Meltem GÜRLE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Meltem GÜRLE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çocukların Dönüşü* (Meltem GÜRLE)

Geçtiğimiz Mayıs ayında, Bir+Bir dergisinde “Orhan Kemal'in çocukları: Yoksulluk lekesi” adlı çok güzel bir inceleme vardı. Nurdan Gürbilek bu yazısında, Türk romanında “zavallı çocuk” hikayelerini konu alıyor ve bir dönemin sınıfsal meselelerinin çocuk karakterler üzerinden açıldığına dikkatimizi çekiyordu. Orhan Kemal ile Kemalettin Tuğcu’nun roman kişilerini karşılaştırarak okuyan Gürbilek, bu yazıda her zamanki isabetli tespitlerinden birini yapıyordu: “Bugünün karanlığına işaret eden Tuğcu değil, Orhan Kemal’di.” Şehirler artık merhametin değil, acımasızlığın ve korkunun yeriydiler.

Nurdan Gürbilek’in bu konuda haklı olduğu açıktır. 2000’li yıllarda yazılmış hangi romana elimizi atsak, Tuğcu’nun “tam kaybedecekken başarıya koşan” çocuklarını değil, yoksulluğun türlü çeşitli biçimleri ile erkenden tanışmış ve hayata birer “kaybeden” olarak başlamış karakterlerle karşılaşırız.

Ancak bu yeni romanların genç kişileri, Gürbilek’in sözünü ettiği “zavallı çocuk”larla uzaktan akraba olsalar bile, temel meseleleri açısından onlardan farklıdırlar. Onlar da yoksulluk çeker ama esas dertleri tamamen içi boşalmış ve deyim yerindeyse “mallaşmış” bir dünyaya doğmuş olmaktır. Bu açıdan bakılınca, ne Kemalettin Tuğcu’nun Sokak Çocuğu (1955) ve onu takip eden birçok romanında birer masal kahramanı haline getirerek idealize ettiği yoksul ama onurlu “küçük erkeklere,” ne de Orhan Kemal’in toplumcu gerçekçi anlatıları Sokakların Çocuğu (1963), Suçlu (1957) ya da Ekmek Kavgası’nda (1949) karşımıza çıkan ve bir türlü ulaşamadıkları varlıklı hayatın özlemiyle kavrulup kalan çocuklara benzerler.

Zamanından önce büyümüş çocuklardır bunlar. Hayatın hoyratlığını derin bir hüzünle olduğu kadar alayla da karşılarlar. Erken yaşta “geçim dünyası”na atılmış ve ırgatlık ya da çıraklık yaparken bir yandan da sınıf atlama hayalleri kuran çocuklar değillerdir artık. Bu sefer karşımızda yetişkinlere özgü duygusal sorunlarla baş etmek zorunda kalan genç karakterler vardır. Bu karakterlerin tümü ikili bir gerçekliğin içinde bulurlar kendilerini: Bir yandan çocuksu bir masumiyeti korurken, diğer yandan da zamanından önce yaşlanmış ve acılaşmışlardır. Aslına bakarsanız, orta yaşlı ergenlerdir onlar. Bir yetişkinin inançsızlığı ile bir çocuğun oyunculuğunu aynı anda taşırlar. Varlıkları tam da bu çelişki üzerinden açılır.

Alper Canıgüz’ün neredeyse on sene arayla yazdığı seri romanları Oğullar ve Rencide Ruhlar (2004) ile Cehennem Çiçeği (2013)’nin kahramanı Alper Kamu, sadece çocukların romanlarda yeniden belirişinin değil, bu dönüşümün de habercilerinden biridir. Yalnızca beş yaşında olmasına rağmen, dünya klasiklerini çoktan hatmetmiş, Nietzsche, Dostoyevski ve Oğuz Atay’dan alıntılar yapan, babasının bulmaca çözmesine yardım eden ve boş zamanlarında hayatın anlamsızlığına kafa yormak için divanın altındaki sığınağına çekilen Alper Kamu sıradan bir karakter değildir. Sivri dili ve karşı konulmaz zekası ile dokunduğu yeri yakan bir çocuktur bu. Serinin ikinci romanı çıktıktan sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide Canıgüz’ün de dediği gibi, “bütün çocuklar çiçektir tabii ama hepsinin bahar çiçeği olduğunu düşünmemek lazım, bizimkisi de işte, cehennem çiçeği.”

Alper Kamu, küçücük bir oğlan çocuğunun içinde sıkışmıştır. O çelimsiz bedende, orta yaşa yaklaşan bir erkeğin duygusal derinliğini ve varoluşa dair endişesini taşır. Yetişkin olma fikri ölesiye korkutur onu. Çünkü yetişkinlerin dünyası, insana hiçbir duygusal derinlik ilham etmeyen, kimsenin birbirini gerçekten sevme becerisine sahip olmadığı karanlık bir yerdir. Onun için büyümek istemez, Alper Kamu. İki romanı da etkisi altına alan hüznünün kaynağı budur. Her fırsatta intihar planları yapması da yine bundandır: “Annem, babama ve tanışmalarına vesile olan karıya ilene ilene pencerenin önünde dört dönerken, ben annemin özel günler için sakladığı kuruyemiş stokundan apardığım bir kase ay çekirdeğini çitleyip televizyona bakıyor ve ölmek istiyordum.”

Mutlu olmasa bile yine de eğlenceli hikayeler anlatmayı başarır, Alper Canıgüz. Bu da bir yazar olarak onun becerisidir. Eğlenceli bir umutsuzluğun sözcüsüdür o. Ve bu görevi hakkıyla yerine getirir.

Artık mutlu hikayeler anlatmak için çok geç bir zamanda yaşıyor olduğumuz fikri, Emrah Serbes’in öykülerinde de sıkça tekrar edilir. Ama onun edebi kişileri, mutluluğun yeniden mümkün olabileceğine inanmaktan vazgeçmezler bir türlü. Serbes’in yazdığı metinlere yayılan melankoli de bu duygudan kaynaklanır: Asla gelmeyeceğini bildiğin bir şeyi beklemeye devam etmek. Çocuksu bir inatla zamanından önce kaybedilmiş bir masumiyetin peşinden koşmak. Onu talep etmekten vazgeçmemek.

Erken Kaybedenler’in (2009) çocuk ve ergen kahramanları, acımasız bir dünyanın içine doğmuşlar ve daha palazlanamadan duygusal olarak büyümek zorunda kalmışlardır. İşten çıkarılan babalar, sinir krizinin eşiğinde yaşayan anneler, erkenden evlendirilen komşu ablalar, inanmadıkları bir savaşta genç yaşta şehit olan ağabeyler. Bütün bunlar Alper Kamu’nun içinde yaşadığı dünyadan pek de farklı değildir aslında.

Emrah Serbes’in karakterleri bir yandan büyüme sancıları çekerken bir yandan da dünya üzerindeki yerlerini tespit etmeye çalışırlar. Bütün ergen hikayelerine damgasını vuran “Biz ve Ötekiler” ikiliği, burada da karşımıza çıkar. Emrah Serbes bu ayrıma ince bir dokunuşla, üçüncü bir kategori ekleyivermiştir: Dünyada yalnızca “kazananlar” ve “kaybedenler” yoktur. Bir de “erken kaybedenler” vardır. “Korhan Ağbi’nin Kardeşi”nde, zamansız kaybedilmiş masumiyetin en can acıtıcı hallerinden birini görürüz. Erkek dünyasının gaddar yüzüyle karşı karşıya kalan anlatıcı, o dünyaya en çok değer verdiği şeyi kurban etmek zorunda kalacaktır. Onunla beraber biz de anlarız ki, kaybetmenin de farklı şekilleri ve dereceleri vardır.

Büyümeyi reddeden yetişkinler ya da yetişkinlerin sorunlarıyla baş etmek zorunda olan çocuklar. İkisi de bir noktadan sonra aynı kapıya çıkar. Sonsuz bir ergenliğe sıkışıp kalmış bir duygusal hayat. Yeni edebiyatın bize sunduğu budur. Emrah Serbes’in ya da Alper Canıgüz’ün yarattığı bu yarı çocuk/yarı erkek karakterler, inancın ve umudun tümüyle kaybedilmediği, pragmatizmin ve çıkar ilişkilerinin hakim olmadığı ve “bağzı şeylerin” hala mümkün olduğu bir alanı temsil eder. İnsan ruhunun hızla fakirleştiği bir dünyada henüz işgale uğramamış bir duygusallığın sözcüleridir onlar.

O zaman diyebiliriz ki, çocuklar edebiyat sahnesine geri dönmüştür. Hem de “muhteşem” bir şekilde: Yepyeni bir ses ve nefesle.

*Bu yazı Ayrıntı Dergi’de yayınlanacak Ruh Fakirliği Üzerine Bir Deneme makalesinden bir parçadır. Makalesinin kısaltılmış versiyonunu kullanmamıza izin verdiği için yazarımıza teşekkür ediyoruz.

Joyce ve Atay: Modernliğin Destanı (Meltem GÜRLE)


Tutunamayanlar, tamamen kendine has ve hiç bir şüpheye meydan bırakmayacak kadar Türkiyeli bir romandır. Ancak, daha geniş bir perspektiften bakmak istersek, Oğuz Atay’ın romanını James Joyce’un Ulysses’ine bir cevap olarak da okuyabiliriz.

Aslına bakarsanız, her iki roman da çok zengin çağrışımlara ve birbirinden çok farklı okumalara açık metinlerdir. Onun için Ulysses gibi Tutunamayanlar’ı da, farklı seslere ve üsluplara açık olduğu için postmodern bir metin, karaktere odaklandığı ve onun bilincini okuyucuya açmayı ön planda tuttuğu için modernist anlayışla yazılmış bir roman, ya da dünyayı eksiksiz bir bütün olarak algılama ve ifade etme arzusunu taşıdığı için bir “modern epik” olarak değerlendirmek mümkündür.

Ben bu sonuncusunu tercih ediyorum. Çünkü bu okumanın, iki metin arasındaki benzerlikleri en kapsamlı haliyle ortaya koymaya yaradığı gibi, onları birbirinden ayıran en temel özelliği de açık bir şekilde görmemizi sağladığını düşünüyorum.

“Modern epik” tabiri İtalyan edebiyat kuramcısı Franco Moretti’ye ait. Bu tanımla Moretti, dünya metinleri dediği bir grup yapıttan bahsediyor. Aralarında Faust, Moby Dick, Niteliksiz Adam, Ulysses gibi büyük eserlerin bulunduğu bu metinler, Moretti’nin deyimiyle “fosillerde geleceği yaratmak” gibi önemli bir görevi üstlenmişlerdir. Bu yapıtların her biri, yazıldığı çağın ruhunu yansıtmış ve edebiyatta yeni bir dönemecin, evrimsel bir dönüşümün ya da bir sıçramanın habercisi olmuştur. Ancak bir yandan da, hepsi toplumun kendi kültürünün “hakiki bir ansiklopedisi” “temel bilgisinin deposu”dur. Onun için, Moretti’ye göre, bir toplumun bağlı olduğu kültürün özü, modern epikler üzerinden taşınır ve aktarılır. Yeninin geçmişin üzerinden yaratılması, “tıpkı bir yapbozdaki gibi: eski malzemeye, yeni muamele,” diye tanımlar bunu Moretti.

Ulysses gibi Tutunamayanlar da, belli bir zamanın ruhunu yansıttığı için elbette bir dönem romanı sayılır. Joyce, romanını yazarken yüzyılın başında İrlandalı olmanın ne anlama geldiğini hep aklında tutmuştur. Bu açıdan bakarsanız, Atay da 1970’lerde “Türklüğün Ruhu”nu anlatmaya soyunmuştur. Ancak bu iki roman, ilk bakışta böyle bir ulusal bir meseleyi merkeze alıyor gibi görünseler de, bundan çok daha eski çok daha derin bir tema üzerine kuruludurlar. Başka bir deyişle, bu iki romanın (hatta bu romanları yazmış olmaları nedeniyle bu iki yazarın) kardeşliğini teyit eden şey, sadece toplumsal ve siyasi hayata yaptıkları göndermeler değil, bir dönemin ruhunu ait oldukları kültürün esasını belirleyen birer arkaik hikaye üzerinden aktarıyor olmalarıdır.

Tutunamayanlar da Ulysses gibi, geçmişle diyalog halindedir. Aslına bakarsanız, iki kitap arasında ilk göze çarpan benzerlik belki de şudur: Atay’ın anlatısı da Joyce’unki gibi, ölülerle konuşmak üzerine kuruludur. Her iki yazar da, kahramanını bir ölünün peşinde yolculuğa çıkarır: Ulysses’de Bloom, oğlu Rudy’nin ölümünün üstesinden gelememiştir. Tutunamayanlar’da ise, hikaye Selim’in intiharıyla açılır ve Turgut’un onun ölümüne anlam vermeye çalışması ile devam eder. Joyce ve Atay da, bu iki romanda, kendi yarattıkları karakterler gibi, geçmişle hiç bitmeyen bir diyalog içindedirler: Onlar da kendilerinden önceki edebi geleneğin temsilcileri ile konuşur, onlarla hesaplaşırlar.

Ulysses, adının da işaret ettiği gibi, Odissea’dan beslenir. Homer’in destanı, kahramanlık hikayeleri ile örülü bir eve dönüş yolculuğudur. Tutunamayanlar ise, Mezopotamya’nın topraklarını binlerce yıldır belirlemiş olan bir yas ve ağıt geleneğinin parçası olduğu gibi, bir yandan da sarsıcı bir “tutunamama” hikayesi anlatır. Bu açıdan, varoluşsal bir arayışı konu alan ve kaçınılmaz bir yenilgi ile sonuçlanan Gılgamış Destanı’nı andırır.

Ulysses’de, Bloom’un yolculuğu, Homer’in destanında olduğu gibi, bir eve dönüşle biter. Leopold Bloom, gün boyunca ayrı kaldığı evine, hatta karısının yatağına, geri döner. Romanın son iki bölümü, Ithaca ve Penelope, bu açıdan bakıldığında çok anlamlıdır aslında. Soru-cevap şeklinde düzenlenmiş olan Ithaca (aslında bir kateşizm, yani Hristiyanlıkta dini kural ve uygulamaların öğrenildiği bir ders havasında yazılmıştır), ağırlıklı olarak evdeki bütün eşya ve mobilyaların uzun listeler halinde sunulduğu bir kataloglardan oluşur. Bir orta sınıf zevkler tapınağı olan Bloomların evi, böylece neredeyse dini bir ritüelle karşımızda açılır.

Romanı okuyanlar, benzer bir bölümün Tutunamayanlar’da da karşımıza çıktığını hatırlayacaklardır. Ancak bu bölüm, romanın sonuna değil başına yerleştirilmiştir. Tutunamayanlar’ın ilk bölümünde, Turgut’u kendi orta sınıf evinin mabedinde görürüz. Tek bir farkla: Turgut bu evden, pembe puflardan, yaprak şeklindeki sigara tablalarından, müzik kutusu şeklindeki sigaralıklardan, sıkış tıkış yerleştirilmiş mobilyalardan boğulmaktadır. Onun meselesi başkadır. Turgut’un hayatı, arkadaşının kaybıyla sekteye uğramıştır. Selim’in ölümüyle darbe almış bu hayatın içinden çıkmaya çalışmaktadır.

Ulysses’de son bölüm, Bloom’un karısı Molly’ye ve onun bir nehir gibi akıp giden bilincine ayrılmıştır. Joyce’un son sözü ona bırakması ilginçtir. Bir anda Bloom’u dünyayı tasnif edip aşmak isteyen zihninden Molly’nin onu olduğu gibi kabul eden bilincine geçeriz ve hikayeyi bambaşka bir ağızdan dinleriz. Bu son iki bölümle Bloom, gün içindeki serüvenini tamamlayıp orta sınıf hayatının konforuna ve karısının koynuna geri döner. Başını Molly’nin göğsüne (hatta romanın sonsuz ironisi içinde mabadına) dayayıp uykuya dalar.

Turgut içinse bunları söylemek mümkün değildir. Onunki tümüyle bir kopuştur. Medeniyetten, toplumdan, orta sınıf hayatından ve ailesinden. Roman açıldıkça anlarız ki, ne kadar uğraşmışsa da Leopold Bloom gibi bir “homo economicus” olamamıştır, Turgut. Ne bu terimin ima ettiği gibi bir “ekonomik insandır”, ne de sözcüğün kökeninde kastedildiği gibi “evcil” bir yaratıktır. O, arkadaşı Selim gibi, bir tutunamayan yani “disconnectus erectus” olacaktır en nihayetinde. Oğuz Atay, dostunun ölümü üzerine yola çıkan ve zorlu maceralardan geçen kahramanını, eve (yani medeniyete) geri getirmek yerine, bozkırda boşluğun ortasında bırakır. Tutunamayanlar’ın öyküsünü bu isme layık bir şekilde bitirmeyi tercih eder.

Sonuç olarak, edebi akrabası Leopold Bloom gibi, Turgut Özben de modern bir epiğin kahramanıdır. Bloom yüzyılın başında İrlanda’da yeniden vücuda gelmiş bir Odysseus ise, Turgut da günümüzün bir Gılgamış’ıdır. Odysseus önüne çıkan engelleri aşarak evine döner. Onunki bir akıl ve beceri hikayesidir. Dünyayı alt edenlerin anlatısıdır. Gılgamış’ınki ise yalnızca bir kaybın değil, kaybedenlerin de öyküsüdür. Mezopotamya’nın güçlü kralı, metafizik bir soruya yanıt aramak üzere yolculuğa çıkmış ve yenilmiştir. Onun hikayesi, en temelinde, insanın dünyadaki evsizliğinin hikayesidir. Aynı Tutunamayanlar’ınki gibi.


Ulysses: Dünyanın Romanı (Meltem GÜRLE)

Jacques Derrida, Ulysses’i değerlendirirken, Joyce’un romanının Batı düşüncesinin gelip dayandığı sınıra işaret ettiğini söyler. Derrida’ya göre, felsefede Hegel’in Fenomenoloji’si ne ise, edebiyatta da Ulysses odur: Yani insan deneyiminin tümünü tek bir solukta ifade etmeye yönelik “devasa bir teşebbüs”tür.

Bana kalırsa Derrida bunu söylerken, Ulysses’in saygıdeğer bir çabanın ürünü olduğuna işaret etmekle beraber, bu romanda delice bir şeyler olduğunu da ima ediyordu. Sonsuz çağrışımlar, sayısız gönderme ve anıştırmalar, akıllara zarar kelime oyunları ve dilsel cambazlıklarla dolu bu roman, gerçekten de aklı başında birinin (mesela Henry James’in) yazacağı türden bir kitap değildir.

Aslına bakarsanız Ulysses, insanın ancak çocukken sahip olacağı türden bir inadın ürünüymüş gibi gelir bana hep. Romanın tümünde, bir yeniyetmenin yalnızca dünyaya dair her şeyi kayda geçirme hevesi değil, günbegün uğraşarak oluşturduğu bu hayat ansiklopedisiyle duyduğu gurur da hissedilir. Futbolcu kartlarını, çocuk dergilerini, dünya atlasını, gazoz kapağı koleksiyonunu önümüze serer gibi davranır bazen, Joyce. Bütün o oyunculuğu ve mizah duygusu da bence bu çocuksu (“her dem taze” mi demeliyim?) heyecanından gelir. Her olasılığın peşinden koşar, her ayrıntıyı açıklamaya çalışır ve kimi zaman sonsuz gibi görünen listeler ve kataloglarla sabrımızı denemeye kalkar.

Elbette Ulysses bütün bunlardan ibaret değildir. Bir başka açıdan baktığımızda, müthiş incelikli, ölçülü ve yer yer neredeyse lirik bir metinle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Ancak, Joyce’un romanında, dünyanın tümünü aynı anda anlamak ve bilmek isteyen açgözlü bir anlatıcının varlığı inkar edilemez. Bu anlatıcı, bizimle durmadan oynar ve metnin sınırlarını zorlar. Aslına bakılırsa, aklın sınırlarını da zorlar – ki herhâlde Derrida’nın da kastettiği budur.

Joyce’un romanında, dünyanın bütün tecrübesini bir bütün olarak ifade etme arzusuyla birlikte, bunu yapmanın olanaksızlığı da dile gelir. Dünya bunun için fazla büyük, fazla zengin ve fazla karmaşıktır. Onun için, bu çabanın yazıya dökülmesi bile romanı komik bir roman hâline getirmek için yeterlidir. Sonsuz bir arzuyla dünyayı yeniden ve yeniden kataloglayıp tanzim etmeye çalışan bir anlatıcı ile, kendini bir türlü ona teslim etmeyen dünyanın ilişkisi gülünçtür çünkü. Joyce bunu kazara değil, bilerek yapar gerçi. Bu çabanın altını çizerek onun olanaksızlığını bir kez daha göstermek ister bize.

Gerçekçiliğin ne olduğu sanatta her zaman tartışmalı bir meseledir. Picasso’nun bile kendisini gerçekçi bulduğu düşünülürse, son tahlilde buna karar vermek zordur hakikaten. Fakat edebiyatta bir akım olarak düşündüğümüzde, Joyce’un kendinden önce gelen gerçekçi yazarların çizdiği sınırlarla oynadığını, onlara yeni boyutlar kazandırdığını ve hayatın (ya da onun bir kısmının) bir çerçeve içine yerleştirilip temsil edilebileceğine inanan bu dünya görüşünü tiye aldığını, nesnesine tümüyle hakim olabileceğini iddia eden bu kontrolcü zihinle alttan alta dalga geçtiğini söylemek mümkündür.

Klasik romanın yazarı, akşam eve geldiğinde sürekli ışıkları söndüren bir baba gibidir. Bir takım odalarda ışık yanmasını gereksiz bulur çünkü. “Lütfen makul ol,” der size, “Mutfağın lambasının yanmasına gerçekten ihtiyaç var mı?” Gerekli olanı gereksiz olandan ayıran ve sadece o anda işini görecek malzemeyi kullanan bir anlatıcıdır bu. Düşünceler belli bir amaca yöneliktir, detaylar ise ancak bir resmi tamamladıkları sürece anlamlıdır. Oysa, Joyce bütün odalardaki bütün ışıkları yakmak ister. Bir düşünceyi bütün çağrışımlarına kadar takip etmeye niyet ettiği gibi, bir görüntüyü de bize aynı anda bütün perspektiflerden göstermeyi dener. (İtalyan roman kuramcısı Franco Moretti, çok doğru bir tespit yaparak, bunun dilde bir tür kübizme yol açtığını söyler.) Fakat bir nesneyi görebileceğimiz sonsuz sayıda bakış açısı vardır ve bunların hepsini aynı anda okuyucuya göstermek mümkün değildir. İşte Ulysses’de bunun yarattığı acıklı ve gülünç durumlar hep el eledir. Olaylar birbirine halkalanır, çağrışımlar sarmallar oluşturur, listeler ve kataloglar uzar gider. Ama anlatıcı değişik ses ve üslupları deneyerek yorulmak bilmeksizin sayfalarca devam eder.

Dolayısıyla, bu romanın bir tür deli işi olduğunu söylemek mümkündür. Joyce da çılgının tekidir zaten. Bence aynı yargı, kitabın çevirmenleri için de geçerlidir. Akıllı adam gidip Ulysses’i çevirmeye kalkmaz. Kendine boyutları da içeriği de daha az talepkâr olan başka bir metin bulur, oturup onunla uğraşır. Edebiyat âleminde pek söylenmeyen ama bilinen bir gerçektir bu.

Fakat bu mesaj herkese ulaşmamış olsa gerek ki, geçenlerde Joyce’un romanı Türkçede bir kez daha basıldı. İlk kitap, Yapı Kredi Yayınları’ndan Nevzat Erkmen’in çevirisiyle çıkmıştı. Yeni çeviri ise Armağan Ekici’nin elinden çıkmış ve Norgunk Yayınları tarafından basılmış. Her iki çevirmeni de tebrik etmek gerekiyor bu kadar meşakkatli bir işe soyundukları için. Nevzat Erkmen’in çevirisini daha önce almış ve okumuştum. Onun yaklaşımını çok sağlam ama bir o kadar da akademik bulduğumu hatırlıyorum. Armağan Ekici’nin çevirisi ise daha akıcı ve eğlenceli göründü bana. Belki de bu nedenle biraz daha kolay ısındım yeni çeviriye.

Halbuki başında hemen okuyamadım yeni Ulysses’i. Arada bir karıştırmakla yetindim. Önce şüpheyle, ardından gitgide artan bir ilgiyle. Sonra geçen gün bir de baktım ki, romanı gerçekten okuyorum. Hem de Türkçesinden. Üstelik kafamda birtakım eşleştirmeler yapmak zorunda kalmadan, “bu kitabın İngilizcesini biliyorum da, o sayede anlıyorum olup biteni” diye düşünmeden.

Armağan Ekici dikkatli ve özenli bir çevirmen. Bunlar çeviri için gereklidir elbette. Ama Ulysses gibi bir romanı çevirmek için yeterli değildir. Bundan çok daha fazlası lazımdır. Ne mutlu ki, Ekici bu romanı çevirmek için gereken hayal gücüne de sahip. Yeni sözcükler icat etmek, dille karmaşık oyunlara girmek, belli ki hoşlandığı şeyler arasında. Yeni yetme bir oğlan çocuğunun dünyaya duyduğu merak demiştik, Ekici’de bundan da gani gani var bence. Tek bir ayrıntı için on iki tane ansiklopedi karıştıracak, hatta bütün gününü kütüphanede geçirecek birine benziyor. Joyce’a Ulysses’i yazdıran heyecandan olduğu kadar sebattan da payını almış yani.

Onun için, başka çevirmenlerin elinde dağılıp dökülebilecek “Sirenler,” “Circe” ve “Ithaca” gibi kimi zor bölümler, Armağan Ekici’nin çevirisinde orijinal metne yakın bir doğallıkta akıp gidiyor, rahatça okunuyor.

Rahatça diyorsam da, bu sizi yanıltmasın. Ulysses, çevirmene olduğu kadar okuyucusuna da meydan okuyan bir romandır. Okurken kimi zaman sizi yoracak, bezdirecek ve hatta kızdıracaktır. Ama onun için harcadığınız bütün emeklere değecektir. Zor bir sevgili gibi, eğer kaprislerini çekebilirseniz, sizi daha önce hiç karşılaşmadığınız yoğunlukta bir aşkla ödüllendirecektir.

Norgunk Yayınları’ndan Armağan Ekici çevirisi ile çıkan Ulysses’in Türkçede yeniden basılmasının, başta James Joyce hayranları olmak üzere bütün edebiyat-severler için büyük bir haber olduğunu söylemeye gerek yok. Yazarın daha önce Türkçeye aktarılmış kitaplarını, Dublinliler’i ya da Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’ni, okumuş ve beğenmiş olanlar için artık yeni bir maceranın kapıları açılıyor.

Ulysses, bütün ihtişamı ve eğlencesi ile, onları bekliyor.

ULYSSES, James Joyce, Çev. Armağan Ekici, Norgunk Yayınları, 2012. 

Işığı Olmayan Bir Roman (Meltem GÜRLE)

30 Mayıs 1888’de, Aleksei Suvorin’e yazdığı bir mektupta, Anton Çehov şöyle der: “Gerçek sanatçı karakterlerine önyargı ile yaklaşmaktan kaçınmalı ve tarafsız bir izleyici olarak kalmaya gayret etmelidir.”

Aynı sene kardeşine yazdığı bir başka mektupta, yazarlığın en önemli gereklerinden birinin şefkat duyabilme becerisi olduğunu söyleyecektir. Bununla karakterlerini anlayabilme yetisini, kim olurlarsa olsunlar onlardaki insani vasıfları görebilme ve okuyucuya aktarabilme yeteneğini kastetmektedir.

Bir yazarı iyi bir yazar yapan en önemli özelliklerden biri budur ona göre.

Bu konuda Çehov’a hak verdiğimi söylemeliyim. Bir yazar bütün karakterlerini sevmek zorunda değildir elbette. Ama onlardan nefret etmezse hiç de fena olmaz aslında.

Bana bunu düşündüren Ian McEwan’ın Türkçeye çevrilen son romanı Solar oldu.

Çağdaş edebiyatın dikkate değer yazarlarından Booker ödüllü Ian McEwan'ın küresel ısınmaya eleştirel bir yaklaşım getiren bu romanı, edebiyat çevrelerinde bir hiciv olarak kabul gördü. Bunda McEwan’ın şaşmaz mizah duygusunun ve ironik durumlar yaratma becerisinin büyük rolü var elbette. Ancak, bu sefer, belki de romanın bir taşlama üzerine kurulu olmasının doğal bir sonucu olarak, tek boyutlu bir karakterle uğraşıyor olması nedeniyle McEwan’ın sinik tutumunu çok yorucu bulduğumu söylemeliyim. Yazarın “esas adam” Michael Beard ile kurduğu ilişki o kadar acımasız ki, gülünç olsun diye yazıldığı belli olan sahnelerde bile insanı şunu düşünmeye zorluyor: Bir yazar karakterinden bu kadar mı nefret eder?

McEwan romanlarına aşina olanlar, zorlu konuların ve rahatsız edici durumların yazarın alameti farikası olduğunu söyleyip itiraz edeceklerdir. Haklılar tabii. McEwan’ın bu konudaki sabıkası hayli kabarıktır. Sadece bir iki romanı hatırlamak bile hafızaları tazelemeye yetecektir.

Doğrudur, söz konusu yazar karakterlerine iyi davranmasıyla meşhur biri değildir. Soğuk Savaş döneminde gizli ajan olarak Berlin'e gönderilen bir İngilizin hikayesini anlatan Masumiyet’te (1990), romanın başkişisi olan Leonard Marnham’ı önce aşık eder, sonra da sevgilisinin kendini savunurken öldürmek zorunda kaldığı eski kocasının cesedi ile başbaşa bırakır. Sonsuz Aşk’ta (1997), bir balon kazasının ertesinde kendisine hastalıklı bir sevgi ile musallat olan bir adamdan kurtulmaya çalışan Joe Rose’un felakete dönen yaşamını anlatır. Booker Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ve filme de alınan Kefaret (2001) adlı romanında ise, söylediği korkunç yalan neticesinde kız kardeşi Cecilia ve arkadaşı Robbie ile beraber kendi hayatını da mahveden Briony’nin hikayesini okuruz.

Solar’ın başkişisi Micheal Beard ise Nobelli bir fizikçidir. Aslında yüzeyde, gayet başarılı bir kişidir. Akademik hayatın birinci liginde at koşturmaktadır. Bu konudaki faaliyetleri de, yüksek ücretler karşılığında küresel ısınma konusunda verdiği konferanslar ve prestijli bilim enstitülerine yapılan araştırmalarda yürüttüğü görevlerden ibarettir. Fakat alttan alta onun sanıldığı kadar iyi bir fizikçi olmadığını hissettirir bize, McEwan. Hatta bir yerde, Nobel Ödülünü bile kazara aldığını ima eder.

Açgözlü, hırslı ve şehvetli biridir, Beard. Sevilmesi zor bir adamdır. Ama kadınlar ona bayılırlar. Kelimenin tam anlamıyla bir kadın avcısı olan fizikçiyi, roman açıldığında beşinci evliliğini kurtarabilmek için umutsuzca uğraşırken görürüz. Karısına ihanet etmiş ve yakalanmıştır. Üstelik bu ilk de değildir. Fakat bu sefer gafil avlanmıştır. Genç ve güzel bir kadın olan karısı da onu aldatmaktadır. Hem de eve gelen tamirciyle.

Daha başından ironik bir temasla açılan roman bu tonda ilerler ve dağılmak üzere olan evliliği ile tıkanmanın eşiğine gelen akademik kariyerini kurtarmaya çalışan Beard’in hikayesini bolca mizah katarak anlatır. Bu arada, McEwan karakterini akıl almaz derecede acınası durumlara sokar ve ardından da mucizevi şekillerde kurtarır. Hem bu yazının sınırlarını zorlayacağı hem de romanı okumamış olanların zevkini kaçıracak ipuçları vermek anlamına geleceği için, bunların hepsini bir bir anlatmak mümkün değil. Ancak, sözünü ettiğim garip durumların ne tür şeyler olduğunu açıklamakta bana yardımcı olacağını umduğum bir örneği vermeden edemeyeceğim.

Ayrılabileceğini hiç düşünmediği karısını (daha önce dört kadını aynı sebeple kaybetmiş olması ders olmamıştır belli ki) son anda aptalca bir hatayla elinden kaçırdığına inanan Beard, büyük bir depresyona girer. Bundan kurtulabileceğini umduğu için (ve biraz da sönmekte olan kariyerine bir canlılık katacağını düşündüğü için), iklim çalışmalarıyla ilgili bir projeye katılmak üzere Kuzey Kutbu’na gider. Kutupta hayat çok zordur. Özellikle de depresyonda olan, uyuma zorluğu çeken, bolca alkol tüketen ve gündelik hayatın gereklerini bile yerine getirmekte zorlanan biri için. Beard, kat kat kutup giysilerinin içine girmeyi beceremez bir türlü, girse bile mutlaka bir detayı unutur. Pabucunu bağlayamaz, eldivenini kaybeder, şapkasını düzgün takamaz falan filan. Ama en korkuncu, bir gün yoldayken tuvalete gitmesi gerektiğini fark ettiği andır. Bir süre tutmaya çalışır ama başaramaz. Sonunda mesanesini boşaltmaya karar verdiğinde ise, bunun asla yapılmaması gereken bir şey olduğunu anlar.

“Beard’in kasıklarından kopan soğuk ve sert şey uzun paçalı donunun içine düşmüş, şimdi de diz kapağının hemen üzerine yerleşmişti. Bacaklarının arasına soktuğu ellerin altında hiçbir şey yoktu. Tek elini dizine koyduğundaysa, o beş santimden daha kısa kemik kadar sert ve biçimsiz şeyi hissetti. Kendinden bir parçaymış gibi gelmiyordu ya da artık öyle değildi zaten.”

Sonu iyi bitse de, çok eğlenceli anlatılmış olsa da, bu epizodu rahatsız olmadan okumaya dayanabilen kaç kişi vardır? Bir yazar karakterine neden bunları yapar? Kadınlara verdiği azabın karşılığı olarak mı? Hiç sanmam. Ian Mc Ewan romanlarında ahlak dersi vermeyi tercih eden yazarlardan değildir. Üstelik, bu ve benzeri örneklerin birbiri ardına eklenerek uzayıp gittiği metinde, bir noktadan sonra bu talihsizliklere alışır gibi oluruz. Çünkü fizikçi art arda irili ufaklı bir takım felaketlere uğrayacak ve sonra hepsinden kıvrak bir dansçı edasıyla sıyrılıp kurtulacaktır. Güleriz elbette. Çünkü Kutup’ta kendisini kovalayan bir ayıdan kaçmaya çalışırken, trende kendisinin olmayan bir paket cipsi oburca yerken, ya da daha sonra midesindekileri konferans salonundaki perdenin arkasına boşaltırken hem komik hem de acıklıdır, Beard. Ama onda bir tip olmanın ötesinde insani bir vasıf ya da bir derinlik bulamayız.

Neredeyse on senelik bir döneme yayılan romanın sonunda, Beard’in artık iyice yaşlandığını ve yorulduğunu görürüz. Artık altmış iki yaşına gelmiştir. İyice şişmanlamış ve yavaşlamıştır. Özel hayatı hala karmakarışıktır, akademik başarıları tehdit altındadır, sağlığı ise büyük ölçüde kötülemiştir. Felaketler yine birbiri ardından sökün etmektedir. Belki de Beard etrafını saran karmaşık durumlardan eskisi kadar kolay kurtulamayacaktır artık. Kurtuluşu ya da felaketi de yine şans eseri olacaktır. Kaderin elinde bir oyuncaktan başka bir şey değildir o. Roman en nihayetinde bize bu duyguyu verir. Ama bizi buna inandırabilir mi? Orası ayrı mesele.

Solar yorucu olduğu gibi derinliği de şüphe götürür bir roman. Konuyla doğrudan ilgisi olmayan okuyucu için sıkıcı olabilecek iklimbilim tartışmaları ile arada bir komik olmayı başarabilen sahneler arasında gidip geliyor ve sonunda karanlık bir insanlık hali tasvirine gelip bağlanıyor. Bir mesajı varsa eğer şöyle özetlenebilir: İnsanlar hırs ve zaaftan oluşur, hayat saçma tesadüfler üzerinden ilerler ve her şey en nihayetinde büyük bir anlamsızlık içinde kaybolur gider.

Belki de sadece komik bir roman olarak okumak gerekir Solar’ı. Eğlenceli ama kolay unutulacak bir hikaye olarak görüp kenara kaldırmak gerekir. Romanın 2010 senesinde, İngiltere’de edebiyatta komedi konusunda en önde gelen eserlere verilen Bollinger Everyman Wodehouse Ödülü’nü kazandığı düşünülürse, en azından bu yargıda yalnız olmadığımızı söyleyebiliriz.

Yine de, insanlık durumuna dair bu kadar cüretkar tespitlerde bulunan bir metinden biraz daha fazlasını beklemek gerekir aslında. McEwan kadar usta bir yazarın, insan ruhuna baktığı zaman koskoca bir boşluktan başka hiçbir şey görmüyor olması acıklıdır çünkü. Siyasi bir tercihtir hatta. Söz konusu metin bir hiciv bile olsa.

SOLAR, İan McEwan, Çev: Kıvanç Güney, Turkuaz Kitap, 2012.

Samanlıktaki Anneler (Meltem GÜRLE)

Her yazarın bir meselesi olur. Hatta denir ki, iyi romancılar aslında aynı metni yeniden ve yeniden yazıp dururlar. Meselelerine her seferinde biraz daha yaklaşmayı hayal ederek. Onları yazmaya iten sebep her ne ise, onu kıskıvrak yakalayıp gözlerinin içine bakmayı umarak.

Perihan Mağden de hemen her zaman iki kadının hikayesini anlatıyor. Bunun zor bir ilişki olduğunun farkında. Bu ilişkideki karmakarışık dinamikler, tehlikeli dönemeçler ve beklenmedik sonlar onu büyülüyor. Sadece bunların yazarıdır denemez elbette. Ama esas meselesi kadınlar. Onları anlatırken ustalaşıyor, derinleşiyor, ilginçleşiyor.

Son romanı Yıldız Yaralanması da, bu ilişkilerin en esaslısı olan anne-kız meselesi etrafında dönüyor. Mağden’in anne-kız meselesine dokundurması ilk değil. Bu konu, yazarın daha önceki romanlarında da değişik şekillerde karşımıza çıktı. Birbirine hayranlıkla bağlı biri yetişkin diğeri çocuk (ya da çocuksu) iki kadının yoğun ve marazi ilişkisinin, Mağden’in romanlarında bir izlek haline geldiğini, hatta Refakatçi’den bu yana neredeyse her hikayede baş köşeye yerleştiğini söyleyebiliriz.

Perihan Mağden’in çok iyi bildiği ve ustalıkla anlattığı şeylerden biri, anneliğin uzun ve ağır seyreden bir hastalık olduğu gerçeğidir. Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? adlı romanında, öldürücü bir bağlılık üzerinden tanımlanan bu ilişkinin, her iki tarafı da mahvedecek kadar güçlü olduğunu gösterir bize. Anne, kızını “çoklar ve kötüler” diye tarif ettiği kişilerin vereceği zarardan koruyabilmek için bir otelden diğerine kaçar durur. Korktuğu şey basittir aslında: kızının dünyaya çıkarak annesiyle kurduğu mutlak bağlılık ilişkisinden uzaklaşmasından endişe eder. Onun bağımsız bir birey haline gelmesini göze alamaz. Onun için kendi masalını kurar. “Çok ve kötü” olan ötekiler, anne ve kızdan oluşan bu “iki kişilik deliliği” bozacak, ona engel olacak olanlardır. Dışardaki dünyanın içeriye sızmasına engel olmak için kızını mütemadiyen sakatlayan bir annedir bu. Onu kendi anlatısına, kendi dünyasına, kendi deliliğine ortak etmek ister.

Yıldız Yaralanması’nın iki baş kişisi Yıldız ve Sun’un ilişkileri de benzer bir dinamikle besleniyor. Popüler bir şarkıcı olan Yıldız’la ona büyük bir hayranlıkla bağlı olan Sun’un hikayesini okumaya başladığımızda, “herkesin sevdiğini öldürdüğü” bir Perihan Mağden dünyasında olduğumuzu hemen anlıyoruz. Kendi kifayetsiz annesinin yerine parlak bir şarkıcıyı koyan Sun, bütün aşkını ve bağlılığını bu ışıltılı kadına yöneltir. Onun dizinin dibinde olmaktan, ışığında durmaktan başka hiçbir arzusu yoktur. Yıldız, genç kızın sevgisi ve hayranlığı ile beslendiğinin farkındadır. Roman boyunca, hepsi şiddet içeren bir seri davranışına şahit oluruz. Her gün eli biraz daha yükseltmekte hiç çekinmez: onu yaralar, hırpalar, incitir. Sun ise Yıldız’ın kendisine yaptıklarına sessizce boyun eğer: “Sol kolunu uzatıyor kuzu kuzu. Yıldız kolunu kaptığı gibi bir saniye bile tereddüt etmeden jiletle bir s harfi çiziveriyor. Canı incecik ama o kadar şiddetle yanıyor ki!”

Ne var ki, aslında diyalektik bir ilişkidir bu. Eninde sonunda alt üst olacak, tersine dönecek ve çocuğun annesi üzerindeki hükmü ile nihayet bulacaktır.

Çünkü kız çocuğun anne ile (ya da anne yerine koyduğu kişi ile) ilişkisi, sadece taraflardan birini tehdit eden bir bağlılık değildir. Bu ilişki anne için de aynı derecede tehlikeli ve yıkıcıdır. Anne çocuğuna öyle büyük bir aşk ve sadakatle bağlıdır ki, bu derece büyük bir sevgi ve hayranlık ancak felaket getirebilir. Refakatçi’de mürebbiyenin küçük kıza, İki Genç Kız’da annesinin Handan’a olan zaafı bu yıkıcı ilişkiden izler taşır. Ruhunun küçük kız tarafından tamamen ele geçirildiğini anladığı anda kaçmak ister mürebbiye. Fakat anneler nereye kaçabilir ki? Onlar çocuklarının ebedi gardiyanları, gönüllü köleleri ve daimi refakatçileridirler. Bu bir işkence haline gelebilir. Ama onlar için fark etmez. Çünkü işkencecilerine umutsuz bir şekilde aşıktırlar. Onun için ne kadar arzu etseler de kaçamazlar bir türlü. Ancak geride bırakılabilirler belki. Ya da inkar edilirler. İki Genç Kız’da, Handan’ın annesi kızının ihaneti ile sarsılır. “Küçük tavşanının” kendisini terk edebileceği, “bu kadar zalim olabileceği” hiç aklına gelmemiştir. Onun kendi yarattığı pembe şekerli dünyanın içinde sonsuza dek yaşayacağını hayal etmiştir belli ki.

Perihan Mağden, yeni romanında bu temaya geri döner. Çocuklar annelerinindir, der bize. Kızlar annelerinin projeleridir. Onları kendi suretlerinde yaratır ve büyütürler. Kendileri için korktukları her şeyi onlara yüklerler. Kendilerinin yeni ve belki de daha iyi bir sürümü olarak görürler onları. Tam da bu nedenle, kızlarının başarısı da en az başarısızlığı kadar büyük bir ihanettir onlar için.

Romanda geçen isimler (Yıldız, Sitare, Sun, Güneş) bu konuda da birer ipucu olarak okunabilir. Romanın anlatıcısı ve kahramanı olan genç kızın adı Sun’dur. Annesi Güneş ve anneannesi Sitare Hanım bu ismi kimin koyduğu konusunda anlaşamazlar. Güneş, kızının adını kendisinin seçip koyduğunu iddia eder, “Hayatımın bana sunduğu en güzel şey olduğu için.” Sitare Hanım ise bunu başarısız olmuş bir projenin yeniden uygulamaya konması gibi görmek konusunda kararlıdır. Silik ve etkisiz bulduğu kızının canını yakmak istermiş gibi hep aynı şeyi söyler: “Sende tutturamadık, İngilizcesini koydum ki güneş gibi parlasın torunum bari.” (48-49) Halbuki Sun ne birine ne de diğerine ait olmayı seçecektir. O kendi arzu nesnesini, yıldızını, ersatz-annesini bulmuştur: Suna.

Yıldız’ın gerçek adının Suna olması tesadüf değildir. Sun/Suna benzerliğinin altını çizmek için bulunmuş bir yöntem olduğunu düşünebiliriz elbette. Ancak bunun yalnızca yazarın okuyucuyu eğlendirmek için bulduğu bir oyun olduğunu varsaymak doğru olmaz. Çünkü bu ikilik/benzerlik çok katmanlı anlamlara gebedir.

Kendi silik annesi (Güneş) ve ceberut anneannesinde (Sitare) bulamadığı yoğun anne-çocuk ilişkisini, her ikisinden de izler taşıyan [Güneş=Sun(a) ve Sitare=Yıldız] ama idealize edilmiş bir figür olan Suna/Yıldız’a (sembolik anneye, ebedi arzu nesnesine) transfer eden Sun, bu ilişkinin talep ettiği tahribat gücü yüksek aşkı ve onu takip eden ihaneti de yıldızıyla yaşayacaktır.

Sun/Suna: Arzumun eksik nesnesi

Sun’un tarafından bakıldığında, onu Suna olmaktan alıkoyan tek şey bir “a”dır. Sadece tek bir harf. İdealize edilen, aşkla bağlanılan kişiyle bir olabilmek için tek eksiği budur: “a”

Ne var ki bu eksiklik, sıradan bir eksiklik değildir. Bize Lacan’ı ve onun arzunun eksik nesnesini tanımlarken kullandığı “objet petit a” ifadesini hatırlatır. Lacan’a göre, objet petit a henüz konuşma diline geçmeden, yani toplumsallığın dünyasına girmeden önce, bebeğin anneyle birlikte deneyimlediği bütünlük hali süresince sahip olduğu şeydir. Dilin/temsilin dünyasına geçtiğimiz zaman –yani özne haline geldiğimizde- onu sonsuza dek kaybederiz. Bütün hayatımız onun yerine başka şeyler koymaya çalışmakla geçer. Oysa hiçbiri onun yerini tutmaz. Sonsuza kadar ertelenmiş bir şeydir objet petit a. İşte bu yüzden hep arzulanandır, hep boşluğu doldurulmaya çalışılan ama hiç bir zaman ulaşılamayacak olandır. Yani kısaca imkansız olandır.

Lacan objet petit a için, “arzunun nesnesi değil, arzu nesnesinin sebebidir,” der. Suna da, Sun için herhangi bir arzu nesnesi değildir. Arzunun yegane nesnesi olabilir ancak. Onunla (yani aslında annesiyle) yekvücut olmak ister Sun. Arzu ettiği şey, annenin “öteki” olmadığı bir durumdur. Suna/Yıldız, onun için buluşmak ve bir olmak istediği şeydir. Oysa, Sun için hep dışarıda kalacaktır Suna. Ne kadar yaklaşır gibi olsa da, onunla hiçbir zaman örtüşemeyecek, onu hiçbir zaman yakalayamayacaktır. Onu bir yere kadar tanımlayabilecek, bir yere kadar onunla aynı olabilecek, ama hiçbir zaman onu tümüyle ele geçiremeyecektir.

Sun(a)’nın “a”sı Sun’a hep yabancı kalacaktır.

Samanlıktaki Anneler

Yıldız’a gelince, o Sun’u bir yandan kendisine benzetip bir yandan da hırpalarken, kendisine benzeyen bir oyuncak bebeği hoyratça parçalayan bir kız çocuğundan farksızdır. Kendi imgesinde yarattığı ama kendisi olmayan şeyi hırpalamak anneliğin esaslarından mıdır? Yaratmak gibi zarar vermek de, bir iktidar ilişkisi olarak tesis edilen anne-çocuk ilişkisinin dinamiklerinden biridir belli ki. Çocuğu onu tümüyle inkar edene (deli/geçersiz/kalp ilan edene) kadar, anne kendi suretinde yarattığı varlığa hükmeder. Onun üzerinde kayıtsız şartsız gücü ve hakimiyeti vardır. İsterse sever onu. İsterse bu gücü çocuğuna zarar vermek için kullanır.

Ama samanlık kaçınılmazdır. Her çocuk annenin yarattığı dünyanın dışına çıkacak ve onun kurduğu “iki kişilik delilik” halinin sınırlarını zorlayacaktır. Bunu yapmanın yolu, annenin deliliğini teslim etmek, bu halin adını koymaktır. Onun deli olduğunu söyleyerek, kız çocuğu kendi iradesini annesininkinden ayırır. Böylelikle, “çokların ve kötülerin” dünyasına adım atar, yani gerçek hayata karışır.

Hayata karışabilmek için annesini tımarhaneye kapatmak zorunda kalan Yıldız’ın durumu buna örnektir. Kızına yazdığı onlarca mektuptan birinde şöyle der, Yıldız’ın annesi:

Bu yerde kaçıncı yılım bil bakalım?
Umrunda diyil tabi
Ne zaman umrunda oldum
Artık ölünce çıkarırsın beni
Meşur Yıldızanım!
Sakla bakalım Anneni samanlıkta
Samanlıkta Anne: adım bu olsun.
(67)

Yıldız, annesini tımarhaneye kapatmakla kalmamış, onun kendisine verdiği ismi bile reddetmiştir. Kendini yeniden yaratmış, kendi kendisinin “isim-vereni” olmuştur. Adın bile yalan, der annesi ona bir başka mektubunda. Ve kendisinin gerçek olduğunu hatırlatır.

Sun da, Yıldız’ın evindeki misafirliğini (yani dünyaya çıkma anındaki ilk tecrübesini) bir seri yalan üzerine kurar. Bunlardan ilki annesi ve anneannesinin varlığını inkar etmektir. Bir yetimhanede büyüdüğünü söyler herkese. Yıldız’la Sun’un anneleri ile ilişkileri tamamen benzer bir izlek üzerinden açılır böylece. İkisi de annelerini gömmek isterler. İstedikleri onları bir samanlığa kapatıp sonsuza dek unutmaktır. Ancak ikisi de fark eder ki, ömürleri boyu bu samanlığın anahtarını boyunlarına asacak, annelerini inkar etmiş olmanın anısını bir lanet gibi üzerlerinde taşıyacaklardır.

Bunun Odipus hikayesini andırdığını düşünenler olabilir. Ancak, samanlıkta kendi deliliği ile baş başa bırakılan annenin durumu, oğlunun hayata dair hırsına kurban giden babanın kaderinden çok daha acıklıdır. Yıldız’ın annesi bunu bilir ve yazar da: Ölmek deli ilan edilip kapatılmaktan çok daha iyidir.

“sen öldür bakalım anneni, daha kolay mı olaydı suna, adın bile yalan bak yazcam on kerre, suna suna suna, annen gerçek ama istemesen de...”

Dahası, babanın iktidarını deviren oğlun cinayeti, bir izleyici önünde (yani toplumsal bir anlama tercüme edilebilecek şekilde) gerçekleşir. Oysa annesiyle yaşadığı yakınlıktan, iki kişilik delilikten kendini ayıran genç kadın, onu başkalarının gözü önünde yok edemeyecek, kötü bir anı gibi saklamayı tercih edecektir. Yıldız’ın annesini, tamamıyla yok edemeyip saklaması (deli ilan edip kapatması), her an hortlamak üzere bekletilen bir felaket olarak canlı tutması anlamına gelir. Babayla cepheden yüzleşen oğul yerine, anneyi “geçersiz” ilan eden kız vardır karşımızda. Kendi varlığını ancak anneyi tımarhaneye kapatarak kurabilen, dünyada kabul görmeyi ancak onun deliliği üzerinden garantileyebilen biridir o.

Sun ve Yıldız’ın anneleriyle olan ilişkilerini belirleyen budur. Sun’un romanın sonunda Yıldız’ı terk edip gitmesini de aynı yerden okuyabiliriz.

O vakte kadar annesi yerine koyduğu ve hikaye boyunca “birleşmeye” çalıştığı Yıldız’a sonunda ihanet eder, Sun. Kendini ondan ayırması hiç kolay olmaz belki. Hangi kızın kendisini annesinden, rol modelinden, yaşamının en yakın ilişkisinden ayırması kolay olmuştur ki? “İçi yırtılır gibi parçalara ayrılıyor. Yıldızının kokusu bütün benliğini sil baştan kaplıyor.” Üstelik Yıldız da onu bırakmaya niyetli değil. “Gitme,” diyor ona, “yoksa yaralanırım.”

Ama Sun kendini Yıldız’dan ayırıyor. Yalan söylediğini itiraf ediyor sonunda. Annesi var onun. Hasta bir anneannesi var. Yetimhanede büyümedi. Bir havuz perisi değil o. Yıldız’la birlikte kurdukları dünyadan, bu iki kişilik delilikten uzaklaşıyor böylece. Bu deliliğin izlerini taşıyacağını biliyor. İncindiğinin, arızalandığının ve belki de hiç bir zaman iyileşmeyeceğinin farkında. Ancak dünyaya doğru gidebilmek için kendisini inciteni, sembolik annesini, geride bırakıp yürüyor. Büyüyebilmesi için onu geçersiz kılması gerek. Onun deliliğini kabul etmesi gerek. Yine de hiçbir zaman unutmayacak. Sonsuza dek saklayacak bu yarayı.

Çünkü her annenin kızında açtığı yara bu. Kıymetli bir yara. Çünkü “bu, yıldız yaralanması.”

YILDIZ YARALANMASI, Perihan Mağden, Everest Yayınları, 2012.