Kürt Kimliğinin İnşasına Bakış (Murat ÖZBEK)


Kürt tarihi üzerine araştırmalarıyla tanıdığımız Naci Kutlay, Kürt Kimliğinin Oluşum Süreci adını verdiği yeni kitabını yayımladı. Fransız Devrimi’nin uluslaşma yolundaki toplumlara öğütlediği milliyetçilik fikrinin Kürt kimliğine yansıyan etkilerini spesifik örneklerle aktarmaya çalışan Kutlay, uluslaşma yolundaki Kürtlerin milliyetçiliği ile uluslaşma sürecini tamamlamış milletlerin milliyetçiliği arasına kalın bir çizgi çekmeyi de göz ardı etmemiş. Bir kitabın dikkatleri üstüne çeken öncelikli ekseriyeti dilidir. Bu minvalde Kürt Kimliğinin Oluşum Süreci bilginin çarpıcılığını –yeri geldiğinde sosyolojik, yeri geldiğinde yerel tespitlerle– uygun bir dille aktarmayı hedef seçmiş önemli bir kaynak.

Orta sınıfın uluslaşma sürecindeki etkisini vurgulayan Kutlay, konuyu Kürtlerin eksik yönü olan Kürt burjuvazisine getiriyor. Nitekim Kürt toplumu üstte feodaller, altta ise feodal beylere bağımlı köylü kitlelerinden oluşuyordu ve orta sınıfın boşluğu hep hissedildi ama sonraki dönemlerde eksiklikleri olmasına rağmen kapitalizmin de “yardımıyla” bu orta sınıf boy göstermeye başladı.

AYDINLARIN DURUMU

Lümpen proletaryanın aydın kesimi anlayamaması, aydınlara hak ettikleri değeri vermemesi ve aydınların üzerindeki baskı, kitapta kimlik oluşumuna etki eden önemli unsurların başında geliyor. Hâl böyle olunca aydınlar, feodal beyler ve dini önderlerle bir araya gelmek zorunda kalıyordu. Ne var ki bu bir araya gelmeler zaman zaman antlaşmalarla sonuçlansa da tam anlamıyla birlik ve beraberlik sağlanamıyordu. Aslına bakılırsa Kürt aydınlarının çoğu da feodal kökenliydi ama Osmanlı dönemindeki başkaldırılarda sürgün edilen bu aydınların aileleri, aradan zaman geçince Kürdistan’daki etkilerini yitirmişlerdi. Örneğin, Bedirhaniler Botan bölgesine hâkim bir aileydi ya da Cemilpaşalar Diyarbakır bölgesine hâkimdiler. Feodalizmin kırılamadığı bölgelerde aydınlara hâlâ hak ettikleri değer verilmiyor ve 20. yüzyıldan kalma komünist, dinsiz gibi “suçlamalarla” aydınlar halk nezdinde gözden düşürülmeye, itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.

Kürt kimliği üzerindeki baskıları anlatırken, öne çıkan isimleri ve kurdukları örgütleri, basın-yayın organlarını aktaran Kutlay, Abdülhamit döneminden başlayıp İttihat ve Terakki ve onun ardılı olan Jön Türkler’in uyguladığı baskıların ne şekilde Kürt milliyetçiliğine yansıdığını buna karşın Bedirhaniler, Şeyh Sait, Şeyh Ubeydullah, Cemilpaşalar, Haco Ağa gibi isimlerin ve ailelerin mücadele tarzlarını, yayın organlarını, örgütlerini analizlerle aktarmış. Kürtlerin Ermenilerle ilişkilerini, Ermenilerin nasıl ötekileştirildiğini, bu iki kimliğin birbirini nasıl etkilediğini özellikle de Ermenilerin Kürt kimliği üzerindeki etkisi ve Ermeni katliamında Kürtlerin nasıl rol aldıkları de kitapta dikkat çeken diğer bir konudur.

Aileler arasındaki iç çekişmelerin ve sürekli heveslerine yenik düşen feodal beylerin Kürdistan’da verilen mücadeleden sıyrılmaları hatta kimi zaman karşı tarafta mücadeleye devam etmeleri ve bu boşluğun yarattığı etkiyle mücadelelerin sürekli sekteye uğraması liderleri yenilmeye mahkûm ediyordu. Buna en yakın örnek olarak da Şeyh Sait isyanı ve isyan sonucunda Şeyh Sait ile arkadaşlarının idam edilmesini kitapta görüyoruz.
Kutlay’ın dikkat çekmeye çalıştığı diğer husus ise Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’ni yaptığı yıllarda ona çok uzak olmayan Şeyh Sait ve Miralay Halit Bey’in ne yaptıklarının ve ne düşündüklerinin pek bilinmemesidir. Nitekim kongreden birkaç yıl sonra bu isimler Cumhuriyet tarihinin en büyük başkaldırısını gerçekleştireceklerdi. Bu ve benzeri tespitlerin kitapta yer alması okuyuculara araştırılacak konuları işaret ediyor. Bir diğer konu ise Atatürk’ün neden “Ne Mutlu Türk Olana” değil de “Ne Mutlu Türküm Diyene” dedi tarzındaki sorudur. Kitapta yazar, Niels Kadritzke’in cevabına yer vermiş ama bu sorunun önem arz eden kısmı, dağlara taşlara yazılan bu cümleyi okuyucunun yorumlaması için açtığı kapıdadır. Kitaptan bir alıntıyla devam edelim:

Yanıt bekleyen sorular var… Mustafa Kemal 1919-1920 yıllarında Kürt feodallere ve dini önderlere, kürtlüklerini yadsımadan çok ustalıkla bazı vaatleri içeren mektuplar gönderdiği günlerde, Kürt milliyetçi önderleri ne yapıyorlardı? Şeyh Sait, Cibranlı Halit Bey, Bedirhaniler ve Seyyit Abdulkadir nerde idiler?(s. 205)

‘KÜRT AMA İYİ’

Kürt Kimliğinin Oluşum Süreci’nde, Paul Henze, Martin van Bruinessen, Rohat Alakom gibi Kürt tarihine yönelik araştırma ve çalışmalarıyla bilinen isimlerin de değindiği gibi devletin uyguladığı baskı sonucunda insanların bir kısmı baskıdan kurtulmak için ya da daha “mutlu” yaşamak için kimliklerini gizlemek zorunda kalıyordu ve bu, psikolojik problemlere sebep oluyordu. İnsanlar iç dünyalarında kendileriyle hesaplaşırken kişiliklerini sorgulamaya başladılar. Bu konuda Rohat Alakom’un şöyle bir tespiti var:
Kürtler açısından 1923-1950 yılları, yani Tek Parti Dönemi çok can ve mal kaybına yol açan bir “deprem” gibidir. Büyük bir “facia”dır. Bu depremin enkaz çalışmaları uzun yıllar almakta ve daha da alacaktır. Son yıllarda basından da izlediğimiz gibi, “Benim de anam-babam Kürt” veya “Ben de Kürdüm” biçiminde bu enkaz altından çıkarılan insanlara rastlamaktayız.(s. 343)

Bu enkazın altından sadece Kürtler çıkmadı. Rohat’ın yukarıdaki tespitine ek söylemleri şöyle sıralayabiliriz; “Benim Kürt arkadaşlarım da var” veya “Kürt komşularım var” tarzında cümleler. Devlet politikasının meyveleri olan bu ve benzeri cümlelerde Kürt kelimesinin geçmesi dahi özgürlük olarak nitelendiriliyordu. Devlet, Kürt kimlik mücadelesi veren kesimin karşısına “Kürt ama iyi” cümlesinin esin kaynağı olan bu insanları (Kürtçe konuşamayan, okuyamayan, yazamayan ve bunu problem etmeyen) koyuyordu. Kitap yer yer tekrara fazlaca düşse de Kürt tarihinin ve Kürtçe tarihin siyasal boyutunun yanı sıra yazınsal (kitap, dergi, gazete vb.) boyutunun da yer alması kitabı önemli bir kaynak kılıyor.

Siyasal-öncesi insanlar: İlkel Asiler (Kansu YILDIRIM)


Yabancı dillerden yapılan çeşitli çevirilerde bazı kelimelerin karşılığına ilişkin bir mutabakat sağlanmamıştır. Tıpkı İngilizce “primitive” sözcüğünde olduğu gibi. Bu sözcük içinde yer aldığı metnin kontekstine göre kimi zaman “ilk”, kimi zaman “ilkel”, kimi zamanda “ilksel” olarak çevrilmiştir. Çevirilere göre de anlam bakımından farklı yerlere gönderme yapmaktadır. Eric J. Hobsbawm’ın yeni çevrilen İlkel Asiler - 19’uncu ve 20’inci Yüzyıllarda Toplumsal Hareketin Arkaik Biçimleri Üzerine İncelemeler kitabı üzerine bu durum tartışılabilir. Çünkü kitabın konusu 19’uncu ve 20’inci yüzyılda geçen reaksiyoner kitle hareketlerini incelemektedir. İlk bakışta “ilkel” değil, “ilk”,“ilksel” direniş hareketleri olarak da düşünülebilir. Ama kitabın belirli sayfalarında Hobsbawm, “arkaik biçim” ifadesini kullanmaktadır ve hemen peşinden şunu eklemektedir: “…‘ilkel’ ve ‘arkaik’ gibi sözcükler bizi yanıltmamalıdır. Bu kitapta tartışılan hareketlerin hepsinin arkasında uzunca bir tarihsel evrim yatmaktadır”. Bu bağlamda, kitabın asiler dizgisine göre reaksiyoner grupların tümü askerleri, polisleri, hapishaneleri, vergi tahsildarlarını, kamu görevlilerini; sınıf farklılıklarını, toprak sahiplerini, tüccarları, bunların sömürülerini tecrübe ettikleri bir dünyanın içinde yaşamıştır. Böylelikle “ilkel” mi yoksa “ilksel” mi tartışmasının yapılmasından ziyade, Hobsbawm’ın neyi, nasıl betimlediği önem kazanmaktadır.

TOPLUMSAL AJİTASYON VE AYAKLANMALAR

İlkel Asiler’de sanayi-öncesi toplumlarda farklı zaman ve mekân ölçeklerinde ortaya çıkan direniş hareketleri, isyan profilleri, ayaklanmaları gerçekleştiren kişi ve grupların karakteristikleri hem tarihsel nedenleriyle değerlendirilmiştir; hem de söz konusu isyan tiplerinin toplumsal, kitlesel ve sınıfsal yapıda nerede konumlandığı betimlenmiştir. Bu anlamda Hobsbawm, okuyucuya (şimdilik atipik diyebileceğimiz) direnişlerin coğrafi ve beşeri haritalandırmasını yapmaktadır. Haritalandırma içinde İngiltere sınırları içinde yaşanan Robin Hood türü eşkıyalık, gizli kırsal topluluklar, devrimci köylü hareketleri, sanayi-öncesi kent toplumlarındaki “güruhlar” ve eylemlilikleri, dinsel kodlarla ilerleyen işçi tarikatları ve Hobsbawm’ın ifadesiyle “erken emekçi ve devrimci örgütlerde kullanılan ritüeller” yer almaktadır. Hobsbawm’ın bu tip bir entelektüel işleme soyunmasının temel gerekçesi ise, toplumsal ajitasyon ve ayaklanma biçimlerinin tarihinin bu kısmına duyulan ilginin azlığıdır.

Hobsbawm, toplumsal hareketlerin tarihini ikiye ayırmıştır. Gerek tasviri, gerekse analitik olan bu ayrımlardan ilki, antik ve ortaçağa ilişkin olanlardır: Antik ve ortaçağ zaman dilimlerinde yaşanmış toplumsal hareket tipolojisine köle ayaklanmaları, toplumsal sapkınlık, dinsel tarikatların eylemleri ve köylü isyanları girer. Ancak bunlar hakkında parçalı ve dağınık bilgilerin toplanmasından elde edilmiş bir tarih bilgisine sahip olduğumuz için Hobsbawm’a göre, bu hareketlere dair “tarihe sahip olduğumuzu söylemek yanıltıcıdır. Ayaklanmaların ve isyanların bu ilk tipleri için belirli konularda tarihçilerin uzlaşmaya varamaması da ayrı bir dezavantaj konusudur. Modern zamanlar bağlamı içinden bu hareketler değerlendirildiğinde ise şöyle bir yaklaşım cisimleşir: “…kapitalizm öncesi ya da yeterince kapitalist olmayan toplumlarla ilgilenmek durumunda olan antropologlar dışında, basit olarak, ‘öncüller’ ya da tuhaf kalıntılar olarak ele alınmıştır”.

18’inci yüzyılın sonlarından itibaren Batı Avrupa’da baş gösteren, daha sonra farklı coğrafyalara yayılan, “modern” kategorisinde değerlendirilen ve böyle adlandırılan toplumsal hareketler incelenirken, belirli bir kronolojik plan işletilmiştir. Bu dönemde tarih sahnesine çıkan proletarya ve sosyalist hareketler, tarihçilerin ilgisini çeken başlıca konular arasında yer almıştır. Sosyalist hareketler için tarihsel çerçeveler çizilmiştir: “Bunlar genel olarak ‘ilkel’ aşamalarında -kalfaların dernekleri ve Ludculuk, Radikalizm, Jakobenlik ve Ütopyacı Sosyalizm- ve sonunda ülkeden ülkeye değişiklik gösteren ama hatırı sayılır genel bir uygulaması bulunan modern bir kalıba doğru evrimleşen hareketler olarak görülmüştür.” Hobsbawm’a göre tarihçilerin modern hareketler başlığı altında bu hareketleri değerlendirmesine neden olan faktörlerden birisi, sendikal ve kooperatif örgütlenmeler ile siyasi partiler şeklinde belirli bir siyasal stratejik ve ideolojik hat oluşturmaları/üzerinde yer almalarıdır.

TARİHTE YANLIŞ BİLDİKLERİMİZ

Ne var ki, Hobsbawm, İlkel Asiler’de tanımladığı eşkıyalık biçimleri, mafyacılık veya dinsel işçi tarikatlarının ne antik-ortaçağ, ne de modern toplumsal hareketler tarihinde yer almadığının altını çizmektedir. Çünkü tüm İlkel Asiler, ortaçağlarda ve öncesinde değil; modern olanla ortaçağın arasında, yani modernin eşiğinde, 19’uncu ve 20’inci yüzyıllarda yer almıştır. Tarihçilerin hâkim kategorilendirme tarzları içerisinde bu tip toplumsal reaksiyon biçimlerini saymamış olmasının başlıca nedenlerinden birisi, eylemlilikleri ve diğer hareketleri için verili siyasal bir dil, kod sistemi oluşturamamalarıdır ya da olgunlaştıramamalarıdır. Hobsbawm, bu bağlamda İlkel Asiler’in toplumsal pratikler kapsamındaki konumlanışlarını “siyasal-öncesi” (pre-political) olarak nitelemiştir.

Hobsbawm’ın kopuk ve aralarında ilgileşimler yokmuş izlenimi uyandıran İngiltere, Batı ve Güney Avrupa’da yaşanmış reaksiyoner toplumsal hareketlerin karakteristiğine ilişkin tasviri şu şekildedir: “…-çoğu kez okuma-yazma bilmedikleri için- kendi arkadaşları dışında adlarını -o da çoğu kez takma adlarını- nadir olarak başkalarının bildiği, pek çoğu kitap okuyup yazmamış, kendilerini ifade ettiklerinde de normal olarak meramını anlatmaktan aciz insanların dünyasına aittir”. Görüleceği üzere Hobsbawm eşikte kalan ve kuramsallığa eklemlendirilmeyen; plan ve programlar dahilinde eşzamanlı şekilde yürütülmeyen; ilksel birikim biçimlerinin yarattığı toplumsal rahatsızlıkların niceliksel yansımalarını barındıran hareketleri inceleyerek toplumsal mücadeleler kompozisyonundaki eksik cümleleri yerleştirme gayreti içindedir: “ Her ne kadar onların hareketleri (…) pek çok açıdan kör ve el yordamıyla olsa da ne önemsiz ne de marjinaldir.”