O Çocuklar Büyüdü (Dinçer DEMİRKENT)

Sokaktakiler kim tartışmaları süredursun sokaklarda barikatlar yanmaya başladığından beri başka bir dünyada, başka bir ülkede yaşıyoruz. Yanan barikatlar sadece barikatın ardında bir yumruk gibi kenetlenen farklılıkları değil, onlara sövenleri de başka bir zemine oturttu. Halkları, insanları tuğlalar gibi gören strateji uzmanları, dünyaya doğrudan bakmak günahmış gibi yan yan bakıp yalan üreten muhafazakâr ideologlar, on yıldır Voltaire’in Candidesini oynayan liberaller hatta yıllardır ‘dipten gelen dalga’nın peşine düşmüş sosyalistler… Türkiye artık herkes için başka bir yer. Devrim mi istiyorduk; hiç beklemediğimiz anda on binlerce, yüz binlerce kişi devrim oldu. Artık bu yeni zemin üzerinde işçilik yapmanın, çalışmanın zamanı; ülkeyi aşkla örmenin zamanı.

Bildiklerimiz, Öğreneceklerimiz

Şaire, “o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi” dedirten anneleri, gördü çocuklarının büyüdüğünü. Korkunun karşısına ancak kahkahayla, doyasıya neşeyle çıkılabilirmiş, hepimiz gördük. Korkunun yenildiğini gördük. Artık onunla değil derdimiz, daha öğreneceğimiz çok şey var. Öğreneceklerimiz barikatların ardında bir bir örüldü, örülüyor. Marx’a atıfla Haziran günlerini hatırlayanların romantizmini paylaşmıyor değilim, ’90 kuşağı anlatılarını da merakla izliyorum. Fakat Marx’ın 18 Brumaire’deki uyarılarını asla gözden kaçırmayarak. Burjuva devrimleri için “ölmüşlerimizin uyandırılması, yeni verilen mücadeleleri yüceltmeye yaramıştı, yoksa eskilerin parodisini yapmaya değil” diyor Marx, eskinin “gerçek hayatta bulunacak çözüme değil; devrimin ruhunu yeniden bulmaya” yaraması gerektiğini öğretmişti bize. 68 devrimcileri, 78 devrimcileri, dünyaya başka bir estetik içinden bakmayı bize öğretti; analarımıza ve çocuklarımıza ‘çiçekler içinde bir dünya’ sunma hayallerimizi onlardan devraldık, ama bugünün gerçekliğini daha gerçek kılmaya koşulduğu anlamda; çünkü gerçeğin devrimci olduğunu da yaşayarak öğreniyoruz ancak.
 
Yeni Bir Çağa Uvertür

Walter Benjamin, çocukluktan çıkışını büyüye olan inancının sarsıldığı döneme denk olduğunu söyler. Yalın gerçekle karşılaşma anıdır bu ve artık büyünün sunduğu olanaklar yasaktır. Fakat bu yasağı, sonraları büyü dışı araçlarla delmeye devam ettiğini anlatır. Ankara’nın son haftaları yeni bir çağa uvertür gibiydi. Bir şeyler aniden yalın gerçeklikmiş gibi binlerce insanın karşısına dikiliverdi. Sanki hiç karşısında duramazmışız gibi görünen TOMAlar, biber, portakal gazları, kaskları ve üniformalarıyla kıyıcılığını arttıran polisler, akrepler. Büyülü gecelerin barikatları, talcid, reni, deniz gözlükleri ve viks sürülmüş geniz yakan maskelerle yalın gerçeklik gibi görünen şey alt edildi. Ve olmazsa olmaz dayanışma çığlıkları, sloganlar tanıdık tanımadık birbirinin yolunu, arkasını kollayan yoldaşlar yeni bir çağın insani ilişkilerine olan özlemi dünyanın en güzel melodilerinden alınmış bir ritimle haykırıyordu sanki. Yeni ilişkilerin kurulacağı yeni dilin nüveleri, o büyük devrimcinin kitaplarından okuduğumuz halkın kendiliğinden yaratıcılığının içinden çıkmıştı bile. Direnişte adları asla silinmeyecek yoldaşlarımızı tanıdık. Ethem’i, Abdullah’ı, Mehmet’i.

Mücadele Bitmedi Daha Yeni Başlıyor! 

Ece Ayhan, “aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler” demişti yıllar önce. Şimdi daha cesurca kavrayabiliyorum dediklerini. Bir siyasal partinin yıllardır süren hükümdarlığının pervasızlığında, hukuksuzluğunda ve zulmünde bütün bir sistemin biriktirdiği öfke dışarı çıktı artık. Fakat bu düzenin savunucuları, uygulanmadığı zaman da kendini var eden o eski hukuka dönüşü isteyen ve buna dair gelecek ilk göz kırpmaya tav olacak liberal abiler, ablalar, muhafazakar beyfendiler hanımefendiler, aşk örgütlenmektir, bir insanı, bir kenti, bir yasayı ve bir ülkeyi nasıl örebileceğimizi öğrendikten sonra, artık yalanlara karnımız tok. Yalın gerçeklik diye sunduklarınıza da. Bizler artık korkmuyoruz, sizler de korkmayın! Yeniden kurulacak bir dünyayı ilmek ilmek örmek, uzun soluklu iş, ama artık daha mümkün. Barışa daha yakınız, kardeşçe direnen yüzbinler kardeşçe yaşamayı herkesten iyi öğrendiler; özgürlüğe daha yakınız, serbestlik dışında bir varlık alanın özgürlüğü yarattığını öğrendik; eşitliğe daha yakınız; tek başına kurtuluşun olmadığını öğrendik. On binlerin haykırdığı gibi, Mücadele bitmedi daha yeni başlıyor.

Direnişi Selamlayan Kitaplar (Doğuş SARPKAYA)

Gezi Parkı eylemleriyle birlikte birçok şeyi yeniden düşünme olanağı yakaladık. Bunlardan biri kurumsallaşmış vahşiliğin örnekleriyle yüz yüzeyken, insan yaratıcılığının inanılmaz yoğunlaşabileceğiydi. Polis saldırılarının en acımasız olduğu zamanda bile insanlar orantısız mizah, zekâ ve yaratıcılıkla, oldukça sıkı bir direniş söylemi yaratmayı başardı. Bu sürecin diğer kazanımı da başka bir dünyanın mümkün olduğuna insanların ikna olmasıydı. Polis müdahalesi kesildikten sonra Gezi Parkı içerisinde filizlenen alternatif yaşam pratiği, devlet elinin değmediği durumlarda paylaşım ve dayanışmayla insanların bir arada yaşayabileceğinin açık kanıtıydı. Gezi Parkı eylemleri aynı zamanda, Arap baharı ve daha birçok örnekte gözlemlediğimiz bir duruma canlı olarak tanık olmamızı sağladı: İnternet hem iletişim kurmada hem organize olmada hem de alternatif medya işlevi görmede kullanılan yeni bir mücadele aracı oldu.

Edebiyat kimi zaman bu tarz toplumsal hareketlerin nüvelerini önceden görebilecek ve betimleyebilecek bir güce sahip. Bazen yaşadığımız şeyin sanki önceden yazılmış olduğunu düşünüp şaşırdığımız olur. Sanki o insanlık durumu ya da toplumsal olay yazar tarafından öngörülmüş gibidir. Gezi Parkı direnişiyle birlikte aklıma düşen iki kitap, yakın zamanda başka bir mecrada* üzerine yazdığım José Edmundo Paz Soldán’ın Turing’in Hezeyanı ve José Saramago’nun Görmek romanları, az önce bahsettiğim şaşkınlığa sebep oldu. Paz Soldán yeni toplumsal hareketler ve internetin aktif kullanımının yarattığı direniş olanaklarını ele alırken, Saramago devletin bir yerden elini çekmesinin orayı daha güzel hale nasıl getirebileceğini anlatıyor bizlere.

Diktatörlüğe Karşı Siber Direniş

Turing’in Hezeyanı, darbe marifetiyle iktidara gelen hükümetlerin yarattığı terör ortamını ve neoliberal politikalar sonucu gün geçtikçe yoksullaşan, yaşam alanları sınırlandırılan insanların hikâyesini anlatıyor. Mekan Bolivya… Elektriğin özelleştirilmesi, elektrik faturalarının gün geçtikçe şişkinleşmesi ve elektriklerin sürekli kesilmesi üzerine halk sokaklara dökülür. Aslında bu sokağa dökülüş yıllardır sürdürülen neoliberal politikalara karşı ayaklanmadır. Darbe ile iktidara gelen Montenegro hükümetine karşı, muhalefet ve halk birleşir. Aynı zamanda bugün FRP adıyla bilinen sanal bir gerçeklik oyununun parodisi olarak romanda yer alan Playground üzerinden örgütlenen hackerlar hareketin bileşenlerindendir.

Romanın vurucu noktalarından biri yeni bir mücadele alanı olarak interneti önermesi. Hackerlık ya da bilgisayar korsanlığı aslında bir çeşit eşkıyalığın önünü açtı. Siber korsanlar, internet üzerinden yapılan ticaretin yolunu keserek ve ağ üzerinden hırsızlığı başlatan yeni bir eşkıyalığın yolunu bulmuştu. Eşkıyanın yol keseni olduğu gibi mücadele edeni de olduğunu bilen bizlerin, hacktivistleri yeni dönem sosyal eşkıyalar olarak anması doğaldı. Dünyanın birçok yerinde aktif olan kızıl hackerlar, bilgisayar sistemlerini kırarak, hem halkın bilgilenmesini sağlıyorlar hem de egemenlerin kırılmaz sandıkları sanal kalelerinde büyük yarıklar ve çatlaklar açıyorlar. Paz Soldán 2000’li yılların kendine özgü bu hareketliğini anlatarak, yeni binyılın gerçekliğine nüfus etmeye çalışmış.

Paz Soldán, 2000’li yılların yarattığı toplumcu ve politik dalgayı iyi özümseyerek yeni bir gerçekçilik ile anlatıyor hikayesini. Yeni iletişim kanallarından ve özellikle internetin sanal ortamından sokaklara akan, bunu yaparken kendi ülkesinin tarihi ile hesaplaşan bir roman var karşımızda. Aynı zamanda çocuk istismarı, işkenceler, eylemlerde öldürülen insanlar “görülebilir gerçekler” yöntemiyle anlatılarak okuyucunun sarsılması hedeflenmiş. Ama Paz Soldán’ın asıl marifeti gerçekliği doğrudan anlatma konusundaki cüretinden kaynaklanıyor. Bolivya’da yıllarca hüküm sürmüş darbe mirasçısı iktidarların, küreselleşen kapitalizmin çıkarları uğruna kendi halkını sömürmesini, ekonomik geri kalmışlığın egzotik anlatımı tehlikesini savuşturarak, doğrudan doğruya anlatmış Paz Soldán.

Devlet Şehri Terk Ederse

Saramago ise Körlük’ün devam kitabı da sayılabilecek Görmek romanında umutlu bir hava çiziyor. Bilinmeyen bir ülkenin başkentinde gerçekleşen seçimlerde mahşeri bir yağmurun sonunda bütün seçmenler saat dörtte sandıklara giderler. Seçim sonuçları açıklandığında seçmenlerin %70’inin boş oy kullandığı öğrenilir. Demokrasiye olan inancın sarsılması olarak değerlendirilen seçim bir hafta sonra tekrarlandığında sonuç daha vahim bir noktaya ulaşır: Boş oy oranı %83 çıkmıştır. Bunun bozguncular tarafından örgütlenen bir eylem olduğu varsayımı üzerinden olağanüstü hal ilan edilir ve boş oy kullanma cüretini gösteren şehir lanetlenerek, devlet tarafından kaderine terk edilir. Devlet iradesinin, ordunun, polisin şehri terk etmesiyle bir kargaşa ortamının oluşacağını ve en sonunda bu lanetli şehrin dize geleceğini öngören yöneticiler bir süre sonra yanıldıklarını anlarlar. Çünkü lanetli kent, devlet olmadan da kendi düzenini kurabilmiştir. Burjuvazinin seçim oyunuyla insanları yönetmesinin demokrasi olarak adlandırılmasının saçmalık olduğunu her fırsatta dillendiren Saramago, Görmek ile bakan köre dönüştürülmüş toplumun, görmeye başlamasıyla birlikte, başka bir yaşamı kurabileceğine dair inancı canlandırıyor. Belediye Başkanı’nın sekreterinin temennisi gerçekleşiyor kentte: “Rahat olabilmek için uyumak zorunda kalmamak ne iyi olurdu”.

Görmek, sadece burjuva demokrasisini tartışmakla bırakmamış işi. Kapitalist sistemin, iktidar kliklerine dair genel bir çözümlemeyi de önüne koymuş. Medya’dan orduya, büyük patronlardan hükümete bütün iktidar bileşenleri eleştirilmiş metinde. Olağanüstü halin anlamsızlığından, dezenformasyonun çirkinliğine, polisin görevinin suçlu yaratmak oluşundan, ordudaki tartışılmaz hiyerarşinin anlamsızlığına kadar birçok iktidar eylemi gözler önüne serilmiş. Üstüne üstlük bu kör göze parmak sokularak yapılmamış; ayrıntılı betimlemeler, yerinde diyaloglar, metnin içine işlenmiş imgeler ve metine karşı belirli bir mesafeyle gerçekleştirilmiş.

Bu Daha Başlangıç…

Hem Paz Soldán’ın hem de Saramago’nun romanları, yaklaşık bir aydır ülke topraklarında yeşeren direniş kültürünü önceden öngörebildikleri için yeniden okumamız gereken kitaplar. İki romanın ortak noktası ise ülkelerinde geçmişte iktidarda olan diktatörlükle hesaplaşma arzuları diyebiliriz. Türkiye’deki otoriter ve diktatörlüğü aratmayan uygulamalar karşısında kıvılcımlanan, Gezi Parkı direnişinin oluşturduğu yaratıcı enerjinin bizim sanat dünyamızı da yeniden hareketlendireceğini söylersek aşırı yoruma kaçmış olmayız. Duvar yazılarında, sosyal medyada ve eylemlerde orantısız zekânın yüzlerce örneğiyle karşılaştık bu süreçte. Ben bu hareketliliğin bundan sonrası için daha başlangıç olduğunu düşünme eğilimindeyim.

Saramago Körlük’te, “Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük…” der. Bu cümleyi ülkemize tercüme edersek; Gezi Parkı eylemleri öncesinde sesini çıkarmayan yüzbinler, kendi gündelik hayatlarının prangasına mahkûm şekilde, toplumsallaşan körlüğe teslim olmuşlardı. Bölümün devamında ise şu diyalogla karşılaşırız: “Biz şimdiden yarı yarıya ölüyüz dedi doktor, hayır, yarı yarıya canlıyız, diye karşılık verdi karısı”. Direnişi, yarattığı heyecan, umut ve coşku kadar bunun için de sahiplendik sanırım: Yarı yarıya ölü olduğumuzu vaaz edenlere, kendi körlüğümüzü sevdirmeye çalışanlara karşı sesimizi daha güçlü çıkarabildiğimiz ve yaşadığımızın farkına vardığımız için kucakladık direnişi.

TURİNG’İN HEZEYANI, José Edmundo Paz Soldán, Çev. Zeynep Öztekin, Ayrıntı Yayınları, 2012.

GÖRMEK, José Saramago, Çev. Aykut Derman, Can Yayınları, 2008.


* Büyüden Gerçeğe Dönüş, Redaksiyon Sayı:2. Turing’in Hezeyanı’nın değerlendirildiği bölümde bu yazıdan faydalandım.

İktidarın Nevrotik Rekabeti (Kansu YILDIRIM)

On bir yıllık tek başına iktidar süreci, pek çok ilki de beraberinde getirdi. Kamu mimarisini, sağlık ve eğitimi yeniden düzenleme, emek piyasasını ekonomik olduğu kadar ideolojik öğelerle disipline etme, vb. Ama en önemli ilklerden bir tanesi, özgüven ve karizmatiklik eşliğinde beliren AKP’nin siyasal dili oldu. AKP’nin temel dinamiklerinden birisi, proaktif dış siyasetin de önemli bir unsuru olan özgüvendir. Özgüvene dayalı iç ve dış siyaset AKP’yi besleyen ve büyüten öğe olmasının dışında, kitlelerin AKP’ye bakışını şekillendiren bir öğedir. 12 Eylül Referandumu sürecinde askeri vesayetle yahut devletin derinliklerindeki çetelerle mücadele edeceklerini duyurduklarında, bu özgüveni de işletmişlerdi: AKP’nin devlet aygıtlarını işletme kapasitesinin yanında önemli bir siyasal aktör olduğunu, bir nevi rüştlerini ispatlamaya koyulmuşlardı. Özgüvene dayalı siyaset, Başbakan Erdoğan’ın “karizmatik liderlik” özelliğiyle birleştiği ölçüde AKP’nin erişim alanlarının sınırlarını genişletiyordu.

Söylemsel Mücadele


Başlarda herkesi kucaklayan ve hâkim siyasetin çeperlerinde kalanların taleplerini seslendirir görünen siyasetin dili “mağduriyet” dönemini, üçüncü kez iktidara gelişlerinden sonra “ileri demokrasi”ye bıraktı. Hukuki mekanizmaların tüm kritik noktalarını AKP’nin komutasına veren Referandum ile birlikte Andreas Kalyvas’ın deyimiyle “hukuki otoriteryan” bir evre başladı ve bu evre “ileri demokrasi” ile maskelendi. Sadece bu dönemde yüzlerce gazeteci, avukat, öğrenci ve muhalif düşüncelere sahip kişiler tutuklandı, binlercesi gözaltına alındı, haklarında soruşturma açıldı. Bu gidişatı özgüven ekseninde kodlayan AKP kurmayları ve özellikle Erdoğan’ın danışmanları, siyasal dilin tonunu daha da sertleştirdi. Basit bir kronoloji yaparsak, Erdoğan 2010 yılından itibaren değişik konularda 12 defa çeşitli özel ve tüzel kişileri “vatana ihanet”le suçladı. Roboski sonrasında başta BDP’nin ve solun tutumunu “nekrofili/ölü sevicilik” olarak değerlendirdi. Alkol yasağı düzenlemesi için geçmiş siyasi figürlere “ayyaş”, alkol alanlar için “kafası kıyak” dedi. Gezi Parkı eylemlikleri için “çapulcu” ve “alçak”, Gezi Parkı mekânı için “sidik kokuyor” dedi. Erdoğan siyasal hasımlarını pejoratif içerikli sıfatlarla tanımlayarak, kendi tabanına hedef göstermenin yanında, kamuoyu önünde itibarsızlaştırmaya çalıştı. Dikkat edildiğinde her sıfatlandırma, belli ölçüde hükümete getirilen eleştirinin altında yatan nedenler kümesini de gizlemeye yönelikti. Erdoğan’ın Gezi sürecinde ısrarlı bir şekilde ağaç dikimi üzerinden siyasal muhalefeti karşılaması buna örnek gösterilebilir. Ancak uzun zamandır yürütülen “hardcore” siyasal dilin yöntemsel bir karşılığı bulunmaktadır.

Fredric Jameson, siyaset arenasında tanık olunan ideolojik söylemlerin karşılaşmasından farklı olarak yeni bir yöntemin revaç kazandığından bahseder. “Söylemsel mücadele” olarak tanımlanan bu yöntem, siyasal cenahların olgun bir tavır takınarak ve siyasal etik çerçevesinde rakiplerinin savlarının/suçlamalarının çürütülmesinden farklıdır. Burada Erdoğan’ın Gezi protestocularını “çapulcu”, “alçak” olarak tanımlamasındaki gibi incelikli bir ideolojik mücadeleye girmeden tüm muhalefeti küçük düşürmeye dönük söylemler geliştirmesi esastır. Söylemsel mücadeleyi bu şekilde hâkim burjuva siyaseti içinde yürütmek aslında yeni değildir. Hatırlayacak olursak Türkiye’de ve dünyada soğuk savaş döneminin kontr- siyasal dili komünizmle “eşlerini paylaşıyorlar”, “allahsızlar”, “servet düşmanları”, vb. şekillerde “mücadele” etmiştir. Bugünün siyasetin yeni olan, demokrasi söylemi eşliğinde “mücadele” edilen bu dilin, çaresizlik sonucunda yeniden diriltilmesidir.

Nevrotik rekabet

Yaklaşık kırk yıl öncesinin dilinin geri çağrılmasında söylemsel mücadeleye paralel gelişen ve temelini teşkil eden siyaseten nevrotik rekabet durumu bulunmaktadır. Karen Horney’e göre “nevrotik rekabet”, kıyaslama, eşsiz olma, düşmanlık hissiyatı şeklinde başlıca üç özelliğe sahiptir.

Kıyaslama, hiç gerekli olmasa bile veya farklı kulvarlarda yer alsa dahi sürekli mukayese etme/edilme düşüncesini şart koşar. Erdoğan’ın Taksimde toplanan kitleyi işaret ederek “bir milyon kişi toplarım” ya da “birkaç çapulcu” çıkışları kendi tabanları ile muhalefeti doğrudan kıyasladıklarının emaresidir. Buna bağlı olarak mukayese sonucunda ya üstüne gelinecektir ya da diğer rakiplerinden ayrıksı olunarak eşsiz olma hali sağlanmalıdır. Erdoğan’ın Kazlıçeşme’deki mitinginde “Böyle bir başbakanı dünya görmemiştir” sözünün arkasında, geçmiş icraatları ile Gezi sürecinde aldıkları kararına duyduğu özgüvenin izleri bulunmaktadır. Üçüncü ve son özellik düşmanlık duygusudur. Burada rekabetin içerdiği hırs ve bireycilik anlayışı açığa çıkar. Burjuva kültüründen de beslenen bu safhada, rakibin sadece rakip kategorisinde yer alması bile öfkenin yıkıcılığa dönüşmesine yol açar. Erdoğan’ın Gezi eyleminin sonlandırılmaması üzerine Ankara’da yaptığı “Eylemi bitirin yoksa anladığınız dilden konuşuruz” açıklaması, devletin baskı aygıtlarını göreve çağırmasına ilaveten, uluslararası siyasal ve ekonomik arenada siyasal iktidarın dokunulmazlığını kıran eylemlere/eylemcilere duyduğu öfkenin cisimleşmesidir. Bu öfke, polis kurşunuyla öldüğü ispatlanan Ethem Sarısülük’ün arkasından polis için “Kalkıp da kurşun attı mı, silah kullandı mı? Yok. Şiddet uygulayan teröristler, isyancılardır.” açıklamasını başbakana yaptırabilmektedir.

Bir parantez açarsak -nevrotik rekabet bağlamında- Erdoğan’ın “meslek olarak siyasetin” haricinde süreci kişiselleştirdiği, Taksim Dayanışması ile yaptığı toplantıda ortaya çıkmıştır. Dayanışmadan gelen “Keşke polis şiddetinden dolayı özür dileseydiniz” ricasını “Bunlar konutumun önünden geçerken hep bir ağızdan ölen anneme küfür edip duvarlara yazdılar.” yanıtıyla karşılamıştır. Bu açıklama hükümetin tutumunda yapısal ve öznel tarafların olduğunun bir göstergesidir. Ne var ki figürlere endeksli öznel faktörlerin artışı, AKP’nin tabanına ulaşırken kullandığı dilin pürüzleşmesini kaçınılmazlaştırmıştır. Örneğin Taksim’de eylemlere destek veren pek çok türbanlı kadın, Erdoğan’ın Gezi sürecini türban aracılığıyla maniple etmesine karşı itirazlarını dillendirmiştir. Ya da AKP’ye oy verdiğini söyleyen pek çok kişi, polisin kullandığı aşırı güç/gaz kullanımı sonucunda üç kişinin yaşamını yitirmesi, onlar kişinin ağır yaralanması ve kör olması nedeniyle hükümeti eleştirmektedir.

Kaçınılmaz son

AKP’nin yörüngesinde dönen üstyapı memurlarının bile rızasında çatırdamalara yol açan, diplomatik düzeyde atışmalara kapı aralayan Gezi Parkı eylemlikleri, AKP’nin siyasal meşruiyet krizine girdiğini gözler önüne sermektedir. Bu nedenle AKP’ye ve başbakana “sağduyu”, “uzlaşı”, “tolerans” çağrısı yapan hegemonik entelijansiyanın sözleri bile AKP bünyesinde rahatsızlıkla karşılanmaktadır. Dış kabuğunun kolluk gücü şiddeti, çekirdeğinin söylemsel mücadele ve nevrotik rekabetle tesis edildiği özgüvene dayalı siyasetin kırılması artık başlamıştır.

ÇAĞIMIZIN NEVROTİK KİŞİLİĞİ, Karen Horney, Çev. Selma Koçak, Doruk Yayınları, 2007.

Toplumsal Hareket Algımız ve Gezi Direnişi (Yavuz YILDIRIM)

Toplumsal hareketler, Türkiye’de çok fazla önemsenmeyen ve her zaman kurumsal muhalefetin arkasında kalmış bir alan. Partinin ya da sendikanın öncülüğünde yürütülecek muhalefetin daha etkili olacağına olan inanç ya da bunun tarihsel birikimi ile hareketler, sadece kurumsal olana destek vermekle yükümlü bir alt-alan olarak görüldü. Sadece toplumsal mücadele tarihimizde değil akademik çalışmalarda da bu alanı çok önemsediğimiz söylenemez. Bu konuda, 1968’i Avrupa ve Amerika’dan farklı yaşamış olmamızın etkisi var tabii. Onunla birlikte, bugün hala izlerini gördüğümüz devlet kültü, güvenlikçi bakış açısı, dış mihrak paranoyası, en iyisini biz bilirizci lider sultası da etkili. Böyle olunca, lidersiz, yatay ilişkilere dayanan, özgürlüğü temel alan, anti-otoriter kalkışmalara çok aşina değiliz; bu tip durumların nasıl analiz edileceğini de pek bilmiyoruz. Gezi Parkı direnişi, bu durumun somut göstergesi oldu. Gezi Parkı deneyimi, tabii ki otoriterliğin 21. Yüzyılda olabilecek her türlü kanalını kullanan iktidar için çok sarsıcıydı; ancak aynı şekilde eski sol alışkanlıklarımızın ve bildi muhalefet tarzını ötesine geçmek için Türkiye solu adına da öğretici oldu. Türkiye solu, hareketi ve örgütsüz bir muhalefeti daha fazla önemsemesi gerektiği gördü.

Bu tarz bir muhalif anlayış 2000’li yılların başından beri küresel çapta yükselen bir dalga. Küreselleşme-karşıtlığı bu mücadelenin genel adı; yerel sorunlarla küresel dönüşüm arasındaki bağlantının kurulması temel düşünce. Toplumsal hareketin bu yöndeki değişimini inceleyen genç bir akademisyen olarak, teorik alanla Türkiye’deki pratiği eşleştirebilmek oldukça güçtü. Seattle-Prag-Genova buluşmalarından bu yana gelişen ve Sosyal Forum’larla ilk 10 yılı içinde yeni bir biçim alan bu gidişatı, “Sosyal Forum’dan Öfkeliler’e” başlıklı kitapta incelemeye çalıştım. Esasen doktora tezime dayanan bu çalışmada, küçük çapta değiştirerek 2011 sonrası gelişmeleri ve Türkiye’de neden yankı bulamadığını kısaca ele aldım. Arap İsyanları ile yeni bir değişim sürecine giren, Avrupa ve ABD’de Öfkeliler ve İşgal Et hareketleri ile büyüyen toplumsal hareketlerin yükselişi, birkaç yıl gecikmeyle daha yeni yeni Türkiye’de hissediliyor. Böylece Türkiye’de dar bir alana sıkışan siyasal ilişkilerin ve özellikle muhalefetin yeni bir bakış açısı geliştirmesinin imkanları artıyor. Çünkü uluslar arası örneklerde olduğu gibi, hareketler sadece iktidarları değil onu yeteri kadar eleştiremeyen muhalefeti de hedef alıyor.

Gezi Parkı direnişi yeni nesil toplumsal mücadelenin birebir bir örneğiydi. Gezi Parkı’nın gösterdiği gibi, artık yerel meseleleri küresel olandan bağımsız düşünmek mümkün değil. Çünkü, daha fazla demokrasi, bireylerin kendi sözlerini söyleme arzusu, küresel çapta yükselen arayışlar. Toplumsal hareketle de bu arayışların somut yansımaları. Sıradan vatandaşın, örgütsüz kişilerin, aktivist kimliğinde olmayan gençlerin başını çektiği, çoğu zaman ne istediğini ortak bir noktada buluşturamayan ama ne istemediğini bilen bu kitleler öncelikli olan siyasal iktidarın değişiminden önce yaşam tarzı ve gündelik hayattır. Yaşamsal olanın önemi, siyasal olanın önündedir ve bu ilişki içinde yaşamsal olan siyasallaşır. Bunu biyoiktidar ve karşısında kurulan biyopolitik kavramları üzerinden Hardt ve Negri son 10 yılda ortaya koydukları üçleme ile (ve buna ek olarak yazılan Duyuru metniyle) ortaya koymuşlardı. Bu mücadele alanı, iktidarların kontrol etmeye çalıştığı her noktadan yeniden türetilebilir ve geliştirilebilir. Bu açıdan gündelik hayat pratikleri önem kazanıyor. Asaf Bayat’ın “hareket-olmayan toplumsal hareket” diye kavramsallaştırdığı ve bize de benzer Ortadoğu toplumlarının harekete geçiş tarzını ele aldığı bakış açısı da bu noktada önemli. Bayat, bu süreçlerde, pasif ağların aktif ağa dönüştüğünü söyleyerek, hareketlerin aslında olmayan değil de yok gibi görünen gizil güçlerin açığa çıkması olduğunu söylüyor Sokak Siyaseti kitabında. Gündelik ilişkilerin geliştirdiği bu gizil güçlerin, kentin açık alanlarında yeniden üretilerek siyasal bir biçime dönüştüğünü görüyoruz. David Harvey de kent ve muhalefet ilişkisinin bilirkişilerinden olarak, Türkçe’ye yeni çevrilen Asi Şehirler kitabı ile bugünü anlamayı kolaylaştırıyor.

Bu teorilerin Gezi Parkı direnişinde yansıma bulduğunu söyleyebiliriz. Küresel çaptaki analizler ve değişimler, tarihsel ve sosyal birikimleriyle bizi de kuşatıyor. Örneğin, 1968’in o dönemin gençliğini ve savaş görmemiş neslini harekete geçirmesi gibi, 2000’lerin hareketleri ve doğal olarak Gezi Parkı direnişi de gençliğini 1980 sonrası doğumluları ve en çok da bugünün üniversite gençliği olan 1990’larda doğanları sokağa döktü. 1968’in geçmişten kopmaya çalışıp yeni bir arayış içerisine giren ve bunu da daha çok Marx’ın ilk dönem eserlerindeki yabancılaşma kavramından türeten gençlere göre bu dönemde onları teorik olarak besleyecek kaynakları işaret etmek zor. “Kahrolsun bağzı şeyler” sloganı da bunu özetliyor. Gündelik hayatında, çevresinde bazen doğrudan bazen dolaylı deneyimlediği pek çok ufak tefek şey bu yeni nesili sokağa döken nedenleri oluşturuyor. Bu açıdan, bütünle değil parçayla ilgilendikleri için postmodern dönemin özelliklerini taşıyorlar. Politik olup olmadıkları konusunda kararsızlar; aslında bunu pek de umursamıyorlar. Siyasetle aralarına “ironik bir mesafe” koyduklarını söylemek mümkün. Mustafa Kemal’in yerine “Mustafa Keser’in askerleri” olmak onlar için daha cezbedici; çareyi Sarıgül’de değil Drogba’da aramak da öyle!

Bu ironi, eski solun da kolaylıkla benimseyebileceği bir nokta değil. O yüzden Gezi Parkı ile Taksim alanı arasında bir ayrım çizmek hem bizim için hem de 11 Haziran’daki polis müdahalesinde kolay oldu. “Gezi’ye müdahale etmeyeceğiz”, derken parktakilere “siz ideolojik değilsiniz ve olmayın” demek istedi siyasal iktidarın sözcüsü Vali; bunda kısmen başarılı oldu. Yeni dönemin ötekileştirme ya da şeytanileştirme kavramlarından “ideolojik” ve “marjinal”, bu eylemde yine en çok duyduğumuz kelimelerdi. (15 gün içerisinde, eski dost “dış mihrak” da devreye girdi!) Siyasal kimliği henüz oluşmamış bir hareket için bu ayrımlara kulak kabartmak zor olmadı. Eski alışkanlıkların bu “korku”yu destekleyip yeni neslin hareketine ters düştüğünü de söylemek yanlış olmaz.

1968’ten 2000’lere yaşanan değişim, siyasal olanın sadece kurumsal ilişkilerde değil toplumsal hareketlerde ifadesini bulan gündelik ilişkilerde ve somut konularda yattığını gösteriyor. Öne çıkan katılım, sivil toplum kavramları daha radikal şekilde ele alınırken kapitalizmle birlikte demokrasi de sorgulanıyor. Türkiyeli hareketlerin de bu değişimi yerel düzeyde uygulamak konusunda farklı deneyimlerden öğrenme konusunda hevesli olması gerekli.

SOSYAL FORUM’DAN ÖFKELİLER’E, Yavuz Yıldırım, İletişim Yayınları, 2013.

Direnişi Fotoğraflardan Okumak (Zerrin YILMAZ)

Bir fotoğraf; uzun bir yazıdan, bir filmden, saatlerce süren bir konuşmadan daha fazla şey anlatır bazen. Gerçek olanın kanıtıdır fotoğraf, bu yüzden de nesneldir. Bir yanıyla da ona bakan göz, onu algılayan zihin, onu hisseden kalbin biricikliği oranında öznel bir yanı da vardır.

Türkiye’nin her bir meydanından yükselen fotoğraf kareleri görüyoruz bir süredir. Gezi Parkı’ndan başlayıp, Ankara’ya, İzmir’e, Eskişehir’e, Adana’ya, Hatay’a ve daha birçok şehre dalga dalga yayılan bir çığlığın fotoğrafına bakıyoruz. Yalnızca bakmıyoruz aynı zamanda görüyoruz ve okuyoruz bu fotoğrafları. Yaşanan toplumsal kenetlenme, ortak akıl ve duygu bütünlüğü aynı zamanda her bireyin öznel tepkisini, acısını ve umudunu barındırıyor içinde.

Bazı kitaplarla, bazı müziklerle, bazı insanlarla tanışmanın bir zamanı var diye düşünmüşümdür her zaman. Gezi Parkı direnişi başlamadan hemen önce bir kitap okudum: Camera Lucıda-Fotoğraf Üzerine Düşünceler-. Roland Barthes bu eserinde fotoğrafın ne olduğu sorusuyla yola çıkıyordu. Teknik tanımlamanın dışında fotoğraf nedir, ne anlatır? Yarattığı etki bakımından sinemadan da, edebiyattan da, resimden de farklıdır fotoğraf. Geçmişte pek çok toplumsal olaya kanıt olmuş fotoğraflardan, en bireysel yaşam kıvrımlarını yorumladığı aile fotoğraflarına uzanarak fotoğraf üzerine düşünüyor. Sayfalar arasında ilerlerken adeta yazarla birlikte yol alıyorsunuz. Fotoğraf ve ölüm / fotoğraf ve yaşam karşıtlığını varoluşsal bir zemin üzerinde tartışıyor : “O, bu anda vardı ama artık yok” Camera Lucıda tamamlandıktan kısa bir süre sonra Barthes bir trafik kazasında yaşamını yitiriyor. Kitabı bitirdikten sonra, boşlukta uçuşan ama mutlaka bir yeri var dediğim düşüncelerle baş başayken, kırmızılı bir kadın fotoğrafına uyandım bir sabah. İşte bu !

Kırmızılı Kadın

Sonra devamı geldi. Gezi parkı direnişiyle ilgili yazılar, konuşmalar, çizimler… Ama en çok fotoğraflardan okuduk olup biteni. Burada Barthes’dan ve Camera Lucıda’dan daha detaylı bahsetmektense, bugün görmekte olduğumuz fotoğraflar üzerine düşünürken, anlamlandırmamızı destekleyecek çözümlemesinden bahsedeceğim yalnızca. “Fotoğraf, görmemize izin verdiği şeyi söyleyemez” diyor. Kırmızı elbiseli kadın fotoğrafı, direnişin simgesi haline geldi. Çünkü ön yargısız bakan her göz muhtemelen aynı şeyi gördü o fotoğrafta: Cesareti, adaletsizliği, “artık yeter” i, anlam verememeyi, şaşkınlığı, şiddeti, acımasızlığı… Barthes bu etkiyi, Latince “kendini verme” anlamına gelen studium kelimesiyle tanımlıyor. Studium alanında bilinç, akıl yürütme, yorumlama daha belirgin oluyor. Çünkü bir fotoğrafa bakarken gördüklerimizde, bilgi ve kültür alanı, eğitim, toplumsal ve siyasal duruş gibi özelliklerimiz düşüncelerimizi belirliyor. Ortalama bir ilgiyle fotoğraftan etkileniyoruz. Neden etkilendiğimizi de açıklayabiliyoruz. Bazı fotoğraflardan ise bir ok çıkıyor ve sizi delip geçiyor. Kara kara düşündürüp, alt üst ediyor. Bu etkiyi ise, punctum (Latince delip geçme anlamına geliyor) kelimesiyle tanımlıyor Barthes. Studium etkilerken Punctum delip geçiyor, yaralıyor sizi. Örneğin kırmızılı kadın fotoğrafında bende punctum etkisi yaratan, kadının savrulan saçları ve kadraja biraz daha yakın duran diğer kadınının yüz ifadesiydi. Neden böyle olduğunu, nasıl olduğunu, nasıl bir his uyandırdığını tarif edemiyorum. Fotoğraf yaşanmış bir anın kanıtı olarak orada duruyor, o an donuyor ve kalıyor. Ancak hikayesi devam ediyor. Buraya nasıl gelmişti, o anda ne hissetti, sonrasında ne oldu, kendisine bakan gözlerde ne gördü? Gibi pek çok soruyu sorduran o yıkıcı etkiyi hissediyorum ama tarif edemiyorum. Dil bazen aciz kalıyor.

Küçük Yalnızlık Darbeleri

Fotoğraf üzerine belki de en çok düşünmemiz gereken günlere tanıklık ediyoruz. Sözlerin, yazıların, konuşmaların içeriğini irdelemekten daha çok etkiliyor bir fotoğrafta gördüklerimiz. Çünkü birden bire çarpılıyoruz baktığımız her karede. Birden bire kavrıyoruz. Meydanlarda bakışlarımızı çevirdiğimiz her köşede bir fotoğraf karesi donuyor. 31 Mayıs gecesi İstiklal Caddesinde her zamanki rutin işlerini yapan belediye işçilerinin fotoğrafını çektim. Orada olup bitenden sıyrılmış, bir yandan sohbet edip bir yandan da yerleri süpürüyorlardı. O an dondu zihnimde. Gördüğüm daha pek çok an gibi. Bir fotoğrafa bakarken onun hikâyesini de düşünüyoruz çünkü. Başında ve sonunda ne olduğunu düşünerek, bilerek. En acısı da bu belki : “Şu an burada oturup kitap okuyan genç, bu fotoğraf çekildikten iki gün sonra öldürüldü.”

Barthes, Camere Lucıda’ya şöyle başlıyor (ve bu başlangıç beni çarpıyor “punctum”) “ Uzun zaman önce bir gün, Napolyon’un küçük kardeşi Jerome’nun 1852’de çekilmiş bir fotoğrafı geçmişti elime. Ve bugüne dek hiç dindiremediğim bir şaşkınlıkla şunu fark etmiştim o zaman: Ben şu an, imparatora bakan gözlere bakıyorum.” Barthes’ın şaşkınlığını anlayan olmamış o zaman. “Yaşam bu küçük yalnızlık darbelerinden oluşur” diyor. İşte biz de bugünlerde zulme bakan gözlere bakıyoruz. Bakılan fotoğraf şekil olmaktan çıkıyor, bakan öznenin algısı derecesince öznelleşiyor. Yaşananların gerçekliği, tarihe, ama en önemlisi zihinlere kazınıyor ve orada kalıyor: “Bir dergiden kesip uzun zaman sakladığım, - ancak aşırı özenle saklanan her şey gibi sonunda kaybolan- bir köle pazarını gösteren fotoğrafı anımsıyorum: şapkalı köle tüccarı ayakta duruyor; peştamal giymiş köleler oturuyorlar. Tekrarlıyorum: bir gravür değil, bir fotoğraf bu; o zaman bir çocuk olan benim dehşet ve hayranlığım şuradan geliyordu: böyle bir şeyin varolduğu kesindi: bu bir yaklaşıklık sorunu değil, bir gerçeklik sorunuydu: artık tarihçi aracı değildi; kölelik, aracı olmadan verilmiş; gerçek, yöntemsiz olarak kurulmuştu.”

CAMERA LUCIDA, Roland Barthes, Çev. Reha Akçakaya, Altıkırkbeş Yayınları, 2011.

Minör edebiyatın ustası: Bilge Karasu (Cansu KARAGÜL)

Bazı yazarlar vardır ki, onları okuyabilmek, onların dünyasına girebilmek, dilinden anlayabilmek, okurken yazdıklarında kendini kaybedebilmek, kısacası o yazarın okuru olabilmek için belli bir birikim ve hatta daha da ötesinde özel bir “eğitim” gerekir. Bu dikenli yolda o yazarlar ve eserleri hakkında tezler yazılır, sempozyumlar, atölyeler düzenlenir, kitaplar derlenir. Bilge Karasu’yu Okumak bunun örneklerinden yalnızca biridir.

Yazın dünyasında 1963 yılından beri Karasu’nun neredeyse bütün eserlerini yayınlayarak yazarın ismiyle bütünleşen Metis Yayınları, 2010 yılından beri “Bilge Karasu Edebiyat İncelemeleri Dizisi” adı altında farklı disiplinlerdeki edebiyat çalışmalarına katkı sunuyor. Geçtiğimiz mayıs ayında ise, yazarın şair ve eleştirmen dostu Halûk Aker ile mektuplaşmalarından oluşan “Halûk’a Mektuplar” ve sempozyum sunuşlarından derlenen “Bilge Karasu’yu Okumak”ı yayınlayarak Karasu patikasını okuyucusu için daha da genişletiyor.

2010 yılında Bilkent Üniversitesi’nde düzenlenen “Altı Ay Bir Güz – Bilge Karasu” ve 2011 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki “Bilge Karasu’yu Okumak” sempozyumlarından yirmi bir farklı sunum metninin Doğan Yaşat tarafından hazırlanmasıyla kitaplaşan Bilge Karasu’yu Okumak, Karasu’yla derdi olan okurların bir ürünü aslında. Müzik, sinema, fotoğraf ve edebiyat gibi farklı sanat türlerinin uzmanı olan pek çok isim yazarın öykü ve romanlarına farklı bir perspektif sağlıyor. Yazdığı Sunuş yazısında kitapla ilgili olarak “Bilge Karasu okurlarının, okuma uğraşlarının ürünüdür.” diyen Doğan Yaşat, bu yolla tüm Bilge Karasu okurunu kendi okuma uğraşına ortak ediyor.

Bilge Karasu, çağdaş Türk edebiyatımızda dili yetkin bir şekilde kullanan, kendine has bir edebi duruşu ve üslubu olan konumlandırılması zor yazarlardan biridir. Her denemesinde bir zanaatkar edasıyla yazıyı eğip bükerek biçimlendiren, müzik, sinema, fotoğraf ve resim gibi plastik sanatlarla iç içe geçmiş bir dilin bütün estetik olanaklarını sonuna kadar zorlayan, yanı sıra, o dilin bütük kurallarını bozup hiç yılmadan yeniden ve yeniden inşa eden Karasu, roman ve öykülerindeki çok katmanlı ve imgesel ögeler ile okuyucusunda kaybolmuşluk duygusuna ve tekinsizliğe yol açar. Bu nedenle O’nu okuyabilmek, “Bilge Karasu okuru” adında özel bir sıfatlandırmayı gerektirir. Bu simgesel ayrımı Bilge Karasu’yu Okumak’taki tüm metinlerde hissetmek mümkündür. Bu anlamda yazarın minör edebiyat türündeki yetkinliği kitap boyunca tüm metinlerde kendini en çok hissettiren noktalardan biridir.

Karasu yazınının farklı yönlerinin tartışıldığı kitapta bahsedilen, “yazı-yazar-metin-okur” kavramları etrafında yazarın anlatı biçimindeki kanonları yıkan avangard tutum, Borges, Kafka ve Calvino gibi yazarlarla arasındaki yakındaşlık, gerçek ve gerçeklikle kurduğu ilişki, arı bir Türkçe peşindeki serüvenci ruhu, metinlerinin çeviribilim bağlamındaki özel konumu, hepsi de onun yeni bir dil arayışındaki yılmaz uğraşına işarettir. Bu bağlamda, en çok yad edilen eserleri de tahmin edilebileceği gibi Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, Göçmüş Kediler Bahçesi ve Gece’dir.

Bilge Karasu’yu Okumak, okuru, “Karasu okuru” olanlar ve “olmayanlar” şeklinde bir ayrıma tabi tuttuğu ölçüde seçkinci ve dışlayıcı bir tavra sahip bir çalışma olmasına rağmen, yazar üzerine gerek akademik, gerekse gündelik bir okuma yapmak isteyenler için farklı disiplinler ile edebiyat kuramlarını kesiştiren önemli bir düşünsel kaynaktır.

Bilge Karasu'yu Okumak, Doğan Yaşat, Metis Yayınları

Joyce ve Atay: Modernliğin Destanı (Meltem GÜRLE)


Tutunamayanlar, tamamen kendine has ve hiç bir şüpheye meydan bırakmayacak kadar Türkiyeli bir romandır. Ancak, daha geniş bir perspektiften bakmak istersek, Oğuz Atay’ın romanını James Joyce’un Ulysses’ine bir cevap olarak da okuyabiliriz.

Aslına bakarsanız, her iki roman da çok zengin çağrışımlara ve birbirinden çok farklı okumalara açık metinlerdir. Onun için Ulysses gibi Tutunamayanlar’ı da, farklı seslere ve üsluplara açık olduğu için postmodern bir metin, karaktere odaklandığı ve onun bilincini okuyucuya açmayı ön planda tuttuğu için modernist anlayışla yazılmış bir roman, ya da dünyayı eksiksiz bir bütün olarak algılama ve ifade etme arzusunu taşıdığı için bir “modern epik” olarak değerlendirmek mümkündür.

Ben bu sonuncusunu tercih ediyorum. Çünkü bu okumanın, iki metin arasındaki benzerlikleri en kapsamlı haliyle ortaya koymaya yaradığı gibi, onları birbirinden ayıran en temel özelliği de açık bir şekilde görmemizi sağladığını düşünüyorum.

“Modern epik” tabiri İtalyan edebiyat kuramcısı Franco Moretti’ye ait. Bu tanımla Moretti, dünya metinleri dediği bir grup yapıttan bahsediyor. Aralarında Faust, Moby Dick, Niteliksiz Adam, Ulysses gibi büyük eserlerin bulunduğu bu metinler, Moretti’nin deyimiyle “fosillerde geleceği yaratmak” gibi önemli bir görevi üstlenmişlerdir. Bu yapıtların her biri, yazıldığı çağın ruhunu yansıtmış ve edebiyatta yeni bir dönemecin, evrimsel bir dönüşümün ya da bir sıçramanın habercisi olmuştur. Ancak bir yandan da, hepsi toplumun kendi kültürünün “hakiki bir ansiklopedisi” “temel bilgisinin deposu”dur. Onun için, Moretti’ye göre, bir toplumun bağlı olduğu kültürün özü, modern epikler üzerinden taşınır ve aktarılır. Yeninin geçmişin üzerinden yaratılması, “tıpkı bir yapbozdaki gibi: eski malzemeye, yeni muamele,” diye tanımlar bunu Moretti.

Ulysses gibi Tutunamayanlar da, belli bir zamanın ruhunu yansıttığı için elbette bir dönem romanı sayılır. Joyce, romanını yazarken yüzyılın başında İrlandalı olmanın ne anlama geldiğini hep aklında tutmuştur. Bu açıdan bakarsanız, Atay da 1970’lerde “Türklüğün Ruhu”nu anlatmaya soyunmuştur. Ancak bu iki roman, ilk bakışta böyle bir ulusal bir meseleyi merkeze alıyor gibi görünseler de, bundan çok daha eski çok daha derin bir tema üzerine kuruludurlar. Başka bir deyişle, bu iki romanın (hatta bu romanları yazmış olmaları nedeniyle bu iki yazarın) kardeşliğini teyit eden şey, sadece toplumsal ve siyasi hayata yaptıkları göndermeler değil, bir dönemin ruhunu ait oldukları kültürün esasını belirleyen birer arkaik hikaye üzerinden aktarıyor olmalarıdır.

Tutunamayanlar da Ulysses gibi, geçmişle diyalog halindedir. Aslına bakarsanız, iki kitap arasında ilk göze çarpan benzerlik belki de şudur: Atay’ın anlatısı da Joyce’unki gibi, ölülerle konuşmak üzerine kuruludur. Her iki yazar da, kahramanını bir ölünün peşinde yolculuğa çıkarır: Ulysses’de Bloom, oğlu Rudy’nin ölümünün üstesinden gelememiştir. Tutunamayanlar’da ise, hikaye Selim’in intiharıyla açılır ve Turgut’un onun ölümüne anlam vermeye çalışması ile devam eder. Joyce ve Atay da, bu iki romanda, kendi yarattıkları karakterler gibi, geçmişle hiç bitmeyen bir diyalog içindedirler: Onlar da kendilerinden önceki edebi geleneğin temsilcileri ile konuşur, onlarla hesaplaşırlar.

Ulysses, adının da işaret ettiği gibi, Odissea’dan beslenir. Homer’in destanı, kahramanlık hikayeleri ile örülü bir eve dönüş yolculuğudur. Tutunamayanlar ise, Mezopotamya’nın topraklarını binlerce yıldır belirlemiş olan bir yas ve ağıt geleneğinin parçası olduğu gibi, bir yandan da sarsıcı bir “tutunamama” hikayesi anlatır. Bu açıdan, varoluşsal bir arayışı konu alan ve kaçınılmaz bir yenilgi ile sonuçlanan Gılgamış Destanı’nı andırır.

Ulysses’de, Bloom’un yolculuğu, Homer’in destanında olduğu gibi, bir eve dönüşle biter. Leopold Bloom, gün boyunca ayrı kaldığı evine, hatta karısının yatağına, geri döner. Romanın son iki bölümü, Ithaca ve Penelope, bu açıdan bakıldığında çok anlamlıdır aslında. Soru-cevap şeklinde düzenlenmiş olan Ithaca (aslında bir kateşizm, yani Hristiyanlıkta dini kural ve uygulamaların öğrenildiği bir ders havasında yazılmıştır), ağırlıklı olarak evdeki bütün eşya ve mobilyaların uzun listeler halinde sunulduğu bir kataloglardan oluşur. Bir orta sınıf zevkler tapınağı olan Bloomların evi, böylece neredeyse dini bir ritüelle karşımızda açılır.

Romanı okuyanlar, benzer bir bölümün Tutunamayanlar’da da karşımıza çıktığını hatırlayacaklardır. Ancak bu bölüm, romanın sonuna değil başına yerleştirilmiştir. Tutunamayanlar’ın ilk bölümünde, Turgut’u kendi orta sınıf evinin mabedinde görürüz. Tek bir farkla: Turgut bu evden, pembe puflardan, yaprak şeklindeki sigara tablalarından, müzik kutusu şeklindeki sigaralıklardan, sıkış tıkış yerleştirilmiş mobilyalardan boğulmaktadır. Onun meselesi başkadır. Turgut’un hayatı, arkadaşının kaybıyla sekteye uğramıştır. Selim’in ölümüyle darbe almış bu hayatın içinden çıkmaya çalışmaktadır.

Ulysses’de son bölüm, Bloom’un karısı Molly’ye ve onun bir nehir gibi akıp giden bilincine ayrılmıştır. Joyce’un son sözü ona bırakması ilginçtir. Bir anda Bloom’u dünyayı tasnif edip aşmak isteyen zihninden Molly’nin onu olduğu gibi kabul eden bilincine geçeriz ve hikayeyi bambaşka bir ağızdan dinleriz. Bu son iki bölümle Bloom, gün içindeki serüvenini tamamlayıp orta sınıf hayatının konforuna ve karısının koynuna geri döner. Başını Molly’nin göğsüne (hatta romanın sonsuz ironisi içinde mabadına) dayayıp uykuya dalar.

Turgut içinse bunları söylemek mümkün değildir. Onunki tümüyle bir kopuştur. Medeniyetten, toplumdan, orta sınıf hayatından ve ailesinden. Roman açıldıkça anlarız ki, ne kadar uğraşmışsa da Leopold Bloom gibi bir “homo economicus” olamamıştır, Turgut. Ne bu terimin ima ettiği gibi bir “ekonomik insandır”, ne de sözcüğün kökeninde kastedildiği gibi “evcil” bir yaratıktır. O, arkadaşı Selim gibi, bir tutunamayan yani “disconnectus erectus” olacaktır en nihayetinde. Oğuz Atay, dostunun ölümü üzerine yola çıkan ve zorlu maceralardan geçen kahramanını, eve (yani medeniyete) geri getirmek yerine, bozkırda boşluğun ortasında bırakır. Tutunamayanlar’ın öyküsünü bu isme layık bir şekilde bitirmeyi tercih eder.

Sonuç olarak, edebi akrabası Leopold Bloom gibi, Turgut Özben de modern bir epiğin kahramanıdır. Bloom yüzyılın başında İrlanda’da yeniden vücuda gelmiş bir Odysseus ise, Turgut da günümüzün bir Gılgamış’ıdır. Odysseus önüne çıkan engelleri aşarak evine döner. Onunki bir akıl ve beceri hikayesidir. Dünyayı alt edenlerin anlatısıdır. Gılgamış’ınki ise yalnızca bir kaybın değil, kaybedenlerin de öyküsüdür. Mezopotamya’nın güçlü kralı, metafizik bir soruya yanıt aramak üzere yolculuğa çıkmış ve yenilmiştir. Onun hikayesi, en temelinde, insanın dünyadaki evsizliğinin hikayesidir. Aynı Tutunamayanlar’ınki gibi.


Dilin Monologu ve Ulysses (Abdurrahman AYDIN)

Lewis Carroll’ın Through the Looking Glass’ında, Alice’in Humpty Dumpty’ye ‘slithy’ sözcüğünün ne anlama geldiğini sorduğu yerde Humpty Dumpty tarafından verilen yanıt oldukça ünlüdür: “Eh! ‘Slithy’, ‘lithe ve slimy’ [kolay eğilip bükülen ve sümüksü] anlamına geliyor. ‘Lithe’ ‘etkin’in aynısıdır. Görüyorsun ya, bu sözcük bir portmanto gibi – bir valize konulur gibi tek bir sözcüğe yerleştirilmiş iki anlam”. Finnegans Wake’de, bu türde sözcük kullanımı çok daha yoğundur, fakat Ulysses de yazıdaki ‘sözün’ ritimlerini yakalamaya girişerek, fonetik yazma tarzının yanı sıra kaynaşıklığı da üstlenir. Bu olgu, Agamben’in Joyce’un kitaplarını ‘dilin monologu’ olarak tanımlamasının zeminini oluşturmaktadır. ‘Bilinç-akışı’ monologdan, dilden başka bir gerçekliğe sahip değildir. Dil, kendi kendisiyle konuşmaktadır.

Joyce’un edebiyat tarihindeki Devrimini de belki dille ilgili bu konumda aramak gerekir. Joyce’un ‘dil’i, deneyimle dolamamaktadır ve bu nedenle bu dilin başka bir eklemlenme mantığı vardır. Bu dilin okunmaz oluşu, okurları bir şifre çözme sürecine, bir anlam arayışına itmektedir. Pek çok yorumcu, bir haritayı (zaman, mekân ve karakterler) yeniden inşa etmeye ya da bir sembolik birlik çerçevesi üretmeye girişmiştir. Öyle görünmektedir ki böyle davranarak, yalnızca anlam ile düzenin olanaklı olduğunu değil, ayrıca bunun arzulanır bir şey olduğunu da ileri sürmektedirler. Bunun en ünlü örneklerinden biri, Joyce’un dilindeki ‘biçimsizliğe’ bir biçim vermek adına, Homeros’un Odysseia’sına yapılan başvurulardır. Ulysses adının, Homeros’un Odysseia’sının başkişisi Odysseus’a Romalıların verdiği isim olduğu ve Leopold Bloom karakterinin de kaynağını oluşturduğu, Odysseus’un yirmi yıl süren epik yolculuğuna karşılık Bloom’un yolculuğu bir gün sürse de, her iki karakterin de dönüş sırasında benzer şaşırtmacalarla ve düşmanlarla karşılaştığı zaten bilinmektedir. Ayrıca buna, Joyce’un, her ne kadar kitabın baskısından çıkarmış da olsa, kimi dostlarına vermiş olduğu ‘şemalar’ın Odysseia’nın kurgusundan alınmış olduklarını da eklemek gerekir. Böylelikle, yukarıda sözü edilen yorumların güçlü dayanaklarının bulunduğu açıktır; fakat bu yorumlar, Joyce’u gönderen-gönderilen bağlamındaki klasik dil görüşünün ufku içerisine yerleştirmekte ve böylelikle Joyce’un yapıtını, bir olay oluşundan uzaklaştırarak ele almaktadırlar.

Dilin monologundan söz ediliyorsa, dilin nesnesi bir gönderilen ya da hatta bir gösterilen olarak değil de dilin kendisi olarak okunmalıdır; Joyce’ta anlamlama örüntüsü çöktüğü, sözcükler anlamlamayı keserek kendileri hakkında konuşmaya başladıkları zaman dil kendisine yaklaşabilmektedir. Dilin deneyim tarafından doldurulmuş boşluğundan deneyimin çıkarılması, söz konusu ‘boşluğu’ açar ve bu açıştan sonra, söz konusu ‘boşluk’, ötesine uzanmamız gereken bir şey olarak konumlanır. Joyce, dili gösterici-olmayan olarak sunmak yoluyla, okurlarını, anlamı değil ortamı sorgulamaya itmektedir. Örneğin karakterler arasındaki karşıtlıklar (Stephen Dedalus-Buck Mulligan karşıtlığı ya da Stephen Dedalus-Mr. Deasy karşıtlığı vs.), aslında, anlatı tarzları arasındaki karşıtlıklardır ve Joyce karşıt anlatılar aracılığıyla, gerçekçi kurguya egemen olan anlatıcının her-şeyi-bilen ve dolayısıyla da kadir-i mutlak konumunun altını oymakta, böylelikle de sözün uçuculuğuna ve karmaşıklığına uygun bir denkliği bulunmayan yazının egemenliğine meydan okumaktadır. Fakat salt bununla da kalmamakta, dilin özneler arasında açığa çıktığı haliyle gerçekleşimine, yani söze de meydan okumaktadır. Genel olarak dil (langage ve langue) söz konusu olduğunda, sözün bunun içindeki yerinin ne kadar da küçük olduğunu ortaya koyuvermektedir. Sayısız, sonsuz imgelerden ve simgelerden oluşan bir uzamda, insanın işitilebilir ve anlaşılabilir sözü ne kadar da az bir yer kaplamaktadır!

Joyce’un anlatıya ve dile müdahalesi genellikle sözdizimsel eksenden hareketle ele alınmış ve böylelikle de Joyce’un anlatıcının konumunu iptal etmeye dönük girişimine rağmen Joyce anlatıcı olarak düşünülegelmiştir: Dilin seçimsel ekseninde işleyen ve sözdizimsel ekseninin mantığını değiştiren, hatta tersine çeviren bir anlatıcı olarak. Bu da elbette dilin seçimsel veya paradigmatik ekseniyle sözdizimsel ekseninin iki ayrı çizgide işlemekte olduğu biçimindeki yanlış kabule dayanmaktadır. Dilin sözdizimsel eksenine yapılan her müdahale paradigmatik eksende de karşılığını bulur ve tersi de geçerlidir. Bu nedenle Joyce langue içerisinde söz alarak sözün sınırlarını değil, gerçekte söz almayarak dilin sınırlarını zorlar. Ya da daha doğru bir ifadeyle, söz almayış, dilin zorlanmasına ve abuklamasına yol açar. Abuklamanın belirdiği yerde açığa çıkan şey, insanın deneyimi değil, dilin deneyimidir.

Dilin kendi deneyimi, ne yazma düzeyinde ne de anlatı düzeyinde deneyime yer bırakmaz. Dil çatallanır, söz kayar ve bizden kaçar. Bu başarısızlık uğrağında açığa çıkan şey bilinçdışıdır. Elbette yazarın ya da karakterlerin bilinçdışı değildir söz konusu olan. Bunu açık kılmak için Ulysses’te söylenen, söylenmeyen ve söyleyen bağlamında en azından iki düzeyi birbirinden ayırmak gerekir. İlkin karakterlerin söyledikleri vardır, fakat Joyce onların söylediklerini söylemedikleri bir yığın şeyin içerisine yerleştirir. İkinci olarak da Joyce’un yazar olarak söyledikleri vardır ve o, söylediklerinin nasıl bir söylenmeyen evren içerisinde konumlandığını okura anlatı içerisinde sunar. Bu iki düzey, birbirini olumsuzlayarak ilerler. Karakterlerin konuşmaları, birinci düzeyde ele alındıklarında söz (parole) olarak belirir, fakat ikinci düzeyde ele alındıklarında, tam da sözü iptal etme işlevini üstlenirler. Böylece karşı karşıya olduğumuz şey dilin sürekli bir hareketidir.

Joyce’u anlamadığınız duygusuna kapılabilirsiniz; önemsemeyin, çünkü Joyce imzalı metinler, bu sürekli hareket içerisinde, sizinle değil, bilinçdışınızla konuşmaktadır.

İçimizdeki İrlandalılar İçin Dublin ve Dublinliler Hikâyesi (Bora ERDAĞI)

Dublin’i boydan boya arşınlayan Liffey nehrinin kıyısındaki SIPTU’nun (Endüstri ve Teknik İşler Hizmet Sendikası’nın) genel merkez binasının yakınında, Birleşik Krallık askerleri tarafından vurularak öldürülen İskoçya doğumlu İrlandalı bağımsızlık savaşçısı ve devrimci işçi sınıfı önderi James Connolly’nin (1868-1916) bir heykeli bulunur. Connolly’nin heykeli altında şu yazar: “Emeğin nedeni İrlanda’nın nedenidir, İrlanda’nın nedeni emeğin nedenidir.” Bu heykelin biraz ilerisinde Gümrük Binası İskelesi’ne doğru “Kıtlık Anıtı” bulunur. “Kıtlık Anıtı” bir dizi heykelciğin oluşturduğu kompozisyondan ibarettir: Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, yoksullar, köpekler hep birliktedirler. Onlar aslında İrlandalıların Manchester’daki fabrikalardan, Cardiff’teki madenlerden, New York’taki umut arayışlarından Dublin’e düşen kıtlık damlalarını temsil etmektedirler. Connolly Heykeli ve “Kıtlık Anıtı” içimizdeki İrlandalıları anlamak ve Dublinlilerin hikâyelerini anlamlandırmak için iyi bir başlangıç olmalı.

James Joyce (1882-1941) Dublinliler’de (1914) bu başlangıcı ıskalamaz. Çünkü böyle bir başlangıç olmadan bir kent, Dublin ve o kentin insanları, Dublinliler nasıl hikâye edilebilir? Bir başka ifade ile böyle bir başlangıç olmadan bir kent ya da bir kentin insanları ne kadar nev-i şahsına münhasır olabilir? Sanırım Joyce bu sorulara bir modernist olarak daha en başta cevap vermiş olmalı: Zamana ve mekâna yerleşen insanlık halleri, özgünlüğün ve otantikliğin kendisidir, diye düşünmüş olmalı. Tıpkı ilk modernistlerden Leibniz gibi.

O halde birkaç tarihsel gerçeği hatırlatarak Dublinliler’deki hikâyelere odaklanmak en iyisi gibi. Birleşik Krallık, özellikle 17. yüzyıldan sonra kıta Avrupası ile giderek acımasızlaşan bir ekonomik yarışa girmişti. 18. ve 19. yüzyıl boyunca Birleşik Krallık ile kıta Avrupası arasındaki bu yarış, tüm dünyanın tarihi, coğrafi, toplumsal dokusunu dönüştürmeye başlamıştı. Nitekim İrlanda da bundan nasibini aldı. Çünkü Birleşik Krallık’ın bu yarışta başarılı olması, İrlanda gibi yakın sömürgelerine ve ucuz emek-gücü kaynaklarına bağlıydı. İngiltere’deki büyük sanayi kuruluşlarındaki ucuz işçi sınıfı kitlesine bakıldığında ne kastetmeye çalıştığım kolayca anlaşılabilir. Kolayca anlaşılabilecek bir başka gerçek ise, hem emek hareketleri için hem de İrlanda’nın ulusal kurtuluş hareketleri için söz konusu yoksulluğun belirleyici bir faktör olduğudur. İşte bu gerçekler tüm İrlanda yazınını etkiler. Joyce’un hikâyelerinde de benzer şekilde bu gerçekliklerin etkisi vardır.

Joyce’un hikâyelerinde görünenle yetinmek, yukarıda ifade edilen gerçeklikleri damıtan bir anlayışı iptal etmek olur. Belki günümüz edebiyat dünyası bunu hemen kabul edebilir ama Dublinliler’in satırları arasına sıkışan hayatların kasvetli ama bir o kadar da kanlı canlılığını bilen okur, görünenle yetinmeyi asla kabul etmez. Birçok Joyce okuru ya da edebiyatçı onun çalışmalarında büyük harflerle tartışılagelen toplumsal ve kültürel konuları göremeyince, hemencecik Joyce’un “sıradan insanların hikâyelerine” odaklandığını ifade eder. Anlatımındaki yerel tematiğe, benzer konular etrafında dönen serüvenlere, metnin akışındaki çağrışımsal zenginliğe, anlatıların art arda gelmesiyle oluşan romansı havaya ya da biyografik düzenlenmeye dikkat çeker. Sonra da Joyce’un edebiyat anlatısına kazandırdıklarını hesaplar, dökümünü yapar. Oysa ortada duran şey elbette bunlardan ibaret değildir. Çünkü edebiyat çoğu zaman, ama Joyce gibi biri her zaman daha fazlasıyla ilgilenir.

Joyce’un daha fazlası nedir? Daha fazlası anlatılmadan kalan Dublin’in diğer mekânlarındaki olaylardır. Daha fazlası işaret edilemeyen, zapta geçirilmeyen auradır, gerçektir ve hakkı yenirse kötürüm kalacak hayattır. Bu yüzden Dublinliler’den sonra gelen bütün çalışmalarında da Joyce, sıkılmadan ve usanmadan Dublin’i ve Dublinlileri anlatmaya devam eder.

Joyce bu tutumunda haklıdır, çünkü İrlanda nüfusunun (5 milyon civarı) 3-4 katı İrlanda toprakları dışında yaşamaktadır. Yani İrlandalıların onca deneyimi mevcut yaşayan Dublin’e rağmen her zaman melankolik, nostaljik ve dramatik bir öğe olarak varlığını dışarıda korumaktadır. İrlanda edebiyatının çözmesi gereken empati düzeyi, işte bu dışarıya çıkmış ya da çıkarılmış olanlarla içeride kalmış ya da bırakılmış olanların empati düzeyinde bile olsa ortaklıklarının yaşatılmasıdır. Bu durumun kendisi bile, Joyce’un hikâyelerinin neden görünmeyeni görünür kılmak için bir başlangıç olduğunu, sokak sokak Dublin haritasına sadakat gösteren hikâyeler kurduğunu anlamamıza yardımcı olabilir. Bir başka ifade ile Mr Duffy için nasıl “Basmakalıp laflar, içtenliksiz duygudaşlık edebiyatları, sıradan ve bayağı bir ölümün ayrıntılarını gizlemek için para yedirilmiş bir muhabirin dikkatli sözleri mide bulandırıyor” (s.120) ise aynı şekilde Joyce için de, Dublin’de tamamen kasvetli bir ortamda gezinmeden neşeli şeylere yüzünü dönmek, aynı derece mide bulandırıyor olmalı. Hani haksız da sayılmaz. Dışarı da içeri de hep aynı yoksullukla terbiye edilmekte, din ile politik ayak oyunları ile idare edilmektedir. Bu yüzden Joyce okurken iki şeyi yapmamak gerekir: Birincisi alışkanlıkların ve gündelikliliğin basmakalıp olduğuna aşırı bel bağlayıp, bu hikâyeler sıradan insanlara odaklanmaktadır demekle yetinmemek, ikincisi her işaretin belirliliğine kanıp, işaretin açık edemediklerini aramaktan vazgeçmek.

Belki bütün bu açıklamalarımızı derleyecek bir iddia ortaya koyabiliriz. Joyce’un Dublinliler’inde kurguladığı bütün hikâyelerin kendi içinde bir bütünlüğü ve birbiri ile karşılıklı bakışımlılığı vardır. Bu yüzden her hikâye biraz monad gibi bir şeye benzemektedir: Hem tikel hem evrensel, hem öznel hem nesnel, hem sıradan hem sıradışı, hem anlaşılır hem anlaşılmaz, hem kendi içine kapanık hem tamamen birbirini tamamlar bir uyum içinde... Joyce’un Dublinliler’indeki hikâyelerin monad benzeri bir yapı olmasını biraz daha somutlayalım. Örneğin James Connolly’i ya da kıtlık yıllarını bilmeden de, Liffey nehrinin kıyısından yürüyerek Temple Bar’a gitmenin ne anlama geldiği hissetmeden de, Cornell caddesinde bir yürüyüşe katılıp, Postane binasının önünde polisle çatışmadan da Dublinlilerin hikâyesi anlaşılabilir ama her mesafenin gerçeklik duygusunu zedeleyeceği unutmamak gerek. Joyce işte bu mesafeyi, gerçeklik duygusunun korunması için ayarlamaya çalışıyor. Mesafe arttıkça acıların, sevinçlerin, her tür deneyimin tamamen soyut olarak kavrandığını bildiği için bir yandan siyah İrlanda birasından bir yandan Flynn, Eveline, Jimmy Doyle, Mooney, Doran, Lenehan, Corley, Chandler, Ignatius Gallaher, Farrington, Duffy, Sinico gibi İrlandalı isimlerden bir yandan da İrlandalıların sanki İrlanda’ya özgü gerginliklermiş gibi yaşadıkları kültürel ve sınıfsal çatışmaları anlatmaktan vazgeçmiyor. Bunlara sığınarak sadece gerçekliği korumaya çalışmıyor, aynı zamanda modernite ile baş edecek bir ortak deneyim ve/ya hafıza alanı yaratmanın yolunu deniyor ve böylece zamanı parçalayan bir yerelliği kurarak modern epik bir anlatıya sıçramaya çalışıyor. Bu yüzden Joyce’un akli fikri Homeros’ta. Bilindiği gibi Joyce, öyle bir Dublin anlatısı kuracağım ki, Dublin birdenbire ortadan kaybolursa benim çalışmam asıl o zaman yazılmış olacak, der.

Aslında Joyce’un bu isteği biraz farklı şekilde de olsa gerçekleşir. Şöyle ki, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sını iyi etüt eden Alman asıllı amatör arkeolog Heinrich Schliemann Troya’yı ilk ziyaretinden sonra, Troya hazinesinin yerini doğru tahmin eder. Çünkü çoçukluğundan beri aşkla bağlanarak okuduğu bu eserler, Troya savaşının ve hazinelerin nerede olduğunu tahmin etmesini kolaylaştırır: Önce Pınarbaşı ile Hisarlık Höyüğü’nü inceler, ardından Pınarbaşı’ndaki kayalıkların Homeros’ta okuduğu Akhilleus’un Hektor’u kovaladığı şehre benzemediğini düşünür, Hisarlıktepe’nin ise İlyada destanında anlatılan Troya’ya en benzer yer olduğunu tespit eder. Tepenin büyüklüğü, ovaya hâkimiyeti ve İda Dağı’nın görünümü onu bu inanca sevk eder. Neticede Troya hazinelerini bulmayı başarır (1873). Dolayısıyla Joyce’un tüm çabası sanki Heinrich Schliemann gibi meraklı okura yöneliktir. Bir kenti, Dublin’i ve o kentin sakinlerini, Dublinliler’i her yerde ve her zamanda tanıdık kılmaktır, görünenle yetinmeyen okur için Dublin’i kolayca keşfedilebilir hale getirmektir. “Hayatta yürüdüğümüz yol böyle birçok acılı anıyla döşelidir: eğer hep bu düşüncelere dalıp gidecek olsaydık yaşayanlar arasında işimizi cesaretle yapacak yürekliliği bulamazdık: hepimizin yaşayan ödevleri ve yaşayan sevgileri var ve bunlar, haklı olarak, bizim zorlu çabalarımızı talep ediyor” (212).

James Joyce, Dublinliler, çev. Murat Belge, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.


Üstad Poldy’nin Eserleri: Ulysses içinde Ulysses (Armağan EKİCİ)

Ulysses, bir kez kapısını araladıktan sonra, tekrar tekrar, parça parça okunmaya elveren bir kitap. Bu, Joyce’un kitabı yazarken kurduğu incelikli yapının, yan anlamlarla ve sayfalarca öteden birbirine ilişen çağrışımlarla kurduğu sayısız bağlantının bir sonucu. Bu yazıda, bu bağlantı türlerinden özellikle sevdiğim birini biraz kurcalayacağım: Ulysses’in kendine referans verdiği, ya da kitabın kendisinin bir yan anlamla ima edildiği pasajlar.

Bunlardan biri, Ulysses meraklıları arasında iyi tanınır: Aeolus bölümünde, gazete yazıhanesindekiler (Joyce’un gençliğinin kitaptaki yansıması olan) Stephen’a, Dublin’deki hayatı ve halkı kullanarak sıkı bir metin yazabileceğini söyler, cesaretlendirirler. Stephen’ın çalıştığı okulun başöğretmeni, sığırlarda şap hastalığının tedavi yöntemleri hakkında bir mektup yazmış, Stephen’ın eliyle gazeteye göndermiştir; Stephen, burada, “yüzünden anlıyorum”u duyunca, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde anlatılan, okulda gözlüğünü kırdığı için azar yediği ânı da hatırlar (Ulysses, s.134-135):
“YAPABİLİRSİN!”
Yazı işleri müdürü, endişeli elini Stephen’ın omzuna koydu.
— Benim için birşey yazmanı istiyorum, dedi. Şöyle dişli birşey. Yapabilirsin. Yüzünden anlıyorum. Gençliğin lügatinde...
Yüzünden anlıyorum. Gözünden anlıyorum. Tembel düzenbaz bacaksız seni.
— Şap hastalığıymış! diye bağırdı yazı işleri müdürü, aşağılayarak, hakaretamiz. Borris-in-Ossory’de milliyetçilerin büyük mitingi. Hepsi palavra! Ahaliyi yıldırmaya çalışıyorlar! Onlara şöyle dişli birşey ver. Hepimizi koy içine, anasını satayım. Baba, Oğul, Kutsal Ruh, bizim memiş M’Carthy, hepsini koy.
— Hepimiz buna malzeme sağlayabiliriz, dedi Mr O’Madden Burke.
Stephen gözlerini o cesur, dalgın bakışa kaldırdı.
— Seni de basın camiasına katmak istiyor, dedi J. J. O’Molloy.
Yazı işleri müdürünün Stephen’a ısmarladığı bu kitap, Ulysses’in bir tanımı neredeyse: Joyce, kitaba gerçekten de Baba-Oğul-Kutsal Ruh sembolizmleri de dahil olmak üzere katoliklikle çetrefil ilişkisini, Dublin halkını (“memiş M’Carthy”), tanıdıklarını, komşularını, hepsini koymuş, hepsi ona malzeme sağlamışlar.

Ulysses’de, Ulysses benzeri bir metin yazması sözkonusu olan tek karakter Stephen değil. Bloom’un da yazar olma hevesi var. Bloom’u, kitabın başında, bir mecmuadaki ödüllü öyküyü okuyarak hacetini giderirken görüyoruz; öykünün yazarı Philip Beaufoy’u yazısını yayımlatarak ödülü ceplediği için kıskanıyor. Eşi Molly’nin sözlerini bir yazıda kullanmak umuduyla not ettiğini öğreniyoruz (bu, Joyce’un da kitapları için malzeme toplarken kullandığı bir yöntem). Gün boyunca aklından ödüllü hikâye için fikirler geçiyor. Kitabın ortasındaki halüsinasyon bölümünde Bloom kendini sorgulayan bekçilere “edebi bir meslek ile iştigal ettiğini” iddia ediyor. Gece, Stephen’la birlikte yorgun argın arabacılar barakasına kapağı attıkları zaman, Bloom’un da günün olaylarını, başka bir deyişle Ulysses’in konusunu yazıya dökmeyi, gündelik ayrıntılardan çıkarak dünyanın bir portesini çizmeyi hayal ettiğini görüyoruz (s. 620):
Buna bir de tesadüfen rastlaşmaları, tartışmaları, dans, arbede, haydan gelip huya gidergillerden denizci eskisi, gece kuşları, tüm bu vakalar galaksisi, hepsi birden eklenince karşımıza yaşadığımız şu dünyanın minyatür bir portresi çıkıveriyordu, özellikle de son zamanlarda bilhassa mikroskop altına alınmış olan dipteki sınıfların, yani işte madenciler, dalgıçlar, çöp toplayıcılar vesaire. Günün ışıdığı her saatten çalışkanlıkla istifade ederek oturup yazsa bunları acaba talih kendi yüzüne de Mr Philip Beaufoy’a güldüğüne birazcık yaklaşacak kadar güler mi diye düşündü. Şöyle beylik hikâyelerden farklı birşeyler yazsa (ki niyeti de tam tamına buydu) karşılığında da sütun başına bir gine altını alsa, Tecrübelerim, diyelim, ya da Arabacılar Barakasında.
Ulysses’in devasa planı içinde, unsurların ve olayların, zaman içinde, karakterlerin arasında yansımaları var (“Gelecekte olacak olanlar önceden gölgelerini düşürüyor“, s. 161). Stephen ve Bloom’un Ulysses gibi birşey yazmayı düşünmelerine Molly’nin de katılarak simetriyi tamamladığını ve benzer bir niyet taşıdığını son bölümde görüyoruz – Molly, (Leopold’u kısaltarak “Poldy” dediği) Bloom’un tuhaflıklarını (bu örnekte, Molly lohusayken sütünü içmek istemesini) ve okuması için ona verdiği Üstad François Rabelais’nin tüm eserlerini (s.720-721) kafasında birleştiriyor ve o da bir tür Ulysses yazmayı hayal ediyor (s. 723):
inek sütüne göre daha tatlı ve daha yoğunmuş öyle demişti sonra da çayına sütümden koymak için beni sağmaya kalkışmıştı ne yapalım hiç utanması sıkılması yok ki birilerinin çıkıp ona şöyle bir haddini bildirmesi şart şu işlerin 1 yarısını hatırlayabilip de bir kitabını yazsam Üstad Poldynin eserleri evet
Bu üç örnek, Ulysses ile doğrudan doğruya bağlantılandırabileceğimiz örnekler: Stephen/Joyce kitabı yazıyor, kitabın konusu Bloom’un ve Molly’nin kafalarından geçirdikleri konularla çakışıyor. Bunların yanında, Joyce’un ima yoluyla, yan anlamlarla Ulysses’i işaret ettiği pasajlar da var. Güneşin Sığırları bölümündeki parodilerden birinde, doğan bebeğin babasının tebrik edildiği pasajda kastedilen, dünya hallerinin kaotikliği olduğu gibi, pekâlâ Dublin’den başlayarak tüm insanlık halini içeren Ulysses’in karmaşası da olabilir (s.406):
Yemin ederim ki bu herşeyi içeren allak bullak çorba gibi tarihçedeki diğer hiçkimseden geri kalmayan en kaydadeğer cedd sensin.
Benim en sevdiğim an ise Gezgin Kayalar bölümünde. Bu bölüm, kitabın orta yeri, göbek taşı (Delphi’nin dünyanın göbeği olması gibi). Mitolojideki Gezgin Kayalar, yer değiştirerek gemicilerin canına kasteden kayalar; bazı geleneklerde bunun İstanbul Boğazı olduğu düşünülüyor. Joyce da bölümün içine şaşırtmacalar, çift anlamlar koymuş. Bunlardan biri şöyle – Molly’nin (tam adı Marion) âşığı Blazes Boylan’ın sekreteri Miss Dunne, işyerinde çaktırmadan aşk romanı okuyor (s.224):
Miss Dunne Capel Street Kütüphanesi’nden alınmış Beyazlı Kadın’ı çekmecesinin en dibine sakladı ve daktilosuna rüküş bir mektup kâğıdı taktı.
Kitapta da pek fazla alavere dalavere var gibi? Acaba şu kıza, Marion’a âşık mı ki? Gidip geri vereyim, Mary Cecil Haye’in başka bir kitabını alayım.
Miss Dunne’ın düşüncesi belli ki okuduğu Beyazlı Kadın hakkında. Ama, şaşırtmacalar ve çift anlamlar bölümündeyiz: Tüm bu karmaşanın içinde, ana meselesi Molly ve Bloom’un evliliği olan Ulysses’de de pek fazla alavere dalavere var gibi. Peki acaba Bloom Marion’a (Molly’ye) âşık mı ki?

İleri, evet evet İleri! (Savaş ERGÜL)

Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi romanının dördüncü bölümünde, önce iki defa, sonra aynı sayfada artarda ikişer kez olmak üzere dört defa “ileri” sözcüklerini okur veya duyarız. Evet, dört defa ileri! Romanın temel sözü bu dört tekrar içinde yinelenir. Milliyetçiliğin, dinin ve dışarıdan gelip buyuran egemen gücün kuşatıcı ağlarını delip geçmek isteyen bir ileridir bu. Joyce’un kalemi, İngilizlerin ve dinin sunduğu sahte evrenselliğe karşı olduğu kadar evin taşralı boğuculuğuna karşı da yekinir. Daima taşan, çoğalan ve çok katmanlı bir dili kullanan bir edebiyatı keşfetme arzusu. “İleri” sözcüğü, aynılık içinde farklılaşarak genişleyen bir alanı kurar. Tekrarlayan üç ileri, Stephen Dedalus’un üç ayrı romanda görünmesidir: Stephen Hero, Portre ve Ulysses. Üç Stephen’a ve onların “ileri”lerine, dördüncü olarak, Joyce’un tıpkı bir tanrı gibi kendisini merkeze aldığı “edebi ileri”si ve son romanı Finnegans Wake eşlik eder veya tamamlar. Joyce’un İleri buyruğu, sona varmaktan ziyade bir başlangıcı başlatan adımdır; tamamlanmayan başlangıcı başlatma buyruğudur. Kelime oyunlarından hoşlanan Joyce, son romanı Finnegans Wake’de -“fin” (son), “again” (yine/bir daha) ve “wake” (uyanıyor)- hiç vazgeçilmeyen bu başlatma ve dönüştürme temasını bir kez daha beyan eder.

Beş bölümden oluşan Portre, çocukluktan gençliğe uzanan “tinsel bir serüveni ve keşfi anlatır.” Her bölümün sonu, Stephen’ın bir dönüşme deneyimini verip yeni bir başlangıç için bir geçidin açıldığını gösterir. Birinci bölümün sonunda, haksız yere cezalandırılması üzerine Rektör’le konuşur ve bu cesareti sayesinde arkadaşlarından takdir görür; ikinci bölümün sonunda, Stephen ilk cinsel deneyimini yaşar; üçüncü bölümün sonunda, günah çıkartıp kendini sert ve basit bir din hayatına hazırlar; dördüncü bölümün sonunda, düş-gerçek karışımı sahnede, derede yürüyen bir kızla karşılaşması görüntüsü, onu yeniden dünyevi hayata ve edebiyata yöneltir; beşinci bölümde ise, Stephen’ın ilk defa yazdığını görürüz. Böylece, romanın başındaki epigraf anlaşılmış olur. Genç bir sanatçının, ruhsal doğuş ve ilerleme anlarıdır bu deneyimler.

Elbette bu dönüşümler ve ilerlemeler, düz bir uzamda gerçekleşmez. Stephen’ın dönüşüm süreci de bir ağ olarak gördüğü yüklemler içinden geçerek gerçekleşir “Bu ülkede bir adamın ruhu doğunca uçmasını önlemek için ağlar atıyorlar üstüne. Sen bana ulusçuluğun, dilin, dinin sözünü ediyorsun. Bense bu ağlardan kaçmaya çalışacağım” (s. 219) Ama bu kaçış, tek bir koşulla mümkündür: kaçan kişinin, kaçtığı yere dönüp onları anlatması gerekir. Tinsel olan ancak mekânın belirlenimleri içinden geçerek kendisini gerçekleştirebilir. Hazırlık Sınıfı öğrencisi küçük Stephen, coğrafya dersi çalışırken kitabın başındaki “boş sayfaya” şunları yazar:

Stephen Dedalus
Hazırlık Sınıfı
Clongowes Wood Okulu
Sallins
Kildare İli
İrlanda
Avrupa
Dünya
Evren (s. 14).

Stephen, yüklemsiz bir özne olarak kendisinden başlayıp Evren’e varmak ister. Evren’den sonra ne geliyor: hiçbir şey. Joyce, İrlanda’nın basit ve sıradan insanlarının gevezeliğinin “hiçbir şeyliği” içine “her şeyi” dâhil edecek bir edebiyatın peşindedir. Kendisi ve evren arasında zorunlu ama geçmesi gereken tikel noktalar bulunur. Romanın sonundaki her dönüşümde bu noktalardan bazıları geçilmiş olacaktır. Listede dikkati çeken şey, romanın yazıldığı ve anlattığı dönemde, İrlanda’nın siyasal bir birim olarak bağlı bulunduğu Büyük Britanya’nın bu tasnifte yer almamasıdır. Bu Joyce’un -romanda Stephen Dedalus’un- sömürgeci güce reddiyesidir. Arkadaşı Fleming ise, aynı kitabın öteki sayfasına şakayla şunları yazar:

Stephen Dedalus benim adım,
İrlanda’dır vatanım.
Clongowes’da yaşarım
Cennet ise umudum (s. 14).

İki çocuğun tasnif ettiği adlar ve yerler arasındaki farkta, bir gedik ortaya çıkar. Bir yanda, Fleming’in doğal ve uyumlu addettiği yerler, bu yerlerin tahsis ettiği kimlikler -bir yerli olma, bir ulusa ve bir dine ait olma-; öte yandan, Stephen’ın kendisi ve evren arasında yüklem olmaksızın kurmak istediği bir ilişki tarzı yer alır. Stephen’ın tasnifinde, anılan adlar arasında yer olmayan tek ad, tek özne kendisidir: bütün yüklemler onun etrafında döner. O adeta durumun bir istisnası olarak ortaya çıkar: “tuhaf ve yadırganan bir ada sahip.” (s. 7, 24). Ön adı Katolik bir azizin, soyadı ise, Yunan mitolojisinde eli her sanata yatkın olan ve labirent çıkmazını bulan mucidin adıdır. “Adı hayatında ilk olarak bir kehanetmiş gibi göründü güzüne” (s. 180). Bu iki adı, ruhunun özgürlüğünü ve gücünü göstermek, yeni ve edebi olanı yaratmak için bir özne olarak yeryüzüne fırlatacaktır. Bir düşüş ama günahkârlık addedilebilecek bir düşüş değil, yeryüzünün yollarını ve tarzlarını keşfedecek, onlara ruh verecek bir düşüş.

Peki, ama nasıl? Joyce, tekil ve evrenselin, edebi olmayan adına her şeyin ve edebi olan adına hiçbir şeyin buluştuğu bir yerel nokta olarak tasarlar. Farklı romanlarında bir özne olarak Stephen’ı bu aralığın içine yerleştirir. Joyce, çokluğu ve farklılığı barındıran, pek çok dilin, söylemin ve üslubun uzamı olan bir edebiyatı yaratmak ister. Bu yöntem asıl olarak Ulysses ve Finnegans Wake romanlarında gerçekleştirilir. Portre ise, başlangıç öncesi karşılaşmalara odaklanır. Stephen’ın öğrencisi olduğu Cizvit okulunun İngiliz Dekan’ıyla yaptığı konuşma, bu karşılaşma sorunsalını açığa çıkarır: “Konuştuğumuz dil benim olmadan önce onun dili. Ev, İsa, bira, usta kelimeleri ikimizin ağzından ne kadar bambaşka çıkıyor! Ben bu kelimeleri ruhum tedirgin olmadan konuşamıyorum, yazamıyorum. Bana bu derece yakın ve bu derece uzak olan bu dil benim için her zaman sonradan edinilme bir dil olarak kalacak. Kelimelerini ben yapmadım, ben benimsemedim. Sesimle kendimden itiyorum bu kelimeleri. Onun dilinin gölgesinde ezilip büzülüyor ruhum” (s. 204). Bu dört kelime -Ev, İsa, bira ve usta- Stephen’ı çevreleyen ağlardır. Kültürel-siyasal (ev), dinsel (İsa), toplumsal yoksulluk ve çaresizlik (bira), esas efendi olarak İngiltere (usta). Ağlardan oluşmuş bu dörtlü yapıyı kırmak, hepsini birbirine karıştırmak gerekir. Şeyler, katı bir birim olarak bırakılmadan ilişkisel akış düzenlemeleri içinde düşünülür. Hem tek cümleden hem de pek çok cümleden oluşan, son satıra kadar noktasız ve virgülsüz “ilerleyen” Ulysses’in son bölümü gibi doludizgin, sınırlandırmayı devre dışı bırakarak konuşmak ister: “evet”le başlayıp “evet”le sona eren bir ilerlemedir bu. Yüklemsiz, sırf özneyi olumlayan bir “evet”tir. “Evet” de tıpkı “ileri” sözcüğü gibi aynılık içinde kendini tekrarlarken farklı kipliklerin içinde ortaya çıkar.

Bu yüklemsiz yazma tarzı, dışarıdan geleni kabul etmediği gibi “ev”e ait olanı da kabul etmek istememesinden kaynaklanır. Kendi dilinde artık ikamet edemeyen Joyce, kendisine verilen veya giydirilen dilde de kolayca ikamet edemediğinden, türleri birbirine karıştırmayı, sözcüklerin belirsizliğiyle oynamayı; ironi, parodi ve pastişi kullanmayı vazgeçilmez bir üslup olarak benimser. Kendi yaratmadığı ve rahatsız olduğu dili efendisi için de rahatsız edici kılmak ister. İki yönden de gelen malzemeyi, bu aralık içinde biçimlendirir.

Romanın son dört sayfasına kadar anlatıcı hep üçüncü tekil şahıstır, son dört sayfasında ise, anlatıcı birinci tekil şahsa dönüşür. Anlatıcının değişmesi artık Stephen’ın bir sanatçı olarak doğumunun gerçekleştiğini gösterir. “Milyoncu keredir yola çıkıyorum yaşantının gerçekliğiyle karşılaşmak ve ruhumun nalbantında soyumun yaratılmamış vicdanını dövmek için” (s. 219). Joyce’un edebi gücü ve güçsüzlüğü de buradan, bu yüklemsiz özne tavrından “ileri” gelir. Terimlerin ilişkiler içinde değişen hallerine rağmen, değişmeyen ve varlığını unutamadığımız tek terim Joyce’tur. Bütün yerler, merkez olan bu adın etrafında döner: “Ama, diye onun sözünü kesti Stephen, kanımca İrlanda’nın önemi onun bana ait olmasından kaynaklanıyor.” (Ulysses, 16, 1359-1360).

SANATÇIN BİR GENÇ ADAM OLARAK PORTRESİ, James Joyce, çev. Murat Belge, İletişim Yayınları, 2012.


Joyce Dili, Düşünce İklimi (Fuat SEVİMAY)

Ulysses veya Dublinliler durduk yere yazılmaz. Hayat, edebiyat, sanatın her türlüsü, felsefe, din ve bilim üzerine düşünür taşınır, okur sindirir, tartışır, konuşur, özümsersiniz, üzerine edebi beceriniz had safhada, dehanız da izin veriyorsa oturup, andığım eserleri yazarsınız.

Bu nedenle, nasıl ki Joyce bizi Bloom’un arşınladığı Dublin sokaklarında yürütmüşse, söz konusu eserlerin yazarı James Joyce’un kat ettiği yolları bilmekte de fayda var.

Joyce, büyük eserleri yayınlanıp kabul görene kadar Dublin, Paris, Trieste sularında geziniyor. Kolay olmayan bir hayatı, yine yazıp çizerek sürdürüyor. Büyük eserlerine zemin hazırlayan, bir kısmı zamanın gazetelerinde yer bulan, bir kısmı daha sonra günışığına çıkan, çok sayıda deneme, makale, eleştiri kaleme alıyor.

İşte bu deneme ve eleştiriler sayesinde Joyce’un, eserlerinin altyapısını nasıl oluşturduğunu, kimi zaman hangi yönlerde zihinsel değişimler geçirdiğini, Ibsen ve Sheakspeare tiyatrosundan Munkacsy resmine, dinden Aristo ve Bruno felsefesine, İrlanda’dan Sinn Fein’e, Oscar Wilde ve Dickens eserlerinden şiire kadar ve edebi akımlar hakkındaki fikirlerini görebiliyoruz.

Önce Joyce diliyle başlayalım. Joyce çevirisinin zorluğu malumunuzdur. Yine bu yazılarda Joyce’un, kısa metinlerde dahi dilin derinliklerinde dolaşma isteğini, yüzeysel anlatımla yetinmediğini, kelime haznesinin genişliğini, kelimelerle oynaştığını görüyoruz. Joyce, Trieste günlerinde kaleme aldığı yazılarının bir kısmında - özellikle İrlanda hakkında olanlarında - İtalyancayı kullanmıştır. İşin ilginç tarafı, anadili İngilizcenin zirvelerinde dolaşmaktan haz eden Joyce’un, İtalyancada da dilin sınırlarını zorlama isteği, metinlerine kimi zaman Triestine lehçesini yedirme çabasıdır.

Joyce’un dile ne kadar önem verdiği, yayınlattığı, “Dil üzerine Çalışmalar” adlı denemesinden anlaşılmaktadır. Bu denemede Joyce, dilbilgisini bir bilim dalı olarak ele alır ve matematikle karşılaştırır. Her daim çevirisiyle gündeme gelen Joyce’un, yine bu denemede söylediği şu sözler dikkat çekicidir; “Vergil’in Latince metinleri o kadar özgündür ki tercümeye kalkışmak büyük bir meydan okumadır. Dolayısıyla böyle bir dilin uygun İngilizceyle tanımlanması büyük bir muhakeme gücü, bilgi birikimi ve özverili bir çalışma ister.” Adeta, kendisiyle ilgili, geleceğe iletilmiş bir uyarı.

Joyce’un dil ve edebiyat üzerine denemelerinde, eleştiri ve yazar/şair kıyaslarıyla birlikte sürekli dilin etimolojisi, yapısı, kelimelerin kökeni üzerinde durduğu ve dil üzerinde dış etkenlere çokça kafa yorduğu görülmektedir.

Söz dilden açılmışken küçük bir parantez; Joyce (ilk akla gelen örnek olduğu için) ve kimi başka bazı yazarların çeviri zorluğunu, dili ulaştırdıkları noktayı yere göğe koyamazken (haklı olarak), kendi dilimizdeki metinleri, aman kolay çevrilsin, evrensele yakın olsun diye kuşa çeviren kimi yazarları ne yapmamız gerektiğini bilemiyorum. Neyse, bu başka bir tartışma konusu, biz Joyce ile devam edelim.

Nelerdir Joyce’un yazdığı deneme, makale ve eleştiriler? Halen çevirisiyle uğraştığım ve birkaç ay içinde, Aylak Adam Yayınları tarafından okurla buluşturulacak elli küsur metnini tek tek anmayacağım. Umarım ki yayınlandığında daha detaylı konuşulur üzerlerine. Ama ilginç olan birkaçından satır başları vererek, Joyce’un düşünce ikliminin kıyılarında dolaşmaya, büyük yazarın düşüncelerinin ne şekilde evrime uğradığını anlamaya çalışalım.

Joyce’un ilk dönem denemelerinden, İrlanda Kraliyet Akademisi’nde sergilenen Munkacsy’nin, İsa’nın yargılanarak topluluğa sunulduğu anı resmeden ‘Ecce Homo’ tablosu hakkındaki yazısında, düpedüz antisemit eğilimleri göze çarpıyor. Şu kısa alıntı, bu konuda fikir verecektir; “Kalabalığın kalbinde, itilip kakıldığı için sinirlenen birisi var. Gözleri öfkeyle kısılmış ve dudakları iğrenç bir şekilde köpürmüş. Öfkesinin sebebi, modern İsrail’de de çokça giyilen bir kıyafete sahip, zengin bir adam.” Aslında böyle bir metni kaleme aldığı yıllarda dahi, özellikle Ibsen yapıtlarına hayranlığı üst düzeyde. Hem İngiliz ve hem de dünya edebiyatını takip ediyor. Yine de Cizvit eğitiminin etkilerini halen üzerinde taşıyor demek ki. Takip eden yıllarda ise Flaubert ve Kant’tan etkilendiğini, Sheakspeare’i daha derin incelediğini görüyoruz. Ve Trieste yıllarındaki Joyce, bu düşüncelerinden sıyrılıp, ‘Humanism’ başlıklı denemeler kaleme alır hale geliyor. Daha da sonra Ulysses’de Yahudi asıllı Bloom, Dedalus karşısında bilimin izdüşümü olarak çıkar karşımıza.

Joyce’un düşüncelerindeki bir başka radikal değişime, İrlanda ve yurtseverlik/milliyetçilik bağlamında şahit oluyoruz. Paris’te, 1900’lü yılların başında, Dublin’i henüz terk etmiş olduğu günlerde, Sinn Fein ve Arthur Griffin’le düpedüz dalga geçen, Mangan şiirini bayağı bulan bir Joyce var karşımızda. Burada Joyce halen, Dublinliler’de tasvir ettiği kasvetli ortamın içinde ve etkisindedir. Daha sonra Trieste’de İngilizce kaleme aldığı ve “Il piccolo della sera” adıyla da İtalyancaya çevrilen metinlerinde ise, Fenianism’e yakın durduğunu, analizlerini, daha önce uzak durduğu ve eleştirdiği Griffin’e dayandırdığını ve İrlanda’nın bağımsızlığını savunduğunu görüyoruz. Kardeşi Stanislaus’a yazdığı bir mektupta, “Mevcut İrlanda’yı Sinn Fein ya da emperyalizm ele geçirecek. Emperyalizmin yanında duracak değiliz,” diyor.

Gerek din, gerekse memleket kavramalarına yaklaşımındaki bu değişimi sadece göçmenlikle açıklamak pek doğru bir yaklaşım olmaz. Zira ilk dönem kısa yazılarını da çoğunlukla Dublin’den uzakta, Paris’te kaleme almıştır. Bu değişimin temelini daha çok, sanatla, felsefeyle haşır neşir olmasına bağlayabiliriz. Joyce’un erken dönemini, heretik bir bireysellik olarak ele alabiliriz ve bu nedenle Joyce’un bu dönem yazılarını okuyan birisi, sonraki fikirleriyle çeliştiğini hayretle okuyabilir. Özellikle 1910 civarı (Dublinliler’den önce) kaleme aldığı yazılarda ise daha oturmuş bir bakış açısıyla, yoğun bir şekilde geçmiş ve çağdaş zaman, özgürlük ve asimilasyon, toplumsallık ve bireysellik karşılaştırması yaptığını görüyoruz. Burada da sanat teorisi üzerine yazılarını dikkatle okumak gerekiyor.

Joyce’un sanat üzerine yazılarında, iki temel terim grubu arasında kontrastı vardır; ritim, ilerleme, akışkanlık bir tarafta ve heyecan, arzu, iştah diğer yanda. İkinci söz grubu Joyce’a göre pornografiye ve didaktik öğretiye uygun yaklaşımları temsil eder. İlk grup ise sanatı, sanatçıyı ve geçek olayların doğasıyla ilgilidir.

Estetik algının, halk kitlelerinin ötesine düştüğü önyargısına şiddetle karşı çıkar. Hem bu bakımdan ve hem de, kültürel tarih açısından ele aldığı konular değerlendirildiğinde Joyce, kendisinden önceki İrlandalı yazarların çok ötesine düşer.

Joyce’un kültürel tarihe derin bir perspektiften baktığını görüyoruz. Joyce’un uluslararası, kült konumunu, edebiyat, felsefe ve sanattaki çağdaşlarıyla yaptığı zihinsel tartışmaya borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Bu yazıların yarattığı olumlu etki sonucu, yine kardeşine yazdığı bir mektupta, şu ifadelere rastlıyoruz; “Bir zamanlar olduğumu sandığım şekilde İsa Mesih değilim belki ama yine de, gazetecilik konusunda ilahi bir beceriye sahip olduğumu düşünüyorum.”

Mesele Derisi 78. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Mesele Kitap Dergisi’nin 78. Sayısının kapak konusu, yazar Ergin Yıldızoğlu ile yapılan, “Kürt Sorunun Çözümü, Demokrasi Kavramının Ötesine Geçmeli” başlıklı röportaj. Dergide ayrıca, yeni kaybettiğimiz Nail Satılgan’a dair E. Ahmet Tonak ile yapılan söyleşi, yine İlka Akkaya’yla, Kavafis şiirleri için Ari Çokana’yla ve “Teorik Bakış” dergisinin editörü Ali Akay’la yapılan söyleşiler, 15-16 Haziran direnişi, 1 Mayıs 2013 ve THY grevleri konusunda Şöhret Baltaş, Yunus Öztürk ve Bahadır Altan’ın yazıları, “Jîn” filmiyle ilgili Müslüm Yücel ve Volkan Aran’ın değerlendirmeleri yer alıyor.

Notos Öykü Dergisi 40. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Edebiyatımızın önde gelen dergilerinden Notos’un Haziran-Temmuz, 40. sayısının kapak konusu, İslamcılık, Muhafazakârlık, Modernizm başlığını taşıyor. “Kültürün toplumu bölen bir bütün dünya oluşunun anlaşılmayı gerektirdiği bir gerçek. Burada hem bir bütünden söz ediyoruz hem de onu bir araya gelerek oluşturan parçalardan. Ayrı ayrı yaşanan bu parçalar, hiç kuşku yok ki içinde yaşadığımız atmosferi oluşturuyor”. Notos bu kez, İslamcı, Muhafazakâr, Modernist anlayışlar arasında kalan edebiyat kültürünü tartışıyor. Notosun bu sayısı, birbirini anlamakta güçlük çeken dünyalara, özellikle bir yakadakine ışık tutmayı amaçlıyor. Dosyanın yazarları Hasan Bülent Kahraman, Sadık Yalsızuçanlar, Necip Tosun, Ömer Lekesiz, Ayşe Çavdar, Besim F. Dellaloğlu, İrvin Cemil Schick.

Notosun bu sayısında Müge İplikçi ve Firat Cewerî ile yapılmış iki söyleşi yer alıyor. İlk kitabından bu yana hem kendi dilini hemen oluşturmaya çalışan, hem de kendine özgü bir anlatı dünyası arayışını sürdüren Müge İplikçi Tezcanlı Hayalet Avcıları ile öykü dilini ve dünyasını yeni bir düzeye çıkarıyor. Kürt edebiyatının üstünde önemle durulması gereken yazarlarından Firat Cewerî, Kürtçenin bir edebiyat dili olarak yaşatılmasıyla yetinmeyip zenginleştirilmesini daha baştan önüne koymuş. Notos için yapılmış bu konuşma, Firat Cewerînin daha geniş bir okur çevresinde tanınıp anlaşılmasını da amaçlıyor.

Günlerin Getirdiği bölümünde "Yazarlar nasıl geçiniyor?" sorusu irdeleniyor. Geçim, yazarlar için de bir dert kuşkusuz. Hazırda gelirleri yoksa, çoğu zorunluluktan, yazının yanına başka işler koyuyor. Bunu seçmeyip bütünüyle yazmaya ve okumaya odaklı bir yaşam kurabilmek ilk anda kulağa hoş gelse de, bu ne ölçüde olanaklı ya da verimlidir? Yazıyla doğrudan ilgili olmayan mesleklerin, yaratıcılığı beslediği düşünülebilir mi? Akif Kurtuluş, Ayşegül Çelik, Cem Akaş, Cemil Kavukçu, Hikmet Hükümenoğlu, Birgül Oğuz, Ahmet Büke, Elif Köksal, Onur Caymaz yanıtlıyor.

Sarnıç Öykü Dergisi 10. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Sarnıç Öykü’nün 10. Sayısının odağında Feryal Tilmaç’ın YKY’den çıkan üçüncü öykü kitabı Esneyen Adam’ı var. Didem Görkay’ın Tilmaç’la söyleşisi ve Barış Acar, Fadime Uslu imzalarını taşıyan yazılar, özellikle Esneyen Adam’ı okuyanlara başka açılar sunuyor.

Sarnıç Öykü’nün bu sayısında çeviri öykülerden ilki Sergey Dovlatov imzasını taşıyor: “Ariel.” Sergey Donatoviç Dovlatov (1941, Ufa-1990, New York), Rus kısa öykü yazarı, romancı, gazetecisidir. Nobel edebiyat ödüllü göçmen Rus yazar İosif Brodski, Dovlatov’dan şöyle söz ediyor: “Bir yığın hikâyesi ve delice bakan gözleriyle, Kırım’dan dönen Tolstoy’a benziyordu.”

Sarnıç’ın 8. sayısında “Bıçak Atıcı” adlı öyküsünü yayımlanan Steven Millhauser’in yeni bir öyküsü yer alıyor bu sayıda: “Bir Huzursuzluk Öyküsü.” Üçüncü öykü, Hemingway’inÇanlar Kimin İçin Çalıyor kitabını ithaf ettiği Martha Gellhorn’a ait: “Yaralılarla Görüşme.” Dördüncü çeviri öykü ise Kuruş Esedi’den: “Benim Bahçem.” 1964 yılında İran’ın Körfez kenti Abadan’da dünyaya gelen Esedi’nin öykülerinin çoğunda öykü karakterinin peşinde olduğu ve çözmeye çalıştığı bir sır var.

Damla-lık’ta Billur Şentürk’ün derlediği kısa haberlerin yanı sıra, Şenay Eroğlu Aksoy ile 2012 yılında çıkan Evlerin Yüreği adlı kitabı üzerine yapılan bir söyleşi de yer alıyor.

Kült kitap bölümünde ise Nil Sakman’ın Ingeborg Bachmann’ın Otuzuncu Yaş kitabını inceleyen yazısı var.

Öykü Vitrini’nde ilk olarak Mayıs Ayında gerçekleşen 3. Uluslararası Ankara Öykü Günleri’ni inceleyen, daha sonra Edebiyat Ortamı’nın hazırladığı Öykü Yıllığı’nı mercek altına alan Kadir Yüksel, son olarak öyküye ağırlık veren başlıca dergileri köşesine taşıyor.

Teşekkürler Cömert Ağaç (Funda DEMİR)

Ağaçlar konuşuyor derdi dedem yaşasaydı eğer. Ben dedemi hiç tanımadım, ama onunla ilgili o kadar çok hikâye dinledim ki; gömleğini, cebindeki saatini, yürüyüşünü, öfkesini ve sevgisini hayâl edebiliyorum kimi zaman. Ağaç dallarından yaptığı oyuncak düdüklere yetişemedim, doğru. Ama ölümünden yıllar sonra bile anlatılan bıkıp usanmadan iyileştirdiği hayvanların, evine aldığı eski zamanın vakitsiz misafirlerin hikâyelerini dinledim köylülerden. Bahçemize ektiği ağaçların altında büyüdüm. O kavak ağaçlarının altına uzanıp kitabımı okur, çayımı içerken daha önce işitmediğim dedemin sesini duydum defalarca. Rüzgar eserken yaprakları konuşturur. O ağacın sesi, ona emek verenin, eli değenin sesine dönüşür. Ben duydum.

Üç hafta önce bir ağaca sarılmakla başlayan isyan, eli değen herkesin sesini haykırdı. Sokakları, caddeleri, şehirleri aştı o güzel insanların sesi. Bir parka sahip çıkmak insan olmanın onuruna sahip çıkmayı öğretti. Birbirine tahammül edemeyecek insanları bir araya getirdi. Aynı gazı soludu ağaçlarla insanlar. Ve kuşlar, kediler, köpekler...Doğayla bir bütün oldu insanlar. Bir parkı korumak birbirimizi korumaya dönüştü önce. Geleceğine sahip çıkan bu insanlar birbirlerini ezmeden,itmeden direnmeyi öğrendi. Kentin her yanına yayıldı sanki bu yardımseverlik. Metroda otobüste günler öncesinden farklıydı insanlar, gözlerimizle gördük. Bir parkı korumak onu temiz tutmak demekti. Korumak onun için direnmekti. Direnişi güzelleştiren ise elbette hayatı sevmek ve ona sahip çıkmaktı. İnsanları öldüren kibirin karşısına kütüphaneyle dikilecek zeka ve cesaretti direnmek.Yıllardır duyduğumuz renklerin kardeşliğinin ne olduğunu öğrenebilmekti parkı sevmek. Mahallede döktüğü lokmayı parka getirip dağıtan teyzenin bitmek bilmez enerjisi, çocuklarının önüne kalkan olan annelerimizin bizi göz yaşlarına boğan güzel yürekleriydi direnmek. Korkmayın,söyleyin! Biz kazandık! Birbirimize güvenebilmeyi, umut etmeyi öğrendik, yaralı taraflarımızı sardık, iyileştirdik. İnsan olduğumuzu yeniden hatırlattın, teşekkürler ağaç!

Bu kadar ağaçtan konuşmuşken ve bu hafta bize çok şey öğreten ağaçlara teşekkürü borç bilerekten "Cömert Ağaç" isimli kitaptan bahsedelim isterim. Cömert Ağaç, 1964 yılında Shel Silverstein tarafından yazılıp resimlenmiş benim de çok sevdiğim oldukça hüzünlü bir kitap. Küçük bir çocuk başlangıçta dallarına çıkıp oyunlar oynadığı ve arkadaş olduğu bir ağaçla olan ilişkisini ömür boyu sürdürür. Ağacın yanına her gelişinde farklı bir isteği vardır çocuğun. Meyvelerini yer, gölgesinde oynar,salıncak kurar. Biraz büyüdüğünde artık ağaçla oynamak onu mutlu etmez ve ağacı terk eder. Geri geldiğinde bir yetişkindir artık. Paraya ihtiyacı vardır. Parası olmayan ağaç satması için elmalarını verir çocuğa. İstekleri bitip tükenmeyen çocuk sadece ihtiyacı olduğunda ağacın yanına gelir ve cömert ağaç neyi var neyi yoksa çocuğa verir. Çünkü öykünün başında da dediği gibi “bu ağaç küçük bir çocuğu çok severdi”

Çocuk yorgun bir ihtiyar olarak geri döndüğünde ağacın kütüğünden başka feda edebileceği bir şeyi kalmamıştır. Oldukça dokunaklı bu öykü bitmek bilmeyen isteklerimiz karşısında doğaya verdiğimiz zarar ile karşılıksız sevmenin güzellğini harmanlıyor. Aynı zamanda kitabın CD'li versiyonundan öyküyü sesli dinleyebilirsiniz. Cömert Ağaç için bir çocuk kitabı diyemem, hele ki yaşadığımız onca günden sonra mecliste bu kitabı okumasını istediğim o kadar çok insan var ki. Ola ki bu yazıyı okuyan Ankara'lı biri olursa bir tane meclise bırakır umarım....

Sesimizi o ağaçlara taşıdık biz, düşenlerimiz toprağa ses oldular. Yıllarca konuşacak bizi doğa. Çocuklarımız uzak bir gelecekte duyacaklar sesimizi. Tanıyacaklar bizi. Bu memleketin bütün parkları, bütün ağaçları bir olmuş aynı şeyi konuşuyor, duyuyor musun; Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!

Cömert Ağaç
Shel Silverstein
Sayfa Sayısı: 56
Baskı Yılı: 2009
Dili: Türkçe
Yayınevi: Bulut Yayınları