Yalın Olanın İzinde (Ömer İZGEÇ)

Resul (2006), Madde Kara şiir kitabıyla bilinen Hüseyin Kıran’ın ilk düzyazı verimidir. Kıran’ın yapıtlarından bahsederken, bilinen anlamıyla roman üzerine bir kez daha düşünmek gerekir. Resul’de ve yazarın bir sonraki romanı Gecedegiden’de okur daha ilk satırlarda sınanır, okuma eylemi üzerine düşünmek zorunda bırakılır. Mesele bir şey anlatmak olduğu kadar, anlatıyı mümkün kılan dilin kendisidir de. Yüzyıllar önce bulunan dil kullanılmış, dönüştürülmüş, sosyal yaşamın bir sonucu olarak içi boşaltılmıştır. Şiir ve düzyazılarından, Kıran’ın yozlaşan dili kırıp kendine yeni bir kulvar açmak peşinde olduğu anlaşılabilir. Yeni bir anlatı kulvarı bulmak ise verili dilin olanaklarını zorlamak ama yine de anlaşılırlık sınırının içinde kalmaya çalışmak demektir; zira okunamaz bir metin, metin değildir. Farklı bir dil arayışının anlatının kendisiyle, yazarın meselesiyle örtüşünce bir anlam kazandığını düşünürüm. Tam da bu noktada, Resul’deki varoluş sancısı çeken, fiziksel ve ruhsal işkenceyle örselenmiş, güvenlikle ilgili takıntısı olan bir bilincin çırpınışlarını aktaran dil ve anlatı tarzı yerindedir, özgündür, çetrefildir.

Kıran’ın metinlerinde şairlikten gelmesinin izlerine rastlansa da romanları asla şiirsel ya da şairane değildir. Onunkisi edebi bir gösterişen ya da ıskarta oyunlardan uzak, metnin meselesiyle ahenkli ve kullanılan dile itiraz niteliğinde bir arayıştır. Beckett’in “tüm dilin bir dil aşırılığı olduğu” fikriyle örtüşen, nihai amacı sessizliğe ve öze yaklaşmak olan bir denemedir söz konusu olan. Beckett, eserlerinde gittikçe dozunu arttırarak dile bir almaşık olarak sessizliğe yönelmiştir ve anlatılarını fazlalıklardan arındırmaya çalışmıştır. Beckett’in karakterlerinin konuşmaları bölük pörçüktür; amaç iletişim kurmak ya da anlatmak değildir. Aslında birbirleriyle konuşmayan Beckett karakterlerinin amacı anlatmaktan ziyade anlamak, varoluşu anlamlandırmaktır. İnsanın bu ebedi arayışına uygun olarak kişiler zaman ve uzamdan soyutlanmış, toplumsal kimliğe bağlı olmayan karakterlerdir. Kıran’ın roman karakterleri Beckett’inkilerle bir benzerlik gösterir.

Kültürden soyut haliyle insan

Kıran Resul’de ilkel olanı, kültürden soyut haliyle insanı anlamaya çalışır. Anlatı Kemal Varol’un saptadığı gibi anlamını ilk elde açık etmeyen, simgeler ve benlik oyunlarıyla örülüdür. Hatırlayışlarla bölünen, bir detay üzerinden kılı kırk yaran çıkarımlarla sekteye uğrayan, korku nöbetleriyle seyrini yitiren anlatıdaki Resul’ün belleği güvenilmezdir. Resul’e göre evin dışında ona seslerle, görüntülerle ve kokularla saldıran bir dünya vardır; o tüm bunların kendisiyle ilgili olanlarına karar vermekte zorlanır. Resul’de anlatı birinci tekil şahıs üzerinden ilerliyormuş görünmesine karşın yer yer araya bir dış ses girer, okuyucuya parçalanmış bir zihnin izini sürdürtür. Metinde zaman dizimi belirsizdir. Ölümün kurtulmak olmadığını anlayan bilinç, varlık sancısı çeker ve kimi zaman kendini oyalamak için söz oyunlarına, sayıklamalara, tekrarlara başvurur, sanrılar gördürür. Resul bilinciyle ve soluğunu her an yamacında hissettiği güvensizlik duygusuyla boğuşmaktadır. Romanın ana eksenlerinden biri olan Daire, güvenlik hissini tarumar ederek Resul’ün bilincinde yaşamaya başlamıştır. Daire onu gözetlemektedir ve uygunsuz davrandığında, gerektiğinde –ki bu uygunsuzluk nedir, gerektiğinde ne zamandır, Resul bilmez- cezalandıracaktır. Bu ceza fiziksel şiddet ve ardında bıraktığı ruhsal izle Resul’ü odasına sıkıştıracaktır. Resul odasında ördüğü, kimsenin onu göremeyeceği, sokulup dokunamayacağı güvenlikli kozaya sığınır. Kozanın duvarlarını ise kıvamlı, peltemsi düşüncekalıbı tuğlalarıyla örmüştür.

“Tutmaya çalışınca eliniz içine gömülüyordu. Şekli hemen bozuluyor, hatta yer yer kopup parçalanabiliyordu. Nihayetinde bu bir düşüncekalıbıydı ve ben ona maddi ve katı bir nesne muamelesi yapıyordum.”

Resul yeteri kadar bu tuğlalardan üretirse kendini koruyacağını düşünür; dışarıdan ve kendinden. İçeride Resul ile birlikte kalan ise hatıralar, durdurak bilmeyen bir bilinç ve sürekli çevresiyle zorunlu bir iletişimde olmasına neden olan duyulardır. Görmek istemediğinden gözlerini kapatır. Gözlerini kapatınca hayallere kapılır, yaşamaktan yorulunca uykulara dalar ve yine görmeye devam eder. Görmekten kurtuluş yoktur. Bu ise Resul’u “bedenden kurtulmak mümkün ancak bilinçten değil” noktasına götürecektir. Yine de “o sinsi varlık”ın nefesiyle içini kirtletmesine izin vermemek için savaşır.

Beckett’in Godot’su farklı dönemlerde muhtelif yorumlara yol vermiştir. Kimilerine göre beklenen Godot ölümdür, kimi zaman aydınlanmadır, bazen de af ya da sosyalizmdir. Tüm bu yorumların ortak noktası ise Godot’nun beklenen olmasıdır ve o gelince her şey daha farklı olacaktır. Kıran’ın metnindeki Daire ve sinsi varlık da böylesi farklı açılımlara gebe öğelerdir. Toplumsal yaşamın hizaya sokucu yapısı, bir hayvan olan insanın yönetici içgüdüleri ve bilinç, ezici yumruğunu hissettiren faşizan yönetimler ile salt fiziksel şiddet ve uygulayıcıları bu öğelerin sırlı anlamları olarak öne sürülebilir. Metindeki ara anlatılardan, Daire’nin gözetleyen ve gereğinde cezalandıran kamu olduğu çıkarımı yapılabilir ancak romandaki her şey gibi bu da müphemdir.

Resul’deki başlıca diğer karakterler ise analık Hafize, kiracı kız Işıl ve Mahir Bey’dir. Işıl kötünün, yaşamın acımasızlığının farkındadır ama onunla kendi yöntemleriyle savaşmaktadır, direnmektedir. Öyle ki kirasını ödemek için işadamı Mahir Bey ile birlikte olur, istediklerini yapar; yaşamını sürdürmek için bedenini satar. Hayatta kalmaya çalışır. Resul Işıl’ı hayranlıkla izler. Mahir Bey ise romanın yüzeydeki kötü karakteri, ruhun acımasız ve karanlık tarafı olmasına karşın o da içgüdülerle ve bedensel ihtiyaçlarla yönetilen yaşama fırlatılmışlardan biridir yalnızca. O da kendi oyun bahçesini kurmuştur ve zamanını doldurmaktadır. Metindeki birbirinden ilginç diğer karakterler ise bahçede yaşamaya zorlanan yatalak baba, bedensel tüm işlevlerini yitirmiş, kardeşi ve kimden olduğu belirsiz çocuklarla yaşayan şişman kadın ve Mahir’in kara işçileridir. Roman karanlık ve grotesk bir kumpanyanın, rahatsız edici bir müzik eşliğinde sergilediği kâbûsumsu gösterisini andırır.

Yerleşik anlatının sınırlarında

Ömer Türkeş’in tespit ettiği gibi, Kıran’ın yazınında görülen dil okuyucuyu irkiltmek, tiksindirmek ve etkilemek için araçsallaştırılmaz. Bu noktada, Resul belki de yakın durduğu bir tür olan yeraltı edebiyatına dahil edilebilecek diğer metinlerden oldukça ayrıksı bir noktada konumlanır. Kıran’ın karanlık yazı evreninde anlatılan en basit haliyle insandır. Üzerindeki sosyal yaşam örtüsü kaldırılmış insanın özü, kuytularını arşınlayan tozanlı bir ışıkla aydınlanır. Ortaya çıkan irkiltici, saklı, yabansıl ve unutulmuş olandır. Beckett’in bahsettiği “içimizde çok önce katledilmiş varlık”tır görünen ve ortaya çıkarılmak istenen. Resul sadece kendisi olmak, kendisiyle eşit olarak yaşayan bir varlık olmak istemektedir.

“Yaslandığım ağaç anlamıştı zorluğumu. O soylu sadeliğini iletiyordu, gücünü ve sadece ağaç olma bilgisini. Ben de tıpkı onun gibi sadece ben olmalıydım. Sadece Resul, sadece canlı, sadece kendim, kendimle eşit ve kendimden ibaret olmak ve bunu asla bilmemek. Bilmek çürütüyor çünkü.”

Kendisi olmaya çalıştıkça Resul daha da yabancılaşır. Kendine ulaşabileceği varsayılan her adımda daha fazla dağılır, kendini deştikçe onulmaz gerçekliğin, varoluş sancısının merkezine daha da yaklaşır. Resul ne toplumun içinde kendisi olarak barınır ne de bilincinin gölgesinde kendi iç dünyasına sığınabilir. Anlatının sonlarına doğru “insansak, sadece ve yalın biçimde varlığı yaşamak imkânsızdır” çıkarımını yapar. Varlığı sonsuz bir çabalamayla boğuşmaktan ibarettir. Bu yavaş yavaş Resul’u kendisini yok etmeye kadar götürecektir. Metin bu bağlamda beden-bilinç ilişkisini sorgular.

“Bilinç bedenden, beden bilinçten haberli olduğu sürece, birbirleri hakkında bildikleri düşündükleri eleştirebildikleri doğru buldukları yanlış buldukları değiştirmek istedikleri dışladıkları ve benimsedikleri olduğu sürece yaşamak zor.”

Kıran mesele olarak sadeleşmenin, dolaysızlığın peşine düşmüşken bölük pörçük bir zihnin yer yer sayıklamalara varan anlatısı bu arayışıyla edebi bir karşıtlık oluşturuyormuş gibi görünebilir. Okuyucu şaşırır, zorlanır, yerleşik anlatının sınırlarını zorlayan metne yabancılaşabilir. Aslında bu tam da Kıran’ın izini sürdüğü, dilin kodlanmış yapısını kırarak öze ulaşmayı hedefleyen farklı bir yazın anlayışının tezahürüdür. Kıran’ın metinleri okuma alışkanlığına bir müdahaledir ki bu etki yeni bir algıyı tetikleyerek farklı bir okuma tecrübesine yol verir. Başlangıçta yalnızca anlatıcıda karşılığı olan imgeler, metin ilerledikçe okurda da bir karşılık bulmaya başlar. Ancak böylesi bir metin talepkârdır ve her okuyucunun arzuladığı bir kitap-okur ilişkisine evrilmeyebilir. Hüseyin Kıran’ın eserleri bu bağlamda zor, ancak zor olduğu kadar da farklı okumalar vâât eden ayrıksı metinlerdir.

Resul, Hüseyin KIRAN, Metis Yayınevi

İnsanlığa Dair Öyküler: Göç (Neriman AĞAOĞLU)

Sofya’nın kitabını okurken, zihnimde bir görüntü belirginleşti. Yıllar önce bir kamyon kasasında köyden şehre gelişimiz... Geldiğimiz uçsuz bucaksız bozkıra hasretimiz, şehrin tedirgin ediciliği. Küçüklerin büyüklerden daha hızlı uyum sağlayışı. Büyüdükçe bozkırı düşünüp içimde ince bir sızı duyuşum. Bu topraklar üzerinde ‘göçmek’ zorunda kalmamış, gurbet duygusu yaşamamış, sıla hasreti çekmemiş insan var mıdır? Yoktur herhalde.

Edebiyatımızda göç temasının yaygınlığını dikkate aldığımızda konunun nasıl kültürel genlerimize işlediğini rahatlıkla anlayabiliriz. Almanya göçü, köyden kente göç olguları dışında, edebiyatımız son zamanlarda Ermenilerin, Anadolu Rumlarının, Kürtlerin göçüne daha sık yer veriyor. Başka ülkelerde yaşayan ve çeşitli siyasal gerekçelerle Türkiye’ye gelen Türki halkların göçerliği ise, üzerinde pek de konuşmadığımız bir konu. Sofya Kurban'ın geçtiğimiz yıl yayınlanan Göç isimli öykü kitabı işte bu pek konuşmadığımız göçü alabildiğine insani bir damardan konuşuyor.

Göç, on dokuz öyküden oluşuyor. ‘New York’tan İnsan Manzaraları’ öyküsüne gelene kadar on beş öyküde; yerinden yurdundan edilmiş bir ailenin yaşadıkları, umut yolculukları üzerine kurulu öykülerden oluşan bir kitap. Son dört öyküde, yine Kazan Tatarlarının şimdiki zamandaki yaşamlarına tanıklık ediyor.

Öyküleri öz yaşama dayalı olmasına rağmen başarılı bir dil oluşturabilmiş Sofya Kurban. Sovyet Devrimi ve Çin Kültür Devrimi siyasal olarak arka planda akarken, bir çocuğun gözleri olayların insan yaşamı üzerindeki etkilerini duyumsamamızı sağlıyor. Olayları siyasal yönleriyle değil, insan yaşamlarına etkileriyle eleştirip, anlatmayı başarıyor. Dört küçük çocuğun, baba, anne ve onların yakınlarının tuttuğu taraf gereği savruldukları hayat. Aslında aile denen olgunun, bir bütün olarak ailenin umutlarının çocuklar üzerindeki etkisine yapılan göndermeler de söz konusu. Ve o çocukların aileyi bir arada tutan amacın yitirilmesiyle aile bireylerinden kopuşu. Çocukların yitikleri… Son dört öykünün imlediği ise şimdinin yetişkini bu çocukların çözülmüş bir kültür içindeki yalnızlaşmaları. Yer yurt umutlarının, gurbet duygusunun devam etmesine karşı artık insanların çözülmüş, dönecek yerleri de olmayan bireyler olmaları. Bu his aynı zamanda ilk öykülerin öz öyküsel anlatımına karşın son dört öykünün el öyküsel anlatımıyla da pekiştirilmiş.

Kitaptan aldığım edebi lezzetin kaynağı kanımca görselliği. Öykülerdeki sinemasal özellikler duygularında görselleştirilmesinden kaynaklanmış. Akşamın hüznünü uzak dağlarla; haber gelecek beklentisini uçsuz bucaksız steplerle, kapanan sınırı, siyasal değişimi yoğun asker polis görüntüleri, çocuklu kadınlarla, çaresizlikten güçsüz kalmış erkeklerle, yarı savaş görüntüleri ve yoksullukla gösteriyor Sofya Kurban. Küfretmiyor, bağırmıyor. Anlatmıyor, gösteriyor.

Kitabın düzenlenmesine ilişkin de bir şeyler söylemek gerekiyor. Bu konuda Phoenix yayınlarını kutlamak gerek, kapak ve kullanılan siyah beyaz fotoğrafın öykülerdeki duygularla bütünleştiğini söylemeliyim. İç düzenlenme ve öykülerin sıralanışı da oldukça iyi.

Göç, bir ilk kitap olmasına karşın, Sofya Kurban’ın öykücülüğümüzde yeni bir ses olduğunu bize kanıtlıyor.

Göç, Sofya KURBAN, Phoenix Yayınevi

Güneydoğu Anadolu Geleneksel Dövme Sanatı: Beden Yazıtları (Gülsen CANDEMİR)


Güneydoğu Anadolu Bölgesi insanının, zengin kültür mirasının simgelerinden biri de şüphesiz dövme. Dövmeler, tarih boyunca bölgede yaşamış, birbirine karışmış toplumların, unutulmuş inançların, doğayla mücadelenin, bireysel kimliğin simgesi adeta.

Ege Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Uysal Yenipınar ve Mehmet Sait Tunç, bir çalışma için gittikleri Antep, Urfa, Siverek ve Mardin’de kadın ve erkeklerde yoğun bir şekilde gördükleri dövmeleri araştırmaya karar verirler. Geleneksel dövmenin son temsilcileri ile karşılaştıklarını düşünen Yenipınar ve Sait Tunç, konuyu derinlemesine araştırmaya girişirler. Yedi yıllık bir çalışma programı içerisinde; 2011 yılı içerisinde “Anlat bana: Dövmeler, Ağıtlar, Hikayeler” konulu belgesel vizyona girerken, belgesele sinema otoritelerince 2012 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali için hazırlanan Türk Sineması tanıtım kitabında yer verilir. Belgesel daha sonra 2. Roma Film Festivali ve 31. İstanbul Film Festivalinde de gösterime girince, ilgi üzerine çalışma genişletilerek kitaba dönüştürülür.

Kitap, dövme ile ilgili şu bilgilere yer veriyor: Dövme geleneği, sanılanın aksine daha eski dönemlere uzanıyor. Dövme motifleri, diden dile; kulaktan kulağa; nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar taşınıyor. Motifler sembolik şifreler ile doludur ve her biri farklı anlamlar taşır. İğne ile beden suyuna işlenen motiflerde, dilekler, ümitler, sevinçler dışa vurulup, hayat ağacı şekline dönüşmüş, bedene yeni anlamlar yüklenmiştir.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde geleneksel dövme, doğanın insan bedenine, yaşama mührü basması gibidir. Geleneksel dövme, bölgedeki diğer maddi ve manevi kültür mirasları ile de örtüşmektedir.

Fotoğraflarla büyük bir zenginliği okuyucusuna sunan kitap dövme motiflerinin; tamgabilim, yazı, halı-kilim-keçe sanatı, mezar taşları kabartmaları, arı kovanları, buğday ve un ambarları, koç ve koyun sürüleri, binek at ve sığırları damga, im ve enleri, nakış ve yanışlar, ev kapı duvarları, nazarlıklar, kap-kacak, yöresel takılar, tütsü, kına, kurşun dökme gelenekleri ile de ortak özellikler taşıdığını anlatıyor.

Etki Yayınlarından çıkan kitapta, dövmenin tanımı, dövme tekniği, dövmede kullanılan malzemeler, genel bilgiler, dövmenin Anadolu kültürü ile ilgisi, araştırma bulguları, dövme öyküleri ve motiflerin konu başlıkları ele alınıyor. Kitabın son bölümünde kapsamlı dövme terimleri sözlüğü oluşturulmuş. Kitabı oluşturma aşamasında 51 kitap, 33 makale incelenmiş, 92 kaynak kişi ile görüşülmüş. Eserin, geleneksel dövmeye ilgi duyan araştırmacıların el kitabı olacağına inanılıyor.