ikinci kişi” yok. Bir tek okuyucu, gizliden gizliye mahremlerine konuk oluyor ve dinliyor. Avukat’ın, Yusuf’un ölüm haberini aldıktan sonra onun evine giderken “içeri girdiğimde Nalan’a sarılsam mı yoksa sadece göz ucuyla başsağlığı mı dilesem…” diye tereddüdünde ya da Cemil Bey’le buluşmadan önce “acaba bana hiçbir şey olmamış gibi mi davranacak yoksa...” diye başlayan endişelerinde tek tanık sizsiniz. Karakterler, birileri tarafından dinlendiklerinin farkında olmadan, tüm iç dünyalarını döküyorlar size. Bunu yaparken olabildiğince yalınlar. Çünkü insan kendiyle olan yüzleşmesinde, olabilecek en çıplak haliyledir. Yalnızdır. Yoldaşı, sırdaşı,  dostu, koruyucusu bir tek kendisidir.

BU KİTAP SİZE İÇİNİ DÖKÜYOR

Tabii, ilginç olan; romandaki her bir karaktere bu kadar söz hakkı düşmesine rağmen, hem fiziki hem de karakteristik özelliklerini çok fazla öğrenemiyorsunuz. Yazar, bunu istemiyor çünkü. Detaylara boğmadan, kimin saçının ne renk olduğu ya da üstünde başında ne olduğunu hiç irdelemeden, sadece bir dostunuzun derdini dinler gibi dertlerini dinlemenizi ve size içlerini dökmelerine izin vermenizi istiyor. Karakterler anlatıyor, kimi zaman hüzünlenip, kimi zaman özleme, umuda ya da sevince bulanıyor, siz ise sabırla onların hikâyelerini anlamaya çalışıyorsunuz. Romanda birçok karakterin kurgu içinde başarıyla sıralanması da yazarın bir başarısı diyebiliriz.

AVUKAT KARAKTERİ BİR MEURSAULT MU?

Kitaptaki karakterler arasında benim en çok dikkatimi çeken özellikle “avukat” karakteri oldu. Albert Camus’nun Yabancı adlı eserindeki “Meursault”, Kafka’nın Dönüşüm eserindeki “Gregor Samsa” ve Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ının “Bay C”sini hatırlattı bana. Avukat, onlar gibi dağınık, bezgin, yaşamla kavgalı, kendi içinde barışı bir türlü sağlayamamış, gelgitleri bitmemiş, hoyrat, ilerleyen yaşına rağmen gideceği yolu bulamamış bir insan. Hikâyenin içerisinde kendini Kürt sorununun, dağa kaçırılmanın tam ortasında buluyor. Fakat aslında o dünyanın ne parçası, ne de süsü. Hem üç kadın arasında kalıp, bir türlü duygusal boşluğunu dolduramaması, hem de gerek Berrin’le yaşadığı karmaşa ve yıllardır içinde bir ukde olarak büyüyen Nalan’a karşı olan hissettikleri aslında onun ne kadar da “kendini aradığının” bir ifadesi. Avukat, mutsuz bir karakter. Kendiyle alıp veremediklerini okumak zevk veriyor. İsminin ise kurguda Avukat olarak başlayıp, gerçek ismine giden sürecin ise ilerleyen sayfalarda okuyucuya yavaş yavaş sunulması aklıma Yusuf Atılgan’ın Bay C için söylediği “Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır” cümlesini getirdi. Yazar, ismin altını doldura doldura, sizi hazırlayarak gerçek “avukatla”  tanıştırmayı deniyor ve bunda da başarılı olmuş diyebilirim.

Kitap bir yandan Türkiye’nin en önemli problemlerinden olan Kürt sorunu üzerinden bir yol sürüyor gibi görünse de, aslında toplumsal yapımızın birçok parçasına ve noktasına birkaç karakter üzerinden değinerek, bunlar aracılığıyla bir anlatımda bulunmaya çalışıyor. Yani, Mihman, “fon müziği postmodern Türkiye” olan bir roman. Bir kere, genel kurgunun ve hikâyenin uyandırdığı izlenimin aksine politik bir kitap değil. Herhangi bir politik konuyu göze sokarak anlatmıyor, buna ilişkin bir çözüm sunmuyor. Ya da bir sorunu parmağıyla işaret edip “bakın böyle bir sorunumuz var” da demiyor. “Alex, laptopun açılma sesi, Google, balkona asılan Türk bayrakları ve sağa geçip yol verdikten sonra uzunlarını karşıdan gelen arabanın alnına çakan şoför”ün üzerinden, yani yaşadığımız dünyanın resmi üzerinden modernleşmeyle gelen içsel kargaşaları, aşkın evrilmesini, ilişkilerin karmaşıklığını, toplumsal ve siyasal şartlar nedeniyle farklı hayatları sürdürmek zorunda kalmış “aynı dünyanın insanlarını” anlatıyor. Devlete karşı dağa çıkarak savaşmak isteyen ama aynı zamanda dağa çıkmadan önce son bir kez Fenerbahçe maçını izlemek isteyen Ruhi, bu “aynı dünyaların” insanı olma paradoksunun en güzel örneği. Bize politik bir mesaj vermek yerine, bir “durum” anlatıyor. Ve bu durumu, onu eleştirmeden, yargılamadan, okuyucunun gözüne sokmadan, olabildiğince net bir şekilde bir sinema perdesinden gösteriyor.

OKURKEN COĞRAFYAYI VE MEKÂNLARI HİSSEDİYORSUNUZ

Hikâyenin geçtiği coğrafyaların, sokakların, evlerin anlatımının da çok gerçekçi olduğunu söylemek lazım. Romanın genel üslubuyla paralel, aşırı detaya girmeden, sade ve “oraların gerçekten var olduğunu” hissettiren bir dili var. Eğer kitapta bahsedilen, sokakları, caddeleri daha önce görmüşseniz, adeta bir tür “flashback” yaşıyorsunuz. Batman’ı, Ordu’yu, Van’ı veyahut Ankara’yı olay örgüsüne uyumlu o kadar güzel anlatıyor ki, sanki yazar yıllarca hikâyenin geçtiği mekânlarda bulunmuş da öyle yazmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Tabii Mihman’ın aslında bir şair romanı olduğu ve bu yüzden kelimeleri anlatımda ustaca kullanabilmesi faktörünü de gözden kaçırmamak gerek. Gerçekliği sağlayan kelimeler ise, bir aktör gibi anlatmaya çalıştığı dünyayı sahneliyor adeta. Onlar gibi kabalaşıyor kimi zaman, kimi zaman argoyu, kimi zaman içli bir hüznü ya da özlemi yansıtacak roller ediniyor. Ve okuyucuyu bu gerçeklik, daha fazla olay örgüsünün içine dahil ediyor. Çünkü kelimeler ve onlar aracılığıyla anlatılanlar, o kadar yaşadığımız dünyaya ait ki; sokakta esnafla konuşurken,  patronunuzdan kısa bir tatil için izin almaya çalışırken ya da kendi kendinize pişmanlıklarınızdan bahsederken kullandığınız kelimelerin samimiyetini yansıtıyor. Bu da ister istemez kitapta fazlaca “tanıdıkla karşılaşmanızı” sağlıyor. Fakat romanı yazarken yazarın şairliği ve romancılığı arasında zaman zaman sıkıştığı hissediliyor. İkisinden birini seçmemiş de, aralarında bir yol bulmuş gibi sanki. Bunu bilinçli yapmamış olabilir: Yıllardır kullandığı lirik dilin, ilk romana yansıması olabilir bu.