Umut Edilen Çağın Romanı (Melike UZUN)

“Birçokları sadece karmaşa içinde hissediyor kendini. Yer sallanıyor; neden, niçin, bilmiyorlar. Onların bu durumu, endişedir; daha açık seçik hale gelirse korku olur.”diyor Ernst Bloch Umut İlkesi’nin önsözünde.

Bu topraklarda ve bu zamanda endişeyi, korkuyu değişik gerekçelerle, en yoğun haliyle yaşamayan var mıdır? Her gün ölüm haberleriyle uyanıyoruz: savaş, çatışma, açlık, sömürü, toplu mezarlar… Yaşlanıp yatağında huzur içinde ölemiyor insanlar, yeter artık yaşadım yaşayacağımı diyemiyorlar, çünkü ya toplu kıyımların kurbanı oluyorlar ya etnik mücadelelerin ya iş kazalarının ya da cinsiyetlerinin. Dövülen, öldürülen kadınların haberlerini, toplu mezarlar bulunuşunun, çocuklara tecavüz edilişinin hikayelerini bambaşka bir evrende yaşanan fantastik anlatılar gibi dinliyoruz. Bunlar aslında olmamış ve de hiçbir zaman olmayacakmış gibi davranıyoruz.

Bachman’ın dediği gibi “insanların altın kırmızısı gözleri” olduğunda “elleri yeniden sevme yeteneği kazanacak.” O kadar zor sevgi… Devletler savaşacak, erkek ve kadın da… Aslolan hep iktidar olacak, ne pahasına olursa olsun iktidar. Güçlü olan yine kazanacak, ezilen ezilmeye devam edecek. Yüzyıllardır böyle bu. Değiştirmeye çalışanlar hep yenilmiş, hep yenilmiş.

Ne yapalım o zaman? Yaşadığımız çağı bırakıp tarihin magazin sayfalarından birer roman mı çıkaralım? Ya da en iyisi bu umutsuzluğu anlatmak. Bitmeyecek kavgayı, şiddeti. Yalnızca gerçeği gösterelim insanlara, ne kadar sıkışmış olduklarını, hiçbir yere kıpırdayamayacaklarını, “irade”nin bir kavramdan ibaret olduğunu, birbirimizin kurdu olduğumuzu, mücadele edenlerin ne kadar da zavallı olduğunu, kadın ve erkeğin davranışlarının genlerden geldiğini ve hiç değişmeyeceğini, birinin Marstan diğerinin Venüsten olduğunu!?

Neyse ki yaşadığımız çağın ve toprakların hengamesi, tozu dumanı içinde yukarıda sözünü ettiklerimden çok farklı, bir çıkış yolunun bulunabileceği umudunu taşıyan, bu umudu anlatan yapıtlar da yazılıyor. Burhan Sönmez’in “Kuzey”i bunlardan biri.

“Olmayan” evrendeki bir yol öyküsü “Kuzey”. Canbegi Köyü’nde başlayıp Gökyüzü Kapısı’nda sona eren bir yol. Var olan evrendeki mücadelenin; ezilenle ezen, zalimle bilge, kadınla erkek, iyiyle kötü arasındaki savaşın, sözlü edebiyat geleneğimizin motiflerinden ve felsefe tarihinden yararlanılarak simgeleştirilmesi. Dünyamızda olan bitenin, çarpan, yaralayan gerçeklerin edebiyatın gerçekliğine dahil edilerek anlatılması. Yolun sonunda aydınlık bir imgeyle işaret edilen özgürleşme, okuyucuya sezdirilen, gerçeği aramaktan korkmayın, sonunda sizi bekleyen ışıktır, düşüncesi. Son sayfaya geldiğinizde üzerinizden kalkıveren ağırlık, hissettiğiniz hafifleme ve yaşam sevinci…

İlk bölümde Rinda’nın köyünden Kuzey’e gidişinin gerekçesi anlatılır. Rinda’nın babası Aslem, Canbegi köyünün uçurumunda çırılçıplak, ölü olarak bulunur. Rinda babasını o güne dek görmemiştir. Babası onun için bir yabancı olduğundan cesedin yanına bin bir tereddütten sonra yaklaşır. Onun başında beklediği gecenin sabahında ölünün dudakları kenarında küpeye benzer bir nesne bulur. Bu gizin peşine düşmek için kuzeye gitmeye karar verir ve “Kuzey yolunda gerçeği bulacağım.”diyerek yola koyulur.

“Jakaw ile Famme’nin lanetten kurtulamadığı” yerdir kuzey. “Bazen bir yerdir kuzey… bazense yoldur.” “…kendini bilenlerin değil, bilmek isteyenlerin mekanıdır.” Gerçeğin birden fazla yüzü olabileceğinin öğrenildiği yerdir. Ancak gerçeği aramanın yolu düz ve güvenli değildir. Orası, bilgeliğin olduğu kadar, mücadelenin, karmaşanın ve ölümün ülkesidir.

“Geyik İzleri” bölümünde Rinda’yı Kuzey’de, atının sırtında, omuzlarındaki bir kürk ve göğsündeki kalın okla Glut bulur. Okun ve kürkün sırrını zamandaki geri dönüşle bölüm sonunda öğrenir okuyucu. Yine bu bölümde Rinda’nın babasının cesedinin başında durduğu gecenin sabahında ölünün dudakları kenarında bulduğu “içinde yeşilimsi renklerin aktığı, yıldız gibi küçük parçacıkların salındığı” küpeye ilişkin ipucu da verilir. Küpe, iyilik ve kötülük arasındaki savaşın simgesidir.

“Beyaz Tilki”de Rinda gölgesini tabutta taşıyan Ose ve rüya toplayan, rüyalarla yaşayan Çerçiyle, “bu gerçek mi rüya mı”diye sormayan kahramanlarla tanışır. Çünkü, onlar bilirler ki yanıt her zaman belirsizliktir. Rüyasında beyaz bir tilki kılığına giren insan belki de gerçek yaşamda insan kılığında dolaşan beyaz bir tilkidir.

“Safali” “gönlü temiz kardeşler”in şehridir. Ordakiler hep başkalarının ismiyle adlandırırlar kendilerini ve gerçeği ararlar. Soran, düşünen arayan bilgelerin yurdudur orası. Ancak bilgelerin kentinden sonra Rinda kendini “Kara Kurt’un Mağarası”nda bulur. Safali dünyanın umuda açılan kapısıyken zalim Meraniler’in işkencehanesi Kara Kurt Mağarası, insanlığın karanlık yüzünün temsilcisidir. Yazar, esinini hayal gücünden değil, gerçek hayattan alan işkence sahneleri çizer bu bölümde… Okuyucu şöyle düşünmekten alamaz kendini “Kuzey, dünyaya ne kadar benziyor.”

Rinda Kara Kurt’un mağarasında iki şey öğrenir: Birincisi, ölen babasının yolu da düşmüştür buraya, ikincisi iyilikle kötülük arasındaki çizgi inceciktir. İşkencehaneden, Anasaa ve Zeyno kurtarır onu ve bir sonraki durak “Şahmaran Bahçesi” olur. Orada da babasının izini sürer Rinda ve babasıyla Şahmaran Bahçesi’ndeki Loriya’nın yollarının kesiştiğini öğrenir, bu noktada küpenin sırrı da çözülmeye başlar. Yeşil küpeleri ele geçirmek için savaşanların mücadelesinin nedeni daha derinlerdedir. Düğümler çözülürken roman bambaşka bir noktaya evrilir, gerçek yaşamla kesişme noktası daha da güçlenir. “Biz iğneyi bulup elbise dikerken, onlar mızrak yapmakla meşguldü, sonra ucunu boynumuza dayadılar. Elimizdeki sabana, ekin aldığımız toprağa göz dikip kan akıttılar. Bundan gurur duydular. Biz onların erkek oldukları için mi, yoksa ele geçirdikleri ganimetlerin gücü nedeniyle mi değiştiklerini anlamaya çalışırken, onlar bizi eve kapattılar.” Her şeye karşın Şahmaran kadınları “…önümüzdeki bahar Balık burcuyla girilecek yeni çağı daha çok önemsiyorlardı. Gökyüzünün, yeryüzünün, bir de kadınların kaderi değişecekmiş. …” diye düşünürler, çünkü onlar yıldızların kaderlerini değiştirmesini beklerken mücadele de ederler. Yaşamlarına yön verme gücünü kendilerinde bulan, iradelerinin belirleyiciliğinin farkında olan kadınlardır.

Son bölümde iki sürpriz bekler okuyucuyu, birincisi anlatıcının kendsini ele vermesidir. Yazar değildir bize masalları anlatan, kim bilir belki de kahramanlardan birinin kılığına girmiştir anlatıcı yazar. İkincisi çizilen apaydınlık tablodur. “Seli do” sesleri dolar kulağınıza, dünyadaki herkes “seli do” der sanki birbirine o aydınlıkta. Şahmaranlar herkese öğretmiştir bu sözcüğün anlamını ve herkes yüreğinde hisseder “seli do”yu. Neden olmasın, dünyamızda bir gün girilecek yeni çağda herkes kadınların dilini çözer, anlar: O, iyiliğin, barışın dilidir.

Kuzey’i okumak, gerçeğin düşe, romanın masala, çok tanıdık hikayelerin özgün anlatılara dönüştüğünü görmek demek. Kitabın sayfalarında yaratılan dünyalarda yitip giderken birden yolunuzun kendi ülkenize, yaşadığınız kentin bir sokağına, evinize, iç dünyanızın labirentlerine düşüvermesi demek.

Burhan Sönmez için sözcükler bir bilgenin ormandan topladığı, dönüştüren, değiştiren, sağaltan otlar gibi… Onun sözcükleri, kiraz ağaçlarının, yıldızların altında, savaşmadan, öldürmeden, birbirimizi anlayarak, yalnızca doğaya ait olduğumuz duygusuyla yaşlanabileceğimiz günlerin umut ışığını taşıyor bize.

Ernst Bloch’un dediği gibi: “Mesele Umut Etmeyi öğrenmektir.” Bunu öğreten neden “Kuzey” gibi bilgeliğin ve dilin gücüyle donanmış romanlar olmasın?

İçinde Ruhlar Dolaşan Kitap (Melike UZUN)

Joel Koven “Tarih ve Tin”de şöyle der: “Geç kapitalizmin kendini iyi hissetme kültürü içinde, acı çekmenin değeri bugünlerde unutulmuştur. … Ötekine açılma, dünyanın acısını hissetmek demektir. … Ancak ruhun acı çekişi radikal mutluluk umudunu da ima eder. Acı çekmek ve varlığa açık olmak: bütünleşmiş varlığın olanaklıklarını beklemek … anlamına gelir.”

Acıyı boş ver anı yaşa ya da şimdiyi boş ver, bu dünyanın kurallarını kutsal kitaplara göre biçimlendir anlayışlarının yaygınlığından kurtulup daha iyi bir dünya için başka felsefeler kurmaya gereksinmemiz var. Ve de bu başka felsefeleri öneren edebiyat, sinema yapıtlarına dört elle sarılıp onları daha çok okunur, izlenir hale getirmeye…

“Masumlar” da yazar, gereksinmemiz olan böyle bir felsefeyi önerir.

Anlatıcı Brani Tawo Cambridge’e gelmeden önce yaşadığı coğrafyanın ağırlığını içinde taşıyan bir devrimcidir. Öyle ki onun çocukluğunun geçtiği köy “ölülerle birlikte kalabalık bir köydü” ve “namus diye herkesin koynunda taşıdığı bıçak, kan akıtmaya zaten hazırdı.” Doğanın ve insanın insana uyguladığı şiddetin pek de yadırganmadığı bir coğrafyadır söz edilen. Romanda açıkça söylenmese de şunu sezeriz: Anlatıcının anadili onun gurbet duygusunu perçinleyen “dağ dili”dir. Varlıklarının bilinmesine öylesine muhtaçtır ki bu coğrafyadakiler, öğretmen sınıfta Amerika’dan söz edip getirdiği yabancı gazeteden bir haber okur: “Elindeki gazetede yaman geçen kış mevsiminde Haymana Ova’sında donarak ölen iki çoban ile dört yüz koyunun haberi yazılıydı. Çocuklar sevinçle alkışladı, kadın öğretmen buna memnun kaldı.” Romanın geçmişte yaşananlar düzlemine sığdırdığı bu, ve bunun gibi pek çok hikaye, anlatıcı Brani Tawo’nun acısını okura da sirayet ettirir. Donan insan ve hayvanların haberini alkışlayan çocuklar ve buna memnun kalan öğretmen… Sarıldığı her insanın ölümünü gören Kewe… Yanlışlıkla kendi kardeşlerini öldüren Ferman… Ömrü boyunca Ferman’ı bekleyen Asya… Yaşadığı akıl almaz saldırıdan kentten kıra kaçan Pençeyüzlü kadın… Yıldırım çarpmasıyla ölen çoban… Ölen bebeğinin öcünü alan Koca İsmail… Hepsi ateşten geçmiş, ateşte pişmiş kahramanlar, yaşadıklarından bilgelikler çıkarabilmesini bilmişler. Brani Tawo Cambridge’e geldiğinde işte onların acısını sırtlanıp bu uzak ülkeye insomnia olarak getirmiştir.

Sözü edilen bireysel acıların fonu darbe ve idamlarla süren bir siyasi tarihtir. Siyasi tarih, “Masumlar”da, şiir okunurken arka planda acıklı acıklı çalan bir keman gibidir, sesi derinden işitilir. Derinden ve etkili…

Feruzeh, Brani Tawo gibi göçmendir. Eski eşya satan dükkanda başlayan tanışıklıkları aşka dönüşür. Geçmişleri onları geleceğe taşır aslında. İkisi de geçmişi yok saymaz, aşkları aracılığıyla acılarıyla barışırlar. Feruzeh, Brani Tawo’ya “Ben senin yanında günahlarımı temizliyorum” der. İran’a bir süreliğine geri dönerek bunu somutlar. Brani Tawo ise ona babasından kalan gül desenli aynayı hediye eder. “Cebimden gül desenli aynayı çıkardım. Eskiden bu aynada geçmişi görürdüm, bu sefer geleceği gördüm. … Aynayı yüzüne yaklaştırdı. Kimsenin bilmediği bir kuyuya düşer gibi, gizli bir hayatın sırrına erer gibi baktı.”

Feruzeh ve Brani Tawo “bütünleşmiş varlığın olanaklıklarını” sezmiş ve bunu gerçekleştirerek, acıdan aşka çıkan bir yol çizmişlerdir. İkisi de ruhlarının acı çekişinin, Joel Koven’in söylediği gibi, “radikal mutluluk umudu” taşıdığının farkına varacak sezgiye ve bilgiye sahiptir. “Kimsenin doğduğu yerde yaşlanmadığı” zamanlarda “ötekine açılmak” şanssızlığını mutluluğa dönüştürmek için tek yoldur belki de.

İki düzlemde gelişen romanın bir düzlemini geçmişte yaşananlar, diğerini de şimdide yaşananlar oluşturur. İlk düzlem Ferman, Kewe, Koca İsmail, Küçük Mehmet, Pençe Yüzlü Kadın, Deniz,Tatar Fotoğrafçı ve Haco bölümlerinden oluşur. İkinci düzlem, şimdiki zaman, Feruzeh, Azita Hanım, Wittgenstein, Brook, Brani Tawo, Stella ve O’Hara bölümlerinden oluşur. Son bölüm “o” iki düzlemi birleştirir, geçmiş, şimdiye radyo oyunun replikleriyle aktarılır.

İlk çizgideki biçem, benzetmelere, soyutlamalara, abartıya dayanır; olayların anlatımı masalsıdır. Bu özellikler, sözlü edebiyat geleneğimize, halk hikayeleri ve destanlara ilişkindir. “Çok geçmeden beyin istetmek üzere olduğu güzel kız kimsenin tanımadığı bir adamla kaçmış ve ovadaki herkes bunu Kewe’nin babasından bilerek, evlerin arasında yaz sıcakları gibi ağır halde dolanan intikamın gelip onların kapısına dayanacağını anlamıştı. Bir lanetin gölgesinde büyüyen Kewe zamanının çoğunu elma ağacının altında geçirirken fidan boyunu, ak yüzünü, ve kadife sesini unuttu.” Şimdiki zamanın anlatımında “Şairin dediği gibi” diye başlayan kısımlarda bu biçem anımsatılsa da dilin daha düz kullanımıyla karşılaşırız. İlk düzlemdeki uzun tümceler ikincisinde, yerini kısalarına bırakır. Bölümler arasındaki bu biçem ayrılığı akışın ağır olma olasılığını kırmış, romana hareketlilik katmıştır.

Ölümü ve aşkı kendi dilini yaratarak anlatan bir roman “Masumlar”. Entelektüel birikimin sözlü edebiyat geleneğiyle birleştirildiği bir biçem, dil bu.

Dili kullanma, eğip bükme gücünün kurgulama ustalığıyla birleştiği bir roman…

Ölüm ve acıdan aşk ve yaşama giden yolu öneren, doğanın döngüsünün her şeyin üzerinde olduğunu, elma ağaçlarıyla akrabalığımızı, durmaksızın deklanşörüne bastımız fotoğraf makinesinin bizi sonsuzluğa nasıl taşıdığını anlatan bir roman.

Gücünü yalnızca gerçekliği sergilemesinden değil, daha güzel bir yaşam için okuruna felsefenin olanaklarını sunan bir roman. İşte, bu yüzden okunmalı.

Tanrılar Pek Nadir Bahşederler (Aysel SAĞIR)

“Şans ne yazık ki sevdiklerine karşı bile hiçbir zaman fazla cömert davranmaz. Tanrıların bir ölümlüye, ölümsüz bir iş başarma fırsatını bir defadan fazla bahşettikleri pek nadir görülür...”

Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar’da, Stefan Zweıg, rutinin, geniş zamanların dışına çıkıp, sadece bir karar an’ına odaklanıyor. Söz konusu karar an’larında neler oluyor? O an’da kafasından geçenleri karara bağlayan kişi neye dokunuyor? Yanıt olarak insanlığın önünde açılan yeni boyuta demek basit kaçacak. Her şeyden önce tarif edilemeyecek denli önemli olan bir noktada son sözü söylemek, bunun farkında olmak daha can alıcı bir yerde duruyor. Zira kendisiyle birlikte dünyayı da yazan kişi var karşımızda. Bu sıradan herhangi bir kişi de olabilir. Olabilir mi? Belki. Ama yine de bir yaratım sürecinin içinde olmadığı taktirde bu biraz zor gözüküyor. Zaten Zweig da çalışmasının baş köşesine oturtduğu kişileri tarihsel süreçlerden seçmiş. Tarihi adıyla yazmış isimleri, kendilerinin kaderlerini belirlediği an’da yakalamış. Tüm bu an’lar belirdiğinde muhatabı olan kişilerine oldukça yüklenmiş Zweıg. Geriye dönüşün uçurumlaştığı noktada da gerilimi yüksek tutmuş. Aynı zamanda, bir tekrarı artık olmayacak an’ların hüznünü de duyumsatarak.

Aynı nehirde iki kez... 

Tıpkı Herakletios’un da dediği gibi “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” olacağından, üstünde durulan süreçlerin sıradan insanlar için de geçerli olduğunu vurgulayalım. Zweıg’ın kitabına konu ettiği tarihsel kişileri yakından tanısak da, bu tanışıklığın nedeni üzerinde durmamız gerektiği konusunda yoğunlaşmamızı sağlıyor Zweıg. Eğer söz konusu an’lar olmasaydı, o an’larda zihinden geçen şeyler karara dönüştürülüp hayata geçirilmeselerdi, biz bu kişileri tanıyabilecek miydik? Şimdi tamamen başka bir şeyden bahsediyor olacağımızı söylemeye gerek yok. Örneğin, Lenin sürgün yaşadığı İsviçre’de aldığı karar sonucu, 9 Nisan 1917 günü saat iki buçukta Zürih Garı’na doğru yola çıkmasaydı, 1917 Ekim Devrimi olmayacaktı. Ya da Dostoveyski, gece yarısı uykudan uyandırılıp, demirden zincirlere vurularak dokuz arkadaşıyla birlikte duvarın dibine dizildiğinde, tetik çekileceği anda gelen bir emirle son anda ölümden dönmeseydi, o büyük eserlerle insanlık tanışamayacaktı. Zweıg’ın, Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar’da, artık bir daha geri gelmeyecek kaçırılan bir an’ın canalıcı önemini, tarihsel kişiler üzerinden anlatması bizi yine de yanıltmasın. Bütün bunları herhangi bir insanın uçlaştırılmış hali olarak görmekte yarar var. Her insanın kendisi ve çevresi için bir şeyleri kaçırdığını, onların farkında bile olmadığını hatırlatalım. Zweıg’ın kişilikler, tutkular, hırslar üzerinde de ne denli durduğunun altını çizelim.

Kuralların, bilinen modellerin dışında... 

Kitabında, kural silsilesiyle çevrelenmiş, ne yapıp ne etmeyeceği önceden belirlenmiş bir modelden sapma da diyebileceğimiz bir anlayışla tanıştırıyor aslında bizi Zweıg. Aykırılıkla, gerekirse lanetlenmeyi göze almakla, vaz geçmeyi de bilmekle yani. Bir aşkınlıktan bahsediyor. Ama bu aşkınlıkta cesaretin payı çok büyük . Çünkü göze almak gerekiyor. Fatih Sultan Mehmet de bunlardan biri. Fantastik denilebilecek düşlemlemlerini hayata geçirerek İstanbul’u alıyor. Karadan gemi geçirilir mi? Geçirilir. “Mehmet dahiyane bir planla, körfezin dışındaki denizde artık işe yaramadan duran donanmasını karadan geçirip Haliç’in iç limanına taşımayı tasarlıyor. Dağlık bir araziden yüzlerce gemiyi geçirmek, bu soluk kesen cüretkar fikir daha işin başında o denli saçma, o denli gerçek dışı görünüyor ki, Romalılar, daha sonra da Avusturyalılar, Anibal ve Napolyon’un Alpleri müthiş bir hızla geçebileceğine nasıl akıl erdiremedilerse, böyle bir planı stratejik hesaplarına dahil etmek de Bizanslılarla Galata’daki Cenevizlilerin aklına gelmiyor. Yeryüzünde edinilen bütün tecrübelere göre, gemiler sadece ve ancak denizde hareket edebilirler, bir donanma asla bir dağı aşamaz. Ama işte tam da bu görüş, her zaman için imkansızı gerçeğe dönüştüren şeytani bir iradenin gerçek göstergesi olmuş, savaşta savaş kurallarını hiçe sayan ve uygun bir an geldiğinde denenmiş yöntemler yerine kendi yaratıcı doğaçlama yöntemini kullanan kişiler askeri bir deha olarak tanınmıştır.”

Alın yazısının ipleri 

Kitaba konu olan tarihsel kişilikleri her ne kadar tanıdığımızı sansak da, kitabı okuduğumuzda onları tanımadığımızı daha iyi anlıyoruz. Diğer bir yandan onlardan bize doğru hiç de yabancısı olmadığımız etkiler geldiğini söylemeye gerek yok. Aslında insani açıdan ortak yanlarımız da oldukça fazla. Ama her insanın ayrı bir kişiliği, deneyimleri, gücü olduğu da bir gerçek. Ne umutsuzluğu ne de umuda fazla da kapılmamak gerekiyor. Güç belirleyici faktör. Çünkü yazgı “güçlülerin ve güç kullananların peşinde” dolaşıyor. “Tek bir kişiye kul köle olup ona itaat ediyor yıllarca.” Sezar, Büyük İskender ve Napolyon bunlardan biri. “Çünkü yazgı, kendine benzeyen, ele avuca sığmayan kudretli kişileri” seviyor. “Ama gariptir ki arada bir, çok ender olarak da herhangi birinden yana” oluyor. “Bezen –ki bunlar dünya tarihinin en hayret edilecek anlarıdır- alın yazısının ipleri bir dakika için önemsiz birinin eline geçer. Böyle insanlar kendilerini dünyanın kahramanlık sahnesine çıkaracak sorumluluğun gücüyle mutlu olacakları yerde ürkerler ve çoğu zaman da yazgının üzerlerine yüklediği yükü titreyerek ellerinden bırakıverirler. Birinin bu fırsatı değerlendirip kendisiyle birlikte yücelttiği pek nadirdir. Çünkü yüce olan, ancak tek bir saniye için güçsüze bırakır kendini, o saniyeyi kaçırana ise ikinci bir şans tanımaz artık.”

Öyle bir an ki... 

Ancak yıldızın parlaklığını sürekli tutmak için bir adım gerekiyor. Bu adımın da cesaret olduğunu söylüyor Zweıg. İnisiyatif koymak gerektiğini, yoksa o parlayan yıldızın sönmekte hiç gecikmeyeceğini, böylelikle de parladığı kişiyi cezalandıracağını anımsatıyor. Zira söz konusu an geldiğinde, kişinin hızlı düşünme, karar verme, sonrasında ne olacağını hesap etmeme, bulunduğu zemini gerekirse düşünmeme, daha bir çok statüleşmiş durumları feda etme gibi hareketler gerekiyor. Elbette sonrası felaket de olabilir. Ama öyle bir an’ki, yazarın bahsettiği sırf o an’da harekete geçildiği için yeni dünyalar doğuyor. Bize bu dünyaların nasıl doğdunu, Pasifik Okyanusu’nun Keşfi, Bizans’ın Fethi, George Friedrich Handel’in Hayata Dönüşü, Bir Gecelik Dahi, Waterloo’da Dünyayı Değiştiren An, Marienbad Ağıdı, Eldorado’nun Keşfi, Kahramanlık An’ı, Okyanusu Aşan İlk Söz, Tanrıya Sığınış, Güney Kutbu İçin Mücadele, Mühürlü Tren, Cicero, Wilson Başaramıyor başlıklı bölümlerde anlatıyor Zweıg.

Tüm bunlardan önemli tek bir sonuç çıkıyor tabii ki. An’ı kaçırmamak gerekiyor. Her ne kadar Zweıg kitabında, tüm insanlığa mal olmuş figürleri öne çıkarsa da, her insan için söz konusu an(lar) bir kez de olsa bulunuyor. O an’lar da kişinin önünde, açacağı yeni bir dünya için basamak olarak duruyor.

YILDIZIN PARLADIĞI
TARİHSEL ANLAR
Çev: Deniz Banoğlu
Yordam Kitap
2013. s, 319

Zamanıdır, Zamanı Gelmenin… (Tomris SAKMAN-Tayfun TOPRAKTEPE)

"Yeni biz söz dizimi lazım Cüneyt bana. Sıkıldım öznenin her zamanki yerinden, gizlenmesinden, saklanmasından. Varlığından ayrı, yokluğundan ayrı. Yüklemler özne olsun, sevmekler dolaşsın caddelerde, “seviştim”ler konuşsun “nefes almıştım”larla, hep birlikte bizi yapsınlar, biz yapsınlar. Eyleyen biz olmayalım. Bir sevişmek gelsin, bütün zamanlarda çeksin bizi, Esra’yla beni. Eylem zamanı geçti, gelmez bir daha; özne de yok zaten."

Yaşadıklarımızın içinde hiç beklemediğimiz bir anda bizi başka farkındalıklara taşıyacak gizli ipuçları vardır. Günlük hayatın sıradanlığı, tekdüzeliği, hücrelerimizin derinliklerine öyle işlemiştir ki farkına varamaz, çoğunlukla gözden kaçırırız bu ipuçlarını. Kimi zaman bir aşk, kimi zaman bir çocuk, kimi zaman da yıldızlı bir gökyüzü vardırır insanı bu farkındalık eşiğine. Kısacık bir an’dır bu. Yol boyunca neleri, kimleri teğet geçtiğimizi fark eder, hayatın hayhuyuna kapılmayacak kadar dışarıdan izleriz kendimizi. Aşk biter, çocuk yürür, yıldızlar bir bir söner. Geriye kalan ise, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı duygusudur, yalnızlıktır.

Behçet Çelik’in Soluk Bir An’ı, kahramanı Taner’in işte bu sıradanlığı durduran bir an yaşamasıyla başlıyor. Taner’i eşikten atlatan ise yanağına değip geçen bir soluktur; Esra’yla, yani karısının en yakın arkadaşıyla yaşadığı kısacık bir an. Zamanın durmasına yol açan kısa, soluk bir an. “Zaman da tam o anda durdu. Bir an. Uzadı sonra, uzadıkça uzadı, daha da uzadı. İkinci bir zaman oldu, akıp giden zamanın yanında – paralel bir zaman. Akmayan, o anda durmuş, orada kalmış ama her daim şimdiki zamana paralel.”

O soluk bir an’la –aşk diyebilir miyiz?- Pandora’nın kutusu açılır ve Taner’in nereye kaldırdığını unuttuğu umutlar, heyecanlar, tutkular, arzular çıkar ortaya.

Taner roman boyunca bazen o kısacık an’da çakılı kalan ikinci zamanda, bazen de akıp giden gerçek zamanda gidip gelir. Birbirinin içine geçen bu iki zaman arasında bocalar. Bocalar, çünkü Taner kendini, dolayısıyla hayatı durmamacasına sorgulayan bir karakterdir. Hareket etmez ama sorgular. Ona göre, ayağına diken batmış birinin hareket ettiğinde canı acıyorsa, durmalıdır, sabit kalmalıdır. O, hayatı yaşamayı değil, balkondan seyretmeyi seçenlerdendir. Başka seçenek de yoktur, hayat böyle bir şeydir, geçer gider. Geçerken avunabildiğin kadar avunmak en iyisidir…

Hayatın içinde bir “yabancı” gibi yaşayan kahramanımız; filizlerini ilk gençliğinde vermiş varoluş sıkıntısını, hayata direnmeden, herkesin gittiği güvenli yollardan yürüyerek bastırmaya çalışan, aksayan durumları -evliliği gibi- kesip atacak taraf olmak istemeyen, içinde belirebilecek olası umuttan alabildiğine kaçan, “şerefli mağlubiyetler çağı”nın en büyük zulmünü kendisine yaşatan bir aktörüdür aslında. “Herkesin yaptığını yapmak güvenliydi; başkalarının adımlarıyla oluşmuş patikadan yürümek, geçip gitmişlerden kalan izleri, onların dağlara taşlara kazınmış, havaya karışıp rüzgârlarla fısıldanır olmuş sözlerini takip etmek, ateş yaktıkları yerde ateş yakıp onların kıvrıldığı gibi kıvrılmak bir kenara, bulmacadaki kesik çizgileri birleştirmek, arada sırada, pek nadiren yoldan çıkmayı hayal edip ürpermek ama çıkmamak, peşi sıra atacağı adımı sağlam tutmak. Yıllar önce verdiği karar buydu. Başka türlü olabileceğine inandığı zamanlar da olmuştu daha gençken ama ilk zorlukta tökezleyince bu karara varmıştı. Herkesin yürüdüğü yoldan yürüyecekti. Daha farklısını yapmak, kafa tutmak herkesin harcı değildi. O hamur yoktu kendisinde.”

Bir kere doğduk, yaşayacağız… 

Romanlar, şiirler, müzikler… Taner yalnızlığını bir tek onlarla paylaşır. Şairlerin, yazarların dediklerine kulak verse de bunları hiç bir zaman kendi yaşamına uyarlayamaz. Sorusu da çoktur, cevabı da. Ama cevapları genellikle kitaplardan okumuştur. Emekli olup, sahip olduğu her şeyi arkasında bırakarak bir pansiyona yerleşme düşünü, Selçuk Baran’ın Bir Solgun Adam’ını okumakla yitirdiğinin farkındadır. Yaşamasa da, kitapların ona öğrettiği gibi kaçacağı yerde de aynı havayı soluyup aynı suyu içeceğini bilir.

Taner, en gerçek sinyalleri veren “beden”in yol göstericiliğine inanır. Gerçekten de beden değil midir aynı anda hem çocuk, hem yetişkin hem de yaşlı olan? Bize dünyeviliği hatırlatıp “ben buradayım, yaşıyorum” diyen yegâne varlığımız? Yaşadığımız varoluş sıkıntılarından benliğimizi kopararak ayağımızı yere bastıran, yaşadığımızı hissettiren beden. “Sadece bedeni vardı, gerisi kendisinin, birilerinin, ataların, hocaların uydurmasıydı.”

Behçet Çelik, farkındalık cehennemine ilk gençliğinde düşen Taner’i bizlere kelimelerle anlatmakla kalmıyor, aynı cehenneme düşenlere –Tanergillere- bir dost, bir yoldaş gibi tanıştırıyor. Hayatımıza sokuyor. Modern hayatın “bunaltı”sının yaşandığı caddeler, siteler, alışveriş merkezleri, ışıklı tabelalar, binalar arasında “Yalnız değilsiniz, bakın Taner de böyle!” diyor.

Soluk Bir An kusursuz bir Türkçeyle, yazarın öykücülüğünden gelen az ama yoğun anlatımla kaleme alınmış bir roman. Satırlar arasında gezinirken Taner’le birlikte kâh hayatın anlamsızlığını, kâh yaşamanın ne güzel bir şey olduğunu düşünüyoruz. “Sonunda ölüm olan bir varoluş çok da önemli bir şey değildir, olamaz, bu kadar da ciddiye alınmamalı,” diyen Taner, ölümsüzlük ilacının “yaşamakta” olduğunu da söyler bize bir taraftan.

Bir Manifesto… 

Romanın sonundaki dört sayfa ise başlı başına -hikâye edilmiş- bir manifesto. Hayatımızda olup bitenlerin başkahramanları, kişiliğimizin, ruhumuzun hamuruna su katıp şekil verenler, rollerini hakkınca yerine getirerek bir bir söz alıyorlar.

Behçet Çelik toplumdaki rollerimizle var olduğumuz, her şeyin görünmez iplerle birbirine bağlı olduğu hayatımızda, insanlarla/olaylarla birlikte içimizde aşınıp derinleşen bir çukura, o koskoca boşluğa işaret ediyor. Bir daha durup düşünmemiz için… Mırıldanarak da olsa, Paul Celan’ın dizelerinin ağzımızdan dökülmesi için…

“Penceredeyiz sarmaş dolaş, kendimizi seyrediyoruz sokaktan:
vakt erişti, herkesler bilsin bunu!
Artık çiçek açma zamanıdır taşın,
yüreğinse tedirginlik zamanı.
Zamanıdır, zamanı gelmenin.”

Taner’in bütün hayatını baştanbaşa sorgulamasına neden olan Esra’ya duyduğu aşk
-bir daha soralım, aşk diyebilir miyiz?- ne mi oluyor? Kitabı okumayanların hevesini kaçırmayalım. Sadece bir ipucu: Onun akıbeti de başlangıcı gibi yine kısacık, soluk bir an’da gizli.

Soluk Bir An
Behçet Çelik
Can Yayınları 1.Basım Mart 2012

Ütopya Denen Vaat (Onur KOÇYİĞİT)

İnsanevladı, zaman var olduğundan beri iktidar olma ve erkler üzerinden yaşama isteğiyle dolup taşmıştır. Günümüze gelindiğinde, içgüdülerinden arınıp mantıkla hareket ettiği söylenen hayvan, zamanın başından beri pek bir “radikal” değişim yaşamamıştır. Bugün hala ve inatla, güce sahip olan tarafta yer almanın istenciyle yaşamaktadır.

Nildur Tandaçgüneş’in yazdığı ve “Antikçağ’dan Günümüze Mutluluk Vaadi” altbaşlığı ile yayınlanan Ütopya kitabı, girişte bahsettiğim meselenin tarihsel sürecini inceliyor ve şöyle diyor kitabı için: “./. kültürel kuramların ışığında ideolojik yönüyle siyasi politiğin, edebi yönüyle de sanatsal üretimin çağlar boyu ilgi odağı olmuş bir kavram olmuş ütopyayı mercek altına almakta.”

Bilinen ve kabul gören tanımdan hareketle ütopyayı değerlendiren kitap, meseleyi yalnızca tanımıyla sınırlandırmıyor. Peki nedir bu meselenin tarihsel hacmi ve dolayısıyla yarattıkları ya da bu denli sorulara cevap bulunabilir mi? Açıkçası bu türden yazılarımın öznesi oldu böyle sorular, zira soru(n)lar olmadan cevaplar üzerine konuşmak fazlasıyla hamasi geliyor bana.

Ütopya, tanımıyla ilgili olarak fazlaca yanlış anlaşılmış, ve dolayısıyla da kıyasıya yanlış kurgulanmış bir meseledir. Hem hiçbir yer olan hem de iyi bir yer olanın, gerçek düzlemde var olmasının mümkün olma hali olarak görülse de meselenin özü bunun daha da dışındadır. Bir bakıma çizilen sınırların da ötesindedir. “Olmayan yer” meselesini daha da açmak gerek, zira ütopya olmayan değil, olması istenen yerdir. Herbert George Wells de şöyle anlatıyor;

“Ütopyanın değeri, güncel uygulanabilirliğinde değil, olası bir gelecekle olan ilişkisindedir. Uygulanabilir faydası, arzusuyla bizi mıknatıs gibi çeken bir toplumsal durumu betimlemek üzere şimdiki gerçekliğin üzerinden atlamaktır. Burada ütopyayı güçlü kılan, hayali ve ‘uygulanamaz’ niteliğinin ta kendisidir. Ütopyanın ‘hiçbir yerdeliği de onu aramaya bizi kışkırtmaktadır.”

Tandaçgüneş de bu bakış açısından hareketle, ütopyanın sistematik bir şekilde diyalektiğini ortaya koymuş. Kitabın altbaşlığı da olan “mutluluk vaadi” meselesini de derinlemesine inceliyor. Hıristiyanlık ile birlikte birçok “inananın” etrafında şekillendiği “Binyıl inancı” da ütopyanın, temel bileşenlerinden olarak görülüyor. Hatta ek olarak, Hegel’in “Kendisinin Gerçekleştiren Ruhun Çağı ve Marx’ın Komünist Toplum düşüncelerine ilham kaynağı olan inancın, bu binyıl inancı ile beraber gelen eleştiriler olduğunu söylüyor. “Hıristiyan olmayan ama inanan” bir diğer tarafın da Çin olduğunu söylüyor.

Büyük bir afet ya da felaket sonrası dünyaya barış ve mutluluğun geleceğini öngören inanışın, ütopyayla dirsek temasında olduğu aşikar. Afet ya da felaket olayını biraz açmak gerekiyor. Modern toplumlarda binyılcılık katı doktrinlere yenilmiş olsa da dünyanın felaketler sonrası barış çağrısı ya da ortaklaşma isteği ortada. Ancak coğrafi keşifler sonrası yöntemi görünürde değişen yayılmacı, kolonici anlayışın globalizmden hareketle kendi binyılcı tutumunu görmek gerekiyor. Emperyal güçlerin İran’da olan bir depreme sahip çıkmayıp kendi kolonilerinde, örneğin Fiji’de, oluşan felaketlere sahip çıkıyor oluşu sorunu büyük oranda ortaya koyar. Burada mekana bağlı bir iktidar olgusu ve isteği öne çıkar. Kendi ütopyasında güç sahibi olanın mutluluk ve ortaklaşma istediği fakat erkin dışında kalan yeri “olmayan” olarak görmesi normalden fazlasıdır.

Tandaçgüneş’in de referans aldığı bir makale olan “Küreselleşme Miti”, Yoram Wind ve Susan Douglas’ın bu küresel olan ile merkez arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. En iyi yorumu da Tandaçgüneş’in kendisi yapıyor:

“./. günümüzde ekonomi, iletişim ve teknolojide yaşanan bütünleşme, stratejik pazarlamada da global bir perspektifin benimsenmesini gerekli kılmıştır. Ancak bu bütün dünyada ... bilakis küresel düşünüp yerel davranmak gerekliliğiyle homojen bir toplum yerine, heterojen bir toplumsal yapıya doğru gidildiği savı üzerine yapılanır.”

Bu yorum, ütopyanın nasıl distopyaya evrildiğini, muazzam bir eşitlik ve barıştansa, bütün değer yargılarının terazinin adaletinden uzaklaştırılarak bireyselleştirdiğini ortaya koyuyor. İktidar olanın, kendi gücünün yok sayıldığı yeri görmemesine, kendine ait olanı ise daha güçlü kılarak diğerinin var oluşunu dahi yok etme isteğine doğru evirilmesini gösteriyor. Sistemin inatla ve tekrarla “Benim olmadığım yerde hiç kimse yoktur,” deme cüretine ve despotizmine sahne olan bir tarihten nasıl sağ çıkacağımız ise yine ütopyanın kaderine kalmış durumda. Belki de distopyanın kararına... kim bilir.

ÜTOPYA – Antikçağ’dan Günümüze Mutluluk Vaadi, Nilnur Tandaçgüneş, Ayrıntı Yayınları, 2013.

Umut Etmenin Muhteşemliği (Gülşah ELİKBANK)

F. Scott Fitzgerald’ın 1925’te yazdığı ‘The Great Gatsby’, “Muhteşem Gatsby “kitabı, Amerikan Edebiyatının en önemli örneklerinden sayılır. Bir Amerikan Rüyası eleştirisi olarak da görülen ve arka fonuna Caz Çağı’nı yerleştiren romanın, farklı yayınevlerinden çevirisi zaman zaman raflarda yerini alırken, beyazperde de bu romandan uzak kalamıyor. Özellikle de klasikleri modernize etme hastalığına tutulduğumuz bu yıllarda! Cannes Film Festivalinde boy gösteren yeni Muhteşem Gatsby, Türkiye’de geçen hafta vizyona girdi. Bu yeni ve 3 boyutlu versiyonu, Romeo ve Juliet, Moulin Rogue ve Avustralya filmlerinin yönetmeni Avustralya’lı Baz Luhrmann yönetti. Film, oyuncu kadrosuyla da oldukça göz dolduruyor. Leonardo DiCaprio, Tobey Maguire, Joel Edgerton gibi ünlü isimlere Carey Mulligan eşlik ediyor. Birçokları Muhteşem Gatbsy’i 1974’te çekilen ve Robert Redford’un harika oyunculuğuyla ete kemiğe bürünen haliyle tanıdı aslında. Zaten çıtayı oldukça yükseğe çıkarmış bir film ortadayken, yenisini çekmek doğrusu cesaret işi. DiCaprio’nun Redford’un efsaneleştirdiği bir karakteri oynamayı kabul etmesi de kendine olan güvenini ortaya koyuyor sanırım.

Filme geçmeden önce ben biraz romandan bahsetmek istiyorum çünkü romanlardan beyazperdeye transfer olan öyküler genelde bir hayal kırıklığına yol açıyor. Romanda olup bitenleri bize anlatan, olayların hem içinde hem de dışında kalmayı başaran Nick Carraway karakteri. Filmde Nick’e Tobey Maguire hayat veriyor fakat fantastik filmlerin hayranı olan benim gibiler için Örümcek Adam’la bütünleşmiş birinin başka bir role bürünmesini kabullenmek oldukça güç oluyor. Bu nedenle, her an Carraway’ın ellerinden örümcek ağları fırlayacak hissiyle izliyorum filmi ve karaktere bir türlü ısınamıyorum. Romanda buram buram hissettiğimiz tutkulu aşk, DiCaprio ve Mulligan arasındaki tutmayan kimya yüzünden bir türlü ekrana yansımıyor.

Roman başlarken Nick Carreway bizi, babasının öğüdüyle selamlıyor ve aslında öyküye bu nasihata kulak vererek yaklaşmamız gerektiğini belirtiyor. “Birini eleştirmeye niyetlendiğinde, yeryüzündeki herkesin senin imkânlarınla doğmadığını hatırla.”

Birçokları için Amerikan rüyasının sağlam bir eleştirisi sayılan roman benim için - ve sanırım Gatsby için de-bir umut etme öyküsü. Ondaki olağanüstü umut etme yeteneği, hayatın vaatlerine karşı şairane hazır bekleyiş hali bende de var galiba. Bu romanın ölümsüzlüğünün asıl nedeni de umut etmenin öldürücü yan etkisi sanırım.

Bir insanı beş yıl beklemek ve beklerken geçen tüm zamanı, ona yaklaşmak için adım adım hesaplamak… Bir erkeğin bir kadına böylesi sadakatle bağlı olması, geçmişi tekrarlamak için duyduğu saplantı, kimin başını döndürmez ki? Üstelik bir de Gatsby, Daisy’e, her genç kızın kendisine bakılmasını arzu ettiği gibi bakıyor, onun için her çılgınlığı yapmaya hazır görünüyor. Amerikan rüyasından ziyade bunlar her kadının hayali, olsa gerek.

Peki ya Gatbsy nasıl biri? Sizi tam anlaşılmak istediğiniz gibi anlayan; size kendinize inanmak istediğiniz biçimde inanan ve başkalarında yaratmayı umduğunuz en iyi izlenimi onda da yarattığınızı hissettirip içinizi rahatlatan bir adam. Malikanesinde eşsiz partiler veren, evinde şehrin tüm ilginç insanlarını ağırlayan; hepsine çok yakın ama aslında çok uzak duran biri…Gerçek adıyla, James Gatz! Sevdiği kadından duymak istediği tek şey, beş yıl boyunca yalnızca onu sevdiğini, onun yokluğunda evlendiği, emekli polo oyuncusu, sistemin temsilcisi, ahlaktan yoksun ama ahlak bekçisi gözüken Tom Buchanan’ı asla sevmediğini bir kerecik duymak olan, Gatsby!

Filmde odaklanılan nokta, bu aşktan ziyade ihtişamlı partiler aslında. Bu sahnelerin çekimleri öylesine hareketli ki, insan kendini caz çağında değil; pop çağında hissediyor! Ayrıca böylesi bir filmin ruhuna, üç boyut çekimi hiçbir şekilde yakıştıramıyor insan. Zaten üç boyutun filme kattıklarından çok, eksilttiklerini anabiliriz ancak. DiCaprio sahneye çıktığı ilk andan itibaren oyunculuğunun gücünü hissettiriyor; orası kesin fakat, bazı sahnelerin bilinçli olarak karikatürize edilmiş olması, romanın duygusal atmosferine uyum sağlayamıyor ne yazık ki.

İletişim fakültesi öğrencilerine senaryo derslerinde ilk öğretilen şeylerden biri Çehov’un “Duvarda asılı duran silah mutlaka patlar” cümlesidir. Romanı okurken Gatsby’nin söylediği “Bütün yaz havuzu hiç kullanılmadı” cümlesi, bu nedenle dikkatli bir okur için çok önemli. Bunu okuduğum an, başıma gelecekleri hissettim aslında. Belki de o satırda, bırakmalıydım okumayı… Gatsby’i unutulmaz kılan, romanın içeriği, üslubu kadar sonudur ne de olsa. Onca umut etmeden sonra gerçeklerin yüzümüze bir tokat gibi, o havuzda çarpılmasıdır bu romanı efsane yapan… Son çekilmiş, üç boyutlu film içinse maalesef aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Ot var, çiçek var, sevdalığa çare var…(Mehmet ÖZÇATALOĞLU)

Yıllar yıllar önceydi, 80’lerin sonlarına doğru… Çocukluğumun ilk yıllarına ait anılarımı bıraktığım evde bıraktım onu da. Her cumartesi öğlene doğru gelirdi mutlaka. Gelmezse meraklanırdık çünkü. İzmir’in Selçuk ilçesinin bir köyünden gelirdi. Çeşit çeşit otlarla tıka basa dolu bohçasını dairemizin giriş kapısında indirirdi yere. Karnını doyurur, çayını içer, bir soluklanır giderdi. Sonrasında biz oradan ayrıldığımız için mi, yoksa ona bir şey mi oldu da gelmez oldu, hatırlayamıyorum.

Üzerinden 25 yılı aşkın bir zaman geçmiş. Ve bu süre içerisinde onu hiç hatırıma düşürmediğimi fark ettim. Ta ki Ayşe Kilimci’nin “Ot var, çiçek var, sevdalığa çare var…” adlı kitabını elime alana kadar. Her ne kadar yazar şimdi birçokları bilmez dese de o günleri yaşamış olmaktan farklı bir mutluluk duyuyorum.

“Ot var, çiçek var, sevdalığa çare var…” adından da anlaşılacağı üzere “otlar” üzerine yazılmış bir kitap. Ayşe Kilimci’nin harikulade anlatımıyla otların dünyasında çıkacağınız bu gezintide, bildiğinizi sandığınız otları, “böyle de mi yapılırmış” diyerek, bilmediklerinizi de merak ederek okuyorsunuz. Sadece otları mı? Tabi ki değil. Otların mitolojik hikâyeleri de bu kitapta. “Karıkoca barıştıran otu” neden bu adı taşır bilir misiniz? Kitabı okuyana kadar otu da adını da bilmezdim. Hazır sözü açılmışken Ayşe Kilimci’den bir dinleyelim hikâyeyi: “Zeytin arasında biter bir ottur, diken dibinde olduğu da olur ama daha ziyade zeytin arasındadır. Yeşili hindibayı andırır, tıpkı onun gibi bıçakla çıkartılır topraktan. Adamın biri, ağzı kokuyor diye karısını boşamak üzere kadıya gidiyormuş. Yolda kadıncağız iki zeytin arasından kopardığı bu otu, -hünerini bilmeden elbet, bilseydi daha evvel kullanırdı- atmış ağzına, sıkıntısından çiğnemiş durmuş… Kadı’nın yanına varıp dertlerini demişler. “Yaklaş” demiş Kadı kadına, “hohla yüzüme.” Hoh etmiş kadın ki, nefesi misler gibi. Kadı çıkışmış adama, huzurundan kovmuş bunları. Kadın da artık ebedi, bu “karıkoca barıştıran”ı çiğnemiş, mutlu mesut yaşamışlar.

Bu anlatılan keyifli hikâyelerden sadece biri. Daha bunun gibi nicesi var kitapta. A’dan Z’ye akla gelebilecek ya da gelemeyecek envaı çeşit otun bilgisi verilmiş. Nerede yetişir, nasıl pişirilir, nasıl servis edilir. Hepsi bu kitapta. Birbirinden güzel, bakmaya doyum olmayan resimleri de bu kitapta. Yazar, “otları hikâye etmeye çalıştık, halleri hikâye etmeye… Hayalleri sizin yerinize kurduk, bir yeşil ibrişime dolandık, yeşil kanatlar takındık, uçtuk, çakıldık, çoğaldık. Kimileyin çöktüğümüz de oldu, kanatlar düştü, biçareydik… O vakit de gene bir yeşil tütsü yetişti imdadımıza… Yeşilin ve kişinin kıymetini bilin, bilenlere komşu olun.” diye de öğütlüyor.

Sadece otlar değil fasulye de burada, bakla da, dikenler sultanı enginar da, havuç da... Okurken gülmekten kendinizi alamayacağınız, zaman zaman yerlere yatacağınız “çıngıl çıngıl pazarlarımız”ın hikâyeleri de var bu kitapta.

Masalcı Abla Ayşe Kilimci otları anlatmış bu defa bize. İzmir’de sokak sokak gezen otçu kadınların seslendiği gibi sesleniyor kitabında: “Ot var, çiçek var, sevdalığa çare var…”

İzmirli olanlar bu kitabı mutlaka okusunlar. Geçmişlerine keyifli bir yolculuk yapacaklar. İzmirli olmayanlar da okusunlar. Çünkü ot var, çiçek var, sevdalığa çare var…

Ot var, çiçek var, sevdalığa çare var, Ayşe Kilimci, Oğlak Yayınları, 2013.

Tahsin Yücel’le Yolculuk (Ali YILDIZ)

Tahsin Yücel, yıllardır okurlarının karşısında; salt öykü, deneme, eleştiri ve romanlarıyla değil, çevirileriyle de.İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olan Yücel, çalıştığı dönemlerde hem yüzlerce öğrenci yetiştirdi hem de Fransız yazınından Zweig, Flaubert, Gide, Proust, Sartre, Balzac ve Camus’un eserlerinin yanı sıra, daha birçok yazarı da Türkçeye kazandırdı.

Dert Çok Hemdert Yok (Yeni Hikâyeler)’den itibaren, üretmeye de devam ediyor hâlâ. 1950’den beri, okurlarını yolculuklara çıkarıyor, belleğimizde derin izler bırakarak.

Usta işi yapıt, iz bırakmalı. Okuduğumuz karakterler, olay örgüsü, bıraktığı imgelem veya bir diyalog olarak ortaya çıkmayacaksa eğer, okumaya ne gerek var? İyi yazar ile iyi okur, delidir biraz. Kitabı kapatır kapatmaz, yaratılan karakterler, bir parçamızdır artık. Unuttuğumuzu sanırız bazen, ama o beynimizin yerleşkesindeki dehlizinden çıkarak, birdenbire ete kemiğe bürünür. İşte bu yüzden, şizofrenizdir ya. Son günlerde, yamacımda bitiveriyorlar yine. Can Tezcan’ı, Temel Diker’i görüyorum sıklıkla. Bu iki isim, Yücel’in Gökdelen romanında kurgulanan başat karakterler…

Gökdelen 2006’de yayınlandığında, kara mizah ve ironi örneği olduğu yazılmıştı. Hiç katılmamıştım. Bana göre, Can Tezcan ve Temel Diker, yaşamın içindeydiler; yanı başımızda duruyorlardı, hem de “kemali ciddiyetle”.

Gözümüze Görünenler

Temel Diker “Niyorklu Temel”, İstanbul’u New York’taki gibi birbirine benzer gökdelenlerle donatmaya çalışan, hatta Cihangir’e Özgürlük Anıtı’nın benzerini dikmek isteyen bir yapsatçıydı, Karadenizliydi. İstanbul başta olmak üzere, tarihsel dokuyu hiçe sayarak yükselen gökdelenleri ya da İstanbul’un her tarafından görülebilecek bir cami düşü kuranları gördükçe, Temel Diker unutulabilir mi? Ya Can Tezcan?

Her gece Can Tezcan’ın düşlerine, Karamazof Kardeşleşler’in Smerdiakof’u girer. Roman, 2073’ün İstanbul’unu anlatır. Can Tezcan, yargının özelleşmesini savunan bir avukattır. Gökdelen’in yayınlandığı 2006’dan bu yana, Türkiye’de yargının özelleştirilmesinden yakınanların sayısı kaça ulaştı dersiniz?

Hayatın hayhuyundan sıkıldığımda, 2008’de yayınlanan Golyan Devrimi’nin Hayristanlı öykü kahramanı, gazeteci Elmansur geliyor aklıma, rahatlıyorum. Hayristan Cumhuriyeti, on dört öyküden oluşan Golyan Devrimi’inde şöyle anlatılır:

“En geri toplumlar gibi en ileri toplumlar da zaman zaman başlarına öyle uçuk adamlar getirirler ki şaşırıp kalırsınız. Adamın ne edimlerinde en ufak bir tutarlılık vardır, ne söylemlerinde. “Bunca kişi nasıl seçti bu adamı? Koskoca ülkeyi nasıl bıraktı onun ellerine?” dersiniz. Bu arada, okumuş, yazmış, çevresinde tutarlı, bilinçli, örnek yurttaşlar olarak bildiğiniz kişilerin de kahvede iki el pişpirik bile oynamak istemeyecekleri bir adama oy vermiş olmalarını usunuza sığdıramazsınız bir türlü, us düzleminde hiçbir neden bulamazsınız böyle bir tutuma. Yoktur da. Peki, başka düzlemlerde? Ben, kendi payıma hiçbir biçimnde hiçbir düzlemde usuma sığdıramam böyle bir tutarsızlığı. Ancak, bana bıraktığı dosyada yer alan gözlemlerine bakılırsa, unutulmaz Hayristanlı dostum en azından içgüdü düzleminde olanaklı buluyordu bunu. Örnek olarak da, kulağını tersinden gösterir gibi, Erich von Holst adında bir bilim adamının minicik golyan balıkları üzerinde yaptığı bir deneyi gösteriyordu. Nasıl mı? Dostumun bir başka bilim adamının, Konrad Lorenz'in yapıtından aktardığına göre, von Holst genellikle toplum içinde yaşayan bu minicik balıklardan birinin beynini açıp sürüde birlikteliği sağlayan ön bölümünü kesip çıkarmış, arkasından da, herhalde gerekli bakımları yaptıktan sonra beyinlerine ya da başka yerlerine hiç mi hiç dokunulmamış, yani sapasağlam, yani sağlıklı mı sağlıklı türdeşlerinin arasına bırakmış bu yarım beyinli golyanı. O da ötekiler gibi yüzmeye, ötekiler gibi yemeye başlamış. Ancak, ötekilerin terine, içinde yer aldığı sürüyü rahatlıkla bırakıp gidebiliyormuş artık. O başını alıp gitmeye başlayınca da tüm sürü arkasından geliyormuş. Uzun sözün kısası, bizim yarım beyinli golyan tüm sürünün tartışmasız önderi, tüm tam beyinliler de yarım beyinlinin ardında birbirlerinin eşiti oluvermişler.”

Umudu kestiğimizde de yanımızdadır Yücel, Gökdelen’deki gibi. Başlatılan yürüyüşe girer, yılkı insanlarını anımsarız, Yücel’in yakın dostu, değerli yitiğimiz Fethi Naci’nin İnsan Tükenmez’ini de.

Kendine Yolcu

Ülkemizin en saygın ödülleriyle birlikte, Azra Erhat Çeviri Üstün Hizmet Ödülü ile Balkan ülkeleri arasında düzenlenen Balkanika Ödülü’nü, Fransız Hükümeti Palmes Académiques Nişanı Commandeur derecesini de alan, Fransızca yayınlanmış üç eseri bulunan Yücel, bu kez eleştiri kitabıyla karşımızda: Kendine Doğru Yolculuk.

Yücel, 1950’den göstergebiliminin yetkin isimi olan Greimas’ın ilgisini çekerek, yazarların metinleri üzerine incelemeler yazmıştı. Kendine Doğru Yolculuk, 1974 - 2005 yıllarında Avrupa’nın dilbilim ve eleştiri dergilerindeki yazılarının bir derlemesi.

Kitap dilimize Konuksever Ermiş Juilen Söylencesi olarak çevrilen Gustave Flaubert ile Camus’un Düşüş çözümlenmesiyle başlayıp Raymond Queneau’nun Zazie dans le metro romanı ve Greimas’ın anılmasıyla sürüyor. Türk Masalları bölümünde ise, eleştirisel çözümlemelere yer verilirken:

“Nerdeyse dünyanın tüm masalları gibi Türk masalları da genellikle bir dizi az ya da çok uzun, az ya da çok zor bir yolculuğun öyküleyimine indirgenir. Hemen her zaman bir an gelir ki ya bir değer nesnesini ele geçirmek, ya sevilen bir varlığı bulmak ya da bir tehlikeden sıyrılmak için yola çıkmaya karar vermek gerekir. Böylece laleler ve sümbüller toplayarak, kahve içip pipo tüttürerek, dünyadan “bir sel gibi” geçerek ya da demir ayakkabılar delininceye kadar, “altı ay bir güz” yürüyerek gidilir. Her özne “onurlandırıcı deneyim”ini ancak yolculuk içinde, yolculuk aracılığıyla gerçekleştirilir.” saptamasında bulunuyor Yücel.

Kitabın “öndeyisinde”:

“Bu kitaba bir ad ararken içindeki yazıların başlıkları arasında bir seçim yapmaya çalıştım. Kitabı oluşturacak yazıların hiçbirinin adı çekmedi beni. Sonra birden “Kendine doğru yolculuk” adının kitaptaki tüm denemelerin durumunu yansıtabileceğini ayrımsadım: bu yazıların hepsi de önce fransızca yazılmış, Fransa’da yayımlanmış, yıllardan sona da türkçeye çevrilmiş, yani “kendine doğru yolculuk” olarak nitelenebilirdi. Ayrıca, şöyle bir düşünülecek olursa, tüm edimlerimiz de kendimize doğru bir yolculuğun evreleri değil midir?” diyor Tahsin Yücel. Haksız mı?

KENDİNE DOĞRU YOLCULUK, Tahsin Yücel, Can Yayınları.

Mitolojik maceralara yolculuk (Feride DÜZENLİ)

İstanbul binlerce yıllık tarihinden dolayı her zaman gizemli bir şehir oldu. Fakat Türk edebiyatı nedense bu gizemin peşine daha yeni yeni düşmeye başladı. Özellikle çocuk ve gençlik edebiyatında yer bulmaya başlaması ayrıca sevindirici… Nihayetinde Harry Potter’In her yerinde Londra geçmeyebilir ama hoş bir öğe olduğu ve şehrin sembollerinin iyi kullanıldığı yadsınamaz. İlhama neden olacak şeyler bazen çok uzakta değil, tam da ayağımızın dibindedir belki… Kaldı ki mitolojik öykülere konu olacak kadar kadim bir şehirden bahsediyoruz, edebiyatta bir karakter gibi rol biçilebilecek kaç şehir var ki dünyada? Nitekim Dan Brown ve Umberto Eco bile gözlerini bu şehre dikti.

Fakat onlardan önce, şehre hak ettiği değeri veren bir yazar olan Gülşah Elikbank’ın yeni kitabı “Medusa’nın Pusulası” çıktı. Elikbank, neredeyse İstanbul’a ve ayrıntılarına karakter vasfı yükleyerek yazmış kitabını… Elbette sadece bundan bahsetmek mümkün değil ama serde İstanbul aşkı olunca insan yine de bahsetmeden duramıyor. Yerebatan Sarnıcı’nı ve Medusa efsanesini temel alan bir hikâyesi var “Medusa’nın Pusulası”nın… Cem, Gizem, Ayşe ve Mert’in hazine bulmak umuduyla gittikleri Yerebatan Sarnıcı’nda canlanan Medusa’yla yer altı dünyasına yaptıkları yolculuk oldukça maceralı… Fantastik ve mitolojik hikâyelerle örülü güçlü bir hikâye içinde geçiyor. Birbirlerinden oldukça farklı özellikte ve yaşta dört çocuk, içlerindeki gücü keşfediyorlar. Yerebatan Sarnıcı’nda başlayan hikâye Kapadokya’daki Peri Bacaları’na kadar uzanıyor.

Kitabın konusundan çıkıp ayrıntılara bakarsak Gülşah Elikbank’ın karakterlerini çok güzel şekillendirdiğini görüyoruz. Küçük ayrıntılarla karakterlerin temel özelliklerini derinlikle anlatmış. “Medusa’nın Pusulası” Rüya Takımı’nın ilk kitabı olduğu için karakterleri yavaş yavaş tanıyoruz. Ailelerin durumunu, içinde yaşadıkları şartları Cem, Gizem, Ayşe ve Mert’in gözünden izlemek ayrıca keyif verici… Çünkü bütün bu olayları karakterlerin bakış açısından görüyoruz. Böylece hayatı nasıl algıladıklarını da görüyoruz. Diğer taraftan kendilerinin bilmediği kadar güçlü kişiliklere sahip olduklarını ve birlikte büyüyor olmalarına rağmen birbirlerini pek tanımadıklarını…

Gülşah Elikbank, daha önce yetişkinler için yazdığı fantastik romanlarla bilinen bir yazar… Fakat “Medusa’nın Pusulası”yla Elikbank bambaşka bir noktaya açılmış ve iyi de olmuş. Az evvel de bahsettiğim gibi “Medusa’nın Pusulası” Rüya Takımı’ serisinin ilk kitabı ve tarihi şimdilik belirsiz de olsa serinin devamı gelecek.

Hikâyenin nihayetinde, yeni maceralara giriş için tüm yaşananların bir sınav olduğunu öğreniyoruz. Çünkü Mitolojik Efsaneler Okulu’nda macera devam edecek. Çocuk edebiyatının nitelikli bir hikâye kazandığı aşikar… Bununla beraber Elikbank, yetişkin edebiyatını da bırakmayacağının müjdesini paylaştı okurlarıyla, zira yeni kitabı da yolda…

Medusa’nın Pusulası, Gülşah ELİKBANK, İthaki Yayınları

İstikamet; "Güney Çayırı" (Funda DEMİR)

Bahar demek erik ağaçlarına tırmanmaktı bir vakit. Sonra, akşam üstü okul çıkışları cepteki üç kuruş harçlıkla karın doyurup bir bardak çay içebilme özgürlüğü oldu. Boynuna kırmızı fuları takıp sokağa çıkmaktı bahar. Gün geldi, aşk oldu... En çok da aşk oldu. Oldu da canımıza okudu... Vapurdaki son martıyı seyre dalarken eve geç kalmak oldu. Buralardan gitme isteğiydi. Burası her neresiyse, deniz kenarı küçücük bir kasabanın daha iyi bir yer olabileceğine inanmaktı benim bildiğim bahar. "Çiçek çiçek kuşatırdı dağları telli duvak, dağları mor salkımlı dağları…" Şimdi Reyhanlı demeden, diyemeden... Nasıl yaşarım baharı? Mevsimimi çaldılar benden. Rengimi çaldılar. Sesimi çaldılar. Bir tek gözlerim kaldı, bir de tüm olup biteni başka dillerde duyan kulaklarım. Reyhanlı henüz söylenmemiş en acı türküsüymüş bu memleketin. Ardından kaç ana yanıyor, kaç aşık haykırıyor duyabilecek, bakabilecek gücüm kalmamış kalbimde. Öyle büyük bir acı ki dönüp bakmaya korkuyorum. Benim korktuğum "O ben ki / Bir kadında bir çocuk hayaleti mi / Bir çocukta bir kadın hayaleti mi / Yalnızca bir hayalet mi yoksa..." o ellerini havaya kaldırmış fotoğrafla yaşıyor, yaşayacak dünya durdukça... Elbet soracak bir gün bir çocuk. Soracak, sormaması gerekenleri. Ve aralayacak "Güney Çayırı"nın kapılarını...

Güney Çayırı, en sevdiğim çocuk edebiyatçılarından biri olan Astrid Lindgren'in yazdığı en güzel masallardan biri şüphesiz. Çok uzun yıllar önce, açlığın dünyayı kasıp kavurduğu günlerde yapayalnız kalan iki küçük kardeş bakacak kimseleri olmadığından Güney Çayırı'ndaki evlerini bırakıp Bataklık Köyü'nde yaşayan zalim bir çiftçinin yanına sığınmak zorunda kalırlar. Her şeyin gri olduğu Bataklık Köyü'de zor günlere göğüs geren Anna ve Mattias, ahırdaki hayvanların bakımını üstlenir. Tek umutları okula gitmek olan iki kardeş, okuldaki günlerinin de ahırdakilerden farklı olmadığını anladıkları gün karşılarına çıkan kırmızı bir kuşun peşine düşerek Güney Çayırı'ndaki köylerine benzeyen ve sürekli ilkbaharın yaşandığı büyük bir bahçeye gidip gelmeye başlarlar. Kırmızı kuş, Bataklık Köyü'ndeki tek ve en güzel renkli şeydir ve Anna ile Mattias'ın kurtarıcısıdır. Güney Çayırı öyle tasvir edilmiştir ki, okurken yaş akıtırsanız karışmam.

Pegasus kitaplığından çıkan Güney Çayırı 48 sayfadan oluşuyor. Bu dokunaklı masalın, öyküyle müthiş bir bütünlük sağlayan yalın resimlerini yapan isim Marit Törnqvist. Yıllar önce yazılmış bu kitabın ne yazık ki günümüz yaşam koşullarına da uyarlanabileceğini bilmek, Astrid Lindgren''in tüm zamanların yazarı olduğunu, dünyanın her yerinde çalışmak zorunda olan, çalıştırılan çocuk işçilere göz kırptığı gerçeğini de hatırlatıyor.

Kendimi büsbütün griler içinde Bataklık Köyü'nde hisseden ben, yola çıktığımızda bütün sokakların Güney Çayırı'na gitmesini diliyorum. Koşarak ve hızlı adımlarla!

GÜNEY ÇAYIRI
Astrid Lindgren
Çeviren : Ali Arda
Pegasus Yayınları
2013.

Uzak Ara Kendisi (Onur AKYIL)

Bir Kadın Masalı, Aslıhan Tüylüoğlu’nun okura ulaşan üçüncü kitabı. Etki / Dize etiketini taşıyan kitap, Nisan 2013 tarihli. Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümünün adı ‘Başlamak için Her Gün Pazartesi’ adını taşıyor, ikinci bölüm ‘Yarısı Nisan’, üçüncü bölüm ise ‘Bir Aşkın Gecikmiş Günlüğü.’. Şiirin her alanında, içinde şiir olan her alanda varlık gösterebilen bir isim olarak Aslıhan Tüylüoğlu, dünyayı zaman ve yalnızlık ekseninde okumayı tercih eden ve bunu ‘dize’nin işlevleri bakımından oldukça başarılı bir biçimde gerçekleştiren bir şair. Hayatı incelikli okumanın bir sonucu olarak etkili bir şiire varan Aslıhan Tüylüoğlu’nun, şiiri incelikli okuyarak hayata varma noktasında da önemli çalışmaları, ödülleri var; bunlardan sonuncusu Behzat Ay adına düzenlenen şiir eleştirisi emeğinde aldığı birincilik. Aslıhan Tüylüoğlu’nun bu başarıları bize şunu söylüyor aslında; yalnızca şiir yazanlar değil, şiirin yaşamasına olanak tanıyan, onun nefes almasını sağlayanlardır şairler.

Kitaba dönecek olursak; her şeyden önce söylenmeli ki Tüylüoğlu’nun Bir Kadın Masalı kaba bir okumaya, bir göz atmaya imkan vermeyecek biçimde, sizden okur olarak ‘emek’ talep eden bir şiir kitabı; çünkü bir sarmalın gizli ve uzun şiiri var içinde; dikkat buyurun şiirleri değil şiiri. Örneğin, ilk bölümün adı olan Başlamak İçin Her Gün Pazartesi, ikinci bölümün sonundaki Hayat Ağacı şiirinin son dizesi. Bu kurguyu tek tek şiirlerden koparan bir ruhsal uzamın sonucunda oluşan bir durum aslında. Çünkü, dikkat edildiğinde ilk bölümdeki şiirlerin hemen hepsi bir tarihle sabitlenmişler gibi dursa da, Tüylüoğlu şiirlerin üzerine tarihler atarak onları zamansallığın dışına çıkarmış. Şöyle ki, üç yıl var bu şiirlerde tarih olarak 2011, 2012 ve 2013 ama sıralamada yıllar birbirlerini takip etmiyor, kronolojik değiller. Çünkü Tüylüoğlu bilmekte ki, zaman yüzleşmeler için kronolojik bir gerçeklik hatta hakikat olmanın dışında / ötesindedir. Yıllar sonrasını düşündüğünüz bir gün ya da yıllar öncesini anımsadığını bir anın zamanda yarattığı kırılma, anın öznede yarattığı onarım ya da tahribatla böyle bütünleştirilmiş şair tarafından; sözcüğün tam anlamıyla ‘derin’ bir kavrayış bu.

Üstelik birinci bölümün şiirlerinde yine ilginç başka bir şey var; şeylere yönelen söylem aslında bir iç konuşma. Belki de tarihin zaman içindeki hem belli, hem de belirsiz (somut / soyut) çoğalışı gibi bu iç konuşmalar; şiir burada oluşmuş. Burada da yine farklı bir yorumlayış geliştirilmiş şair tarafından; bu iç konuşmalar da yaygın anlamından, monolog olmaktan böyle kurtulmuşlar. Tüylüoğlu, görünen o ki yalnızlığıyla konuşanların, kendi kendilerine konuşuyor sayılamayacağının bilincinde. Yokluk, yalnızlık; kendi yalnızlığı başka biri / başka bir şey olmuş şair için.

Açımlamaya çalıştığımız anlamda, ilk bölümün örnek dizeleri olarak öne çıkan dizeleri alıntılayalım; ancak şiirlerin isimlerini de eklemek bu anlamda önem kazanıyor; yukarıdaki saptamalar dizeleri şiir adlarıyla bir varoşlu ilişkisi içerisinde kuvvetli bir etkileşime sokuyor çünkü: Merhaba Hiçlik ‘Ölmüş bir şairin mezarıydın beş kentte / Üç ülkede ünsüz / Emir veremiyorsun hiçbir dilde’; Sevgili Kurban ‘Son bir denemeydi, ölümüne içilmiş ilaç’; Sevgili Ölü ‘İnsan tanrıyı uyandıracak bir daha’; Merhaba Sevgili ‘Sensizlik, karanfil yası, kırmızı bulutlar / Karnabaharlar kızartacağım sofrana kış sebzeleri.’; Sevgili Boran ‘Birlikte düzeltiyoruz / Eskiden beri güneşin doğduğu yeri’; Sevgili Gizem ‘Sütsüz bir kadın memesi Afrika / emziriyor açlığı’; Sevgili Gün ‘Bin kere çarptım da size ondan / Bu şiir o çarpışmanın sesi’; bu dizeler ve şiirlerin adlarıyla olan yoğun ilişkileri çoğaltılabilir.

Koku şiiriyle başlayan kitabın ikinci bölümü, Tüylüoğlu’nun ilk bölümdeki şiirlerinde okumaya çalıştığımız durumu yaratan nedenlere doğru eğilmeye başladığı ancak bunu kendi üzerinden değil daha genelleşmiş ve insan odaklı bir yapıdan oluşturduğu şiirleriyle öne çıkardığı bir bölüm olarak düşünülebilir. Koku şiirinden alıntılayacağımız dizelerde, insanın şiirde de belirtilen bir dünyada, nasıl kendiyle konuşmaya başladığının, neden kendine döndüğünün altını çizer nitelikte: ‘ Zaman kokunu alıyorum / haritalarda kardeş kanı / Petrol, para, fuhuş kokuyor / Burnunu tıkamakla yetinen insanlar görüyorum / Bol yıldızlı bayraklar istifini bozmuyor / Ben burnumu kapatsam gözümle duyuyorum / her yer gözyaşı her şey acı kokuyor // Otogarlar arabalar bankalar / Duvarlar hastaneler gazeteler / Her şey ölüm kokuyor / Bir parçacık güneş koksun istiyorum, olmuyor.’.

Aslında, görünen o ki şair bir yandan da, hepimizin duyduğu çaresizliği duyuyor bazen hayatın, dünyanın acımasız gidişatına dair. Çünkü hayat garip bir bütün içindeki her şeyle; olumlu olumsuz anlar, anılar, ağaçlar, aşklar ve dahasıyla. Bu bütüne ait herhangi bir şeyde yaşanan kırılma, insanın her biriyle olan ilişkisini başka bir noktaya taşıyor. Dolayısıyla insana yüklenen başka bir anlam var dünyada var olan her şey içinde. Bu anlam karşı durmakla biçimleniyor, tanımlanıyor / tanımlanmalı insan için. Hal böyle olunca, insanın kendi türüne karşı acımasızlığının bir boyutu olan kadın cinayetleri meselesi de yer buluyor Tüylüoğlu şiiri içinde kendine: ‘Kırgınlığından kaçamıyoruz esmer adamların / Bir köleyi istemeye aşk diyorlar / Bedenleri sımsıkı istekleri ölümcül / Elma da vuruluyor işte bir kadının başındaki.’.

‘Bir Aşkın Gecikmiş Günlüğü’ adını taşıyan üçüncü bölüm adından anlaşılacağı üzere aşkı önceliyor. Ancak şairin aşka bakışı da, şiirlerde yer alan nokta atışlarıyla toplumsal bir okumanın alanında gezinen bir gözlemler zincirine dayanıyor. Ancak şairin bu bölümde daha dengeli bir söyleyiş oluşturduğu ve zaman zaman okura yalın bir kendilik halinde seslendiği okunuyor: “ İlk aşkın hüznünde ısındı gövdem / Ondan suskunluğu hep sevişirken’.

Sonuç olarak Aslıhan Tüylüoğlu şiiri gücünü gün geçtikte arttıran bir şiir; çünkü dünyayı hem görüyor hem de hissedebiliyor; bu yüzden boşluksuz, dopdolu. Ve elbette, son bir sesleniş şairden: ‘Kalbim, güzel kanatları için / öldürülmüş kelebek’.

Kültür Mafyası Dergisi 8. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Kültür Mafyası Dergisi, Mayıs sayısında yıkımına başlanan Emek Sinemasını kapağına taşıyor.

Sultan Arınır’ın Emek ile ilgili hazırladığı dosyada, Engin Günaydın, Meltem Cumbul, Atilla Dorsay, Uğur Vardan, Derya Alabora, Janset, Türkan Derya, Özge Özpirinççi ve Şevket Çoruh’un yıkıma dair düşünceleri, yazıları, röportajları bulunuyor

Afrika’nın Özgürlük Mücadelesi 

Tarih Dosyası’nda bu ay “Afrika’nın Özgürlük Mücadelesi” konu ediliyor. Usta Gazeteci/Yazar M.Utku Şentürk’ün kaleminden “Kwame Nkrumah ya da Afrika’da özgürlük ve sınıf mücadelesi” başlıklı incelemeyi bir solukta okuyacaksınız.

Kaybedenden kazanana! 

Her ikisi de aynı öykü yarışmasına katıldı; biri kazandı, öteki kaybetti Kaybedenin, kazananla röportajı Yazarımız Banu Özyürek, katıldığı öykü yarışmasını kazanan Hakkı İnanç ile görüştü. Bu ilginç röportajı kaçırmayın!...

Foucaultdan neden vazgeçemiyoruz?.. Robert De Niro, Susan Sarandon ve Katherine Heiglın aynı düğünde ne işleri var?..

İstanbul Film Festivalinin en iyi filmleri hangileriydi?

Yeni çıkan kitaplar, vizyona giren filmler, kültür sanat alanından son haberler Kültür Mafyasının Mayıs sayısında.

Express Dergisi 135. Sayı (Helin KÜÇÜK)

Express Dergisi 135. Sayısını, okuyucularına şöyle özetliyor;

AKP’nin DİB’i: Sosyal politika olarak din, emme-basma tulumba olarak cami

Biz demiyoruz, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) Başkanı Mehmet Görmez diyor. İzmir’in “irfan ihtiyacı” misali, sonradan gargaraya getireceği bir şifahî beyanat olarak değil, DİB’in yayını Diyanet Dergi’nin mart sayısında, “başyazı” olarak söylüyor: “Camiler, bir emme-basma tulumba gibi müminleri toplar, onlara huzur ikliminde maneviyat aşısı yaparak yine toplumun içerisine dağıtır. İşte bu yönüyle camiler, stres ve depresyona giden yolları da kapatmaktadır.” Bu veciz ifadeyle dile gelen “sosyal politika olarak din” zihniyetine ve icraatına yakından baktık…

PKK kurucularından Muzaffer Ayata

İmralı’dan, Kandil’den, Avrupa’dan gönderilen mesajlar, yapılan açıklamalar malûm. Peki, bu resmî beyanlar PKK’nin “iç dünyasını” ne ölçüde yansıtıyor? Cengiz Çandar’ın “Mezopotamya Ekspresi”ndeki deyişiyle “PKK bir ruh hali” ise, barış süreci itibarıyla, örgüt nasıl bir halet-i ruhiyede? Bu ruh halinin fikrî temeli, stratejik aklı, siyasî algısı ne merkezde? PKK’nin kurucu çekirdeğinden gelen, ömrünün 24 senesini hapiste geçiren, siyasî faaliyetini 2002’den beri Almanya’da sürdüren Muzaffer Ayata’ya bağlandık…

Ankara’dan kentsel dönüşüm manzaraları: Gökçek bizi kardeş eyledi

BM’nin önceki Konut Hakkı raportörü Miloon Kothari ve BM-İnsan Hakları Yüksek Komiserliği görevlisi Bahram Ghazi, Ankara ve İstanbul’da yenileme/dönüşüm alanlarını ziyaret ederek halkla buluştu. Etkinliğin Ankara ayağında Dikmen, Mamak, Çinçin, Hıdırlıktepe ve Hacı Bayram’a gidildi. Bu ziyaretleri vesile edip Ankara’da bir kentsel dönüşüm turu gerçekleştirildi.

İzafi Dergisi 10. Sayı (Helin KÜÇÜK)

2 Ayda bir okuyucusuyla buluşan İzafi dergisi 10. Sayısı ile birlikte 2. Yaşını kutlamakta. Bu kutlamaya yakışır bir sayı ile raflarda yerini alan dergi Barış Bıçakçı’yı ağırlıyor. Dosya konularının yanı sıra yine birçok öykü ve söyleşiye yer veren dergide; Oğuz Atay’ın lisede çizmiş olduğu karikatürlere, Mustafa Orman’ın Hasan Ali Toptaş ile söyleşisini, Semih Öztürk ve Aylin Balboa’ya ait öyküleri bulabilirsiniz.

MONOKL’dan Negri Kitapları


MONOKL’dan Negri Kitapları
Geçtiğimiz haftalarda İstanbul’a gelerek bir sempozyuma katılan İtalyan filozof ve siyaset-bilimci Antonio Negri’nin farklı temalardaki üç ayrı kitabı MonoKL tarafından peş peşe yayınlandı.

Yazar: Antonio NegriYayınevi: MonoKL Yayınları

Sürgün: Yaşam, onu inşa etmediğimiz sürece; yaşamın seyri özgürce kavranmadıkça bir hapishanedir. Hapishanede de pekâlâ hapishanenin dışında olduğumuz kadar özgür olabiliriz. Yaşam, en azından işçilerin yaşamı, özgürlük anlamına gelmediği gibi, hapishane de özgürlükten yoksun olmak anlamına gelmiyor.
Porselen Yapımı: Öznelliğin politik inşasına (veya daha doğrusu politik öznellik üretimine, yani çokluk-yapmaya) karşılık düşen uzun güzergah bizim “fakirlik” dediğimiz bir paradokstan başlar. Fakirlik derken, fiziki ve maddi yoksunluğu, yani basitçe mahrumiyet durumunu değil, eksiklikleri ve mahrumiyetleri telafi etmek için ilişkiler ve işbirlikleri geliştirme ihtiyacında olma olgusunu kastediyoruz.
Sanat ve Çokluk: Mutlak içkinlik tarafından fethedilmiş bir dünyada sanat yapıtlarının var olmayı sürdürmesi nasıl mümkündür? Sanat yapıtlarında her zaman aşkın bir şey var gibi ama biliyoruz ki aşkınlık artık yok; Tanrı öldü.

Bauman Sosyolojisi

Yazarlarının farklı bakış açılarına rağmen bir bütünlük içinde Bauman sosyolojisinin ele aldığı konuları işleyen bu derleme, aynı zamanda Bauman hakkında Türkiye’de yazılan ilk kitap olma özelliği de taşıyor. Gerek Bauman’ın hâlâ verimli bir biçimde üretmeyi sürdürdüğü kendi eserlerinin gerek çokça örneği bulunan Bauman üzerine yazılmış kitapların Türkçe’ye kazandırılması, bu alanı zenginleştirecek ve sosyoloji biliminin yerini ve prestijini daha da yükseğe taşıyacaktır. Bu kitap, yazarlarının hemfikir olduğu bir düşünceler toplamından ziyade, birbirinden bağımsız ama birbirini bütünleyen tartışma metinlerinden oluşmaktadır.

Bauman Sosyolojisi
Derleyen: Zülküf KARA
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları 

Seçilmiş Metinler

Kendisi tarafından özenle seçilmiş çeşit­li mülakat ve sunumların derlemesinden oluşan bu kitapta Bourdieu, teorisini açımlıyor, fikri ve sosyal yörüngesini hatırlatıyor ve hangi kavramla ne demek istediğini, hangi noktaların yanlış anla­şıldığını titizlikle ortaya koyuyor. Bu kitap aslında bir davettir; Bourdieu ve teorisiyle bir diyaloga davettir. Kitaptaki metinlerin ekseriyetinde hissedilebilen sözlü sunumun dili, okurla yazar arasın­da samimi ve doğrudan bir ilişkinin ku­rulmasına imkân tanıyor ve argümanlara açıklık ve sadelik kazandırıyor. Aslında, kapsamlı ve derin bir teorinin, fiiliyatta­ki işleyişine tanıklığa çağırmaktadır bizi Bourdieu.

Seçilmiş Metinler
Yazar: Pierre BOURDIEU
Türkçe Söyleyen: Levent ÜNSALDI
Yayınevi: Heretik Yayıncılık 

Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu

Marksizmi öğrenmek için öncelikle hangi eserlerden başlamalı? Doğru anlayıp yorumlamak için Marksist klasikleri nasıl okumalı? Merakla sorulan, daima tartışılan bir konudur bu. Ne soru yersizdir, ne de bu konuda yapılan tartışmalar. Zira Marksizm, hayatın tüm alanlarını kucaklayan, devrimci pratikle tamamlanan, sınırsız, çok yönlü, karmaşık bir zenginliktir. Bu devasa Marksizm edebiyatı içinde, okurların yollarını bulabilmesi kolay değildir. Türkiye’den ve dünyadan 20 önemli Marksistin katkıda bulunduğu Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu, bu soruları gündemine alan özgün bir çalışma olarak, her düzeyde Marksizm okuru için bir başucu kitabı olmayı hedefliyor.

Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu
Yazar: Kolektif
Yayınevi: Yordam Kitap 

Olumsuzluk ve Devrim

Yayınevi: Otonom Yayıncılık Doğrudan Adorno hakkında yazılan bir kitap değilse de bu, Adorno ve onun özelinde Eleştirel Kuram'ı yeniden ve bir başka bağlamda güncelliyor. Adorno'nun “nefret” ettiği ve 1968 sonrasından başlayarak onu “akademik bir biblo”ya dönüştürmüş “kültür sanayi”nin “Adorno”sunu değil; ya da Amerikan üniversitelerinin “yazınsal” bir egzersize dönüştürdüğü “Adorno”yu da değil; tam “burada ve şimdi”, küresel “kapitalizm hapishanesi”ne karşı gezegenin her tarafında yükselen “hayır!” çığlıkları arasında yankılanan bir Adorno'yu güncelleştiriyor: bir “olumsuzluk” olarak Adorno.

Olumsuzluk ve Devrim
Derleme: John HOLLOWAY, Fernando MATAMOROS, Sergio TISCHLER
Çeviri: Kutlu TUNCA 

Foucault

Deleuze'ün Foucault'nun ölümünden iki yıl sonra yayımladığı bu kitap aslında bir yas çalışması değil, belki de bir düşünürün bir çağdaşı için yazdığı en kapsamlı değerlendirmelerdendir. Bu kitabın en çarpıcı yanlarından biri Foucault'nun felsefesine tam orta yerinden dalması ve ısrarla hep burada kalmasıdır. Bu çalışma, Deleuze'ün diğer tüm çalışmaları gibi, kendi rizomatik ve nomadik yaklaşımını ortaya koyan "ortadan başlamak" düşüncesinin ete kemiğe bürünmüş halidir ve bu anlamda ne bir Foucault'ya giriş ne de Foucault'dan çıkıştır. Foucault'yu açıklamaktan ziyade Foucault'nun felsefesini farklı şekillerde katlayarak neler yapılabileceğini gösterir.

Foucault
Yazar: Gilles DELEUZE
Çeviri: Emre KOYUNCU, Burcu YALIM
Yayınevi: Norgunk Yayınları 

Direnmenin Estetiği

Almanya’da politik tiyatronun bir altbaşlığı olarak alınabilecek “belgesel tiyatro”nun öncülerinden ve teorisyenlerinden biri olan Peter Weiss, Direnmenin Estetiği’nde, 1937-1944 yılları arasındaki anti-faşist direnişi ve bu direnişin içinde yer alan gerçek kişilerin öykülerini/yaşantılarını merkez alarak, isimsiz bir Ben Anlatıcı’nın (sınıf bilincine sahip aydın bir işçinin) bakış açısıyla, tarihi, Antik Yunan’dan bu yana sanat ve siyaset düzlemlerinde yeniden kuruyor.

Direnmenin Estetiği
Yazar: Peter WEISS
Çeviri: Çağlar TANYERİ ve Turgay KURULTAY
Yayınevi: İletişim Yayınları 

Asker Doğmayanlar


Gazeteci Pınar ÖĞÜNÇ, asker doğulan bir ülkede asker olmayı reddedenlerin hikayelerini kaleme aldı. İsimlerini sivil olarak askeri mahkemelerde yargılandıklarında, açlık grevi yaptıklarında ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıdıkları davayı kazandıklarında duyduğumuz 14 vicdani retçinin hayatlarını kökten değiştiren kararları, devletin üzerlerinde kurduğu baskı ve meramları bu kitapta toplandı. Vicdani retçilerin bireysel hikâyeleri, militarizmin ülkenin kılcal damarlarında nasıl gezindiğine, bu temel insan hakkı mücadelesinin 1990’lı yıllardan itibaren tarihine de ışık tutuyor. Onlar anlattıklarıyla bir hakikati anımsatıyorlar; kimse asker doğmuyor.

Asker Doğmayanlar
Yazar: Pınar ÖĞÜNÇ
Yayınevi: Hrant Dink Vakfı Yayınları

"Birikim, Bugün, Ütopya" (Tarık Şengül'le Röportaj: Zeynep Ceren EREN- Ebubekir AYKUT)

1 Mayıs Taksim Savaşları, TEKEL işçilerinin çadırları, Cansel Malatyalı'nın terk etmediği İMO binası önü ve AVM'ler, AVM'ler, AVM'LER. Ve benzeri onlarca örnek. Mekan ile siyaset arasındaki ilişki bugün bize ne söylüyor? Bu ilişki bugünün kenti açısından ne anlam ifade ediyor? Artan ve yoğunlaşan metalaşma sürecini mekan ve siyaset bağlamında nasıl düşünebiliriz? Belki de en önemlisi, bu çerçevede ne tür toplumsal muhalefet olanaklarından söz edilebilir? ODTÜ Siyaset Bölümü ve Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi Tarık Şengül ile kent, siyaset ve muhalefet üzerine konuştuk. 

Türkiye’de birçok alanda olduğu gibi kentleşme alanında da 1980’li yıllarda yaşanan bir kırılma ve günümüze ulaşan bir deneyim var. Günümüzde kent mekânının dinamiklerini değerlendirmeden önce, tartışmaya da bir zemin oluşturmak açısından 1980 öncesi kentleşmesinin temel özelliklerini siyasal boyutlarını öne çıkararak tanımlayabilir miyiz? 

20. Yüzyılın büyük bölümü için sermaye birikim süreçlerinde sanayi/üretim odaklı gelişme stratejileri hâkim ve belirleyici oldu. Bu tespit gelişmiş ülkeler için geçerli olduğu kadar, Türkiye gibi görece bağımlı ülkeler için de geçerlidir. Sözkonusu gelişme stratejileri içinde kentler üretimin mekânı olma yanında, üretimin en kritik unsuru olan emek gücünün yığıldığı ve yeniden üretiminin gerçekleştiği mekânlar olarak kapitalist toplumsal ilişkiler içinde özgün bir konum edindiler. Bu dönem boyunca kentsel yapılı çevre etrafında rant ve spekülasyon arayışları azımsanmayacak boyutlarda olsa da, emek gücünün yeniden üretimi etrafındaki mücadele ve müdahaleler kentsel çelişkiyi tanımlayan ana eksen oldu. Konut, ulaşım, sağlık ve eğitim hizmetleri, kamusal mekânların niteliği üzerine verilen mücadeleler öne çıkarken, kentin yeniden üretim işlevi etrafında bir yaşam mekanı olarak görülmesini de sağladı.

Gelişmiş ülkelerde Keynesyen politikalar emek gücünün yeniden üretiminin merkezine (refah) devleti(ni) koyduğu ölçüde, toplumsal talepler sendikalar ve kentsel hareketler tarafından devlete odaklandı. Türkiye gibi ülkelerde ise yetersiz birikim sorunun bir parçası olarak devletler kentleri değil, üretimi hedefleyerek, kentleri ve emeğin yeniden üretimini toplumun, yerel toplulukların kucağına bıraktı. Böylece devlet ve piyasa kentleşmeye ve özel olarak da İkinci Dünya Savaşı sonrası kentlere akın eden yeni emek gücüne sırtını döndüğünde, yerel topluluklar gecekondu, enformel sektör, dolmuş gibi özgün buluşlarla devletin ve piyasanın bıraktığı boşluğu doldurup, sorunlarını çözdü. Bununla birlikte, büyük kentler bir yanda bu tür çözümlerin diğer yandaysa orta/üst sınıfların düzenli yaşam ve çalışma mekânları arasındaki ikiliklerin temsil ettiği bir eşitsizlik ve sosyo-mekânsal adalet sorunun sahnesi haline geldi. 1960’lı yıllarda başlayıp, 1970’li yıllarda kentlere damgasını vuran siyasallaşma büyük ölçüde bu eşitsizlikleri sorgulayıp, mücadele odağına koyarak gerçekleşti. Gecekondu hareketleri, işgaller, kurtarılmış bölgeler, toplumcu belediyecilik arayış ve uygulamaları bu dönemde mekânın siyassallığının örnekleri olarak kentlere damgasını vurdu.

12 Eylül Darbesi tam da bu nedenle en ağır darbeyi kentlere ve kentlerde ortaya çıkan bu uyanış ve mücadeleye vurdu. Darbe belki de en büyük tepkisini kentin bir yeniden üretim ve yaşam mekânı olarak siyasallaştırılmasına karşı verdi.

Son dönemde muktedirler mekânı düzenlemek yönünde ihtiraslı politikalar yürütüyorlar. Kentsel dönüşüm, yeni projeler, soylulaştırma gibi uygulamalar, Kanal-İstanbul, 3. Köprü, 3. Havalimanı projeleri milyar dolarlarla ifade edilen büyüklüklere ulaşıyor. Mekânın bu derece önemli hale gelişinin temel nedenleri nelerdir?

12 Eylül kent mekânını hızla depolitize ederken, 24 Ocak kararları ile başlayan sürecin kent mekânının sermaye birikim süreçleri içindeki rolünü yeniden tanımlayışına şahit olduk. Geçtiğimiz otuz yıl içinde giderek artan biçimde kent mekânı sermaye birikim süreçlerinin merkezine oturmaya başladı. Kuşkusuz kent hala emek gücünün yeniden üretiminin mekânı olma özelliğini sürdürüyor. Ancak bu artık ikincilleşmiş ve geçmişe göre daha stratejik sayılabilecek bir seçicilikle yapılıyor. Bugün giderek daha açık hale gelen bir biçimde kent mekânının kendisi birikim süreçlerinin stratejik ve merkezi bir öğesi haline geldi. Ulusal ve ulus-ötesi sermaye için geçmişte üretim çevrimi birikim açısından ne anlam ifade ediyorsa, finansallaşmanın genel çerçeveyi çizdiği bir ortamda, kent mekânı aynı şeyi ifade ediyor. Diğer bir anlatımla, başta emek gücü olmak üzere metaların üretildiği bir yer olarak kent yerini kendisi meta haline gelen kent kurgu ve pratiği tarafından teslim alınıyor. Bugün kentsel dönüşüm olarak önümüze konulan uygulamalar tam da bu tasfiye sürecini anlatıyor. Kanımca bu tespit kelimelerin tarif edebildiğinden daha radikal bir kırılmaya işaret ediyor. Bu kırılma ve değişim bugüne kadar kent mekânına yönelik bazı tespitlerimizi ve kabullerimizi değiştirmemizi gerektiriyor. Artık karşımızda yeniden üretimin anlamlı kıldığı talep-yanlı bir kentleşme paradigması yok. Bu tür bir kentleşme pratiği giderek ikincilleşip, yaşadığı yenilgiler karşısında geriye doğru itiliyor. Hâkim hale gelen yeniden üretimi değil, metalaşma gereği bir an önce tüketilmeyi gerektiren bir kentleşme mantığı. Tüketilecek ki yerine yenisi konulabilsin.

Başta kentsel dönüşüm olmak üzere tüm stratejik projelerde şiddet ve zor kullanmaya kadar uzanan bir dayatmacılık ve yasaları bile görmezden gelen bir acelecilik var. TOKİ, belediyeleri de yedekleyerek, hiçbir kuruma tanınmamış ayrıcalıklarla söz konusu projelerin en önemli uygulayıcısı olarak kentleri şekillendiriyor. TOKİ’de simgeleşen bu saldırgan ve dayatmacı anlayışın gerekçeleri neler? 


Şiddet ve dayatmacı tutumun, yasaları by-pass eden, ya da yasaları keyfi hale getirmenin gerisinde yukarıda sözünü ettiğim yeni bir düzenin kendisinden önceki düzeni tasfiye etme kararlılığı var. Bunun bir el koyma, kazıma ve temizleme ve yerine yenisini koyma projesi olması ölçüsünde, şiddetle içiçe geçmiş bir süreç olması da kaçınılmaz. İnsanların onlarca yıl yaşadığı mekânlara el koymanın şiddet içermeden gerçekleşmesi mümkün mü? Ancak bu şiddet sadece mevcut yapılı çevreye ilişkin ortaya çıkmıyor. Benzer biçimde orman ve su havzalarına, doğaya yönelen bir şiddet uygulaması ile de karşı karşıyayız. Bu Marx’ın ilkel birikim, Harvey’in elkoyma yoluyla birikim olarak adlandırdığı ve her iki tanımlamada da zor ve şiddete dayanan bir strateji.

Acelecilik konusuna gelince; kapitalist toplumlarda metanın üretilmesi ile pazara çıkıp tüketilmesi arasındaki zamanın en aza indirgenmesi artık değerin realizasyonu açısından büyük öneme sahip. Bugün mekânın meta biçimine boyun eğişinin bir sonucu olarak kent mekânının bir meta olarak üretiminde (kentsel dönüşüm projeleri, büyük ölçekli projeler vs.) de aynı kaygılar ön plana çıkıyor. Açılan davalara, bürokrasinin yarattığı geciktirmelere, protestoların yol açtığı zaman kayıplarına tahammülü olmayan bir süreçle karşı karşıyayız. Diğer bir anlatımla, hem mekânın hem de zamanın para olduğu bir çağda yavaşlığa tahammül yok. O yüzden yasal çerçevelere kısa devrelerin yaptırıldığı, hukuksuzluğun hukuk haline getirildiği ve bir stratejik meta olarak mekânın üretimiyle tüketimi arasındaki sürecinin olabilecek en kısa süreye indirildiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu sistem liberal hukuk düzenini kaldıramadığı gibi, liberal demokrasinin tanımladığı bazı süreçleri de kendine engel görüyor. Bu tür bir otoriterlik arayışı, TOKİ gibi kamu gücünü piyasa mantığıyla kullanan bir kentsel yıkım makinasını yarattı; şimdi o makina kentlerde kamusallık ve emeğin yeniden üretimine yönelik ne varsa onu ortadan kaldırıyor; daha da ötesinde siyasal alanda giderek hâkim hale gelen otoriter yönetim anlayışının en çarpıcı örneklerini üretiyor.

Kent mekânın sermaye birikim süreçleri açısından merkezileşmesi, el koyma, yerinden etme süreçleri, yaşam mekânları arasında ortaya çıkan muazzam eşitsizlikler, kentleri saran yoksullaşma dikkate alındığında, önümüzdeki dönemin siyasal dinamiklerini ve siyasal muhalefetin önündeki olanak ve kısıtları nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bu yönüyle ortada paradoksal ve ironik sayılabilecek bir durumun bulunduğunu söyleyebiliriz. Daha önce üretim alanında bütün dinamikleriyle kendini gösteren kapitalist üretim ilişkileri ve meta formu bugün yaşamımızın her alanına sirayet etmiş bulunuyor. Buradan yola çıkarak kapitalizmin çelişkilerinin fabrikadan çıkıp başta kentler olmak üzere tüm yaşam alanlarımıza yayıldığını söyleyebiliriz. Bu mantığın doğal bir sonucu olarak kapitalizmin yarattığı çelişkiler üzerine inşa edilen toplumsal muhalefetin artık her yerde olanaklı olduğu söylenebilir. Bu bir yanıyla doğru. Ancak siyasal muhalefet açısından ortaya çıkan bu yeni olanakların aynı zamanda yeni kısıt ve tehlikeler anlamına geldiğini de belirtmek gerekir. Katı olan herşeyin buharlaştığı bir dönemdeyiz. Neo-liberalizm, küreselleşme gibi çerçevelerin içine giydirilmiş meta formuna boyun eğen bu süreç ihtiyaç, vatandaşlık, haklar etrafında tanımlanan bir kentsel mücadeleyi de giderek daha zorlu hale getiriyor. Geçmişte oluşan birçok siyasal mücadele aracını etkisizleştirip, çözüyor. Bu tür olumsuzluklarla nasıl başedileceği ve kapitalizmin her yere yayılan çelişkilerinin sol açısından nasıl sömürülebileceği sorusu başlı başına bir değerlendirme gerektiriyor. Ancak bir özet olarak üç boyutlu bir stratejiye ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Birincisi, içinde yaşadığımız dönemin kapitalizmini ve mekânsallığını iyi anlamak, analiz etmek zorundayız. Bunun iyi yapıldığı kanısında değilim. Bu hem olanak hem de tehditlerin anlaşılması açısından önemli. Böyle bir analiz bize yeni çelişki alanlarında yeni mücadele stratejileri ve araçları tanımlamakta yardımcı olacaktır. İkincisi, bu yeni durum ile geçmişten getirdiğimiz birikim, yatkınlıklar ve kurumlar arasında nasıl bir eklemlenmenin sağlanabileceği konusunda kafa yormamız gerekiyor. Geçmiş birikimlerden neleri geride bırakıp, neleri önümüzdeki döneme taşıyacağımız konusunda tercihler yapmak durumunda olacağımız bir değerlendirmeden söz ediyorum. Üçüncü olarak geleceğe yönelik ütopik/deneysel bir arayış çizgisine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu hem mevcut yatkınlıklarımıza hem de içinde yaşadığımız vahşi gerçekliğe kısa devre yaptıran, dışına çıkıp düşünebilen bir arayışa işaret etmektedir.

Geçmiş-mevcut ve gelecek (zaman ve mekânlar) referanslı bu tür bir sentez etrafında hem siyasal mücadelenin hem de alternatif bir toplum/kent projesinin mümkün olduğunu düşünüyorum. Ancak bu sorunun yanıtı ve sözünü ettiğim sentez sadece akademik alanda yapılacak kuramsal çalışmalarla değil, siyasal mücadele alanındaki mücadele ve deneyimlerle mümkün olacaktır.

Asi Şehirler Asimetrik İlişkiler (Kansu YILDIRIM)

Geçtiğimiz yıllarda Kuzey Afrika’da, Kıta Avrupa’sında ve Atlantik’in diğer yakasında ABD’de patlak veren eylemler, ekonomik, siyasi ve toplumsal yapıda ciddi kırılmalara ve geçişlere neden olmuştu. Bu eylemlerin birbirine yakın tarihlerde ve benzer gerekçelerle başlaması dışında, ortak bir kritik noktaları daha bulunmaktaydı: Kitlesel düzeyde öfke halinin boşaltılması ve belirli mekânların işgali. Öyle ki, İspanya’daki harekete “öfkeliler” (Indignados), New York’ta ve Londra’daki eylemlere “işgal et” (Occupy) isimleri konmuştu. Madrid’de Puerto del Sol Meydanı, Kahire’de Tahrir Meydanı, Barselona’da Plaza de Catalunya, Londra’da Londra Borsası önü, New York’ta Wall Street pek çok kez büyük ölçekli gösterilere tanıklık etti ve hemen hepsinde ya polisle ya da iktidarın gayrimeşru inzibatlarıyla çatışmalar yaşandı.

Üç kıtada kitleleri eylemlere ve çatışmalara iten başlıca faktörleri iki başlıkta sıralayabiliriz. İlki, 2008 yılından itibaren tüm dünyayı sarsan ekonomik krizin, siyasette ve sosyal güvenlikteki yansımalarının alt ve alt-orta sınıflara fatura edilmesi; resesyon sonrası pek çok beyaz yakalının işsiz kalması ve ABD’de konut piyasasındaki balonun patlaması ve mağduriyetlere gösterilen reaksiyonlar. Diğeri, Kuzey Afrika ülkelerinde baş gösteren kapitalizmin azgelişmiş ülkelerde yarattığı yoksulluk ve yoksunluğa paralel, beyaz yakalı işsizliği, gıda krizi ve yerleşik siyasi iktidar hanedanlıklarının toplumun farklı kesimleri üzerindeki artan baskılarına duyulan tepkiler. Bu iki faktörün oluşturduğu bileşke, gerek Arap isyanlarında olduğu üzere otoriteleri sarstı, iktidarların değişimine neden oldu; gerekse yeni bir muhalefet kültürünün oluşması için teknoloji ile mekân arasındaki ilişkinin alternatif yönlerine dikkat çekti. Ancak kitlelerin ve mekânların ölçeğini biraz daha büyülttüğümüzde kapitalizmin esas (ekonomik-siyasal iktidar) savaşımının tekil mekânlardan ziyade halk kesimlerinin yaşadığı kentler üzerinde gerçekleştiğini görürüz.

Kapitalizm ve Kent

David Harvey’in ağırlıklı olarak 2008 ve 2011 yılındaki güncel makalelerinden oluşan “Asi Şehirler” isimli kitabı, sermaye hareketinin ve kitlesel direnişlerin siyasi-stratejik, ekonomik ve coğrafik açılardan çoklu analizini gerçekleştirmekte. Harvey’in özellikle üzerinde durduğu noktalar, sebep ve sonuç ilişkisinin kaybetmeksizin, sermaye siyasetinin ve direnişin mekâna, bilhassa kentlere ilişkin tüm öğeleri. “Asi Şehirler”de Harvey, kent ve kentleşme olgusunun Marksist bir analiziyle işe koyuluyor.

Anaakım iktisadın mimari çevreye yapılan yatırımları, konut ve kentleşme alanındaki ekonomik hareketliliği makro-ekonomik perspektif içerisinden “ulusal ekonomiye” sıkıştırılmasına itiraz eden Harvey, kapitalist kentleşmenin ekonomik ve toplumsal bilançosunun bu bakımdan yeterince irdelenemeyeceğini belirtiyor. Gerçekten neoliberal zihniyet ile kaleme alınan Dünya Bankası’nın 2009 yılı “Kalkınma Raporu”na göz atıldığında esnek bir arazi ve gayrimenkul piyasasına yapılan vurgu eşliğinde, sermaye birikimini hızlandırmak amacıyla kamunun elini bu piyasalardan çekmesini, “bir kentin müteahhitlere ve spekülatör finansçılara devredilmesine” yönelik teorik nasihatlerde bulunulduğu görülecektir. Kente dair tüm yatırım biçimlerinin ve kalemlerinin tamamen sermaye güdümüne göre yönlendirilmesindeki amaç, kapitalizmin tarihsel olarak kaçamadığı krizlere mekânsal çözüm olarak kentin sunulmasıdır.

Kapitalizmin genel siyaseti, varlığının da devam koşulu olan, “artı sermayenin üretilmesi ve soğurulması için sürekli karlı alanlar” bulmaya endekslidir. Marx’ın Kapital’in ilk cildinde ve Harvey’in “Asi Şehirler”de belirttiği bu siyaset biçimi, “Faustvari bir çelişkiye” yol açar: “Sermayedar, sermayedar olmak istiyorsa sürekli artı değerin bir kısmı daha fazla artı değer elde etmek için harcanmalıdır”. Ancak bunun sonucunda artı ürün üretiminin genişlemesi, sermaye birikiminin para, sermaye, ürün ve nüfus gibi “lojistik büyüme eğrilerinin” negatif yönleri ile karşılaşılır. Öncelikli sermaye izleği, bu artı ürünün soğurulması üzerinedir. İşte bu nedenle kentleşme, bir soğurulma mekânına denk düşer.

Tarih, Harvey’in gösterdiği üzere, bunun farklı veçhelerdeki örnekleriyle doludur. 1848 devrimleri sonrasında Bonaparte’nin Paris’te, 1942, 1975, 2008 yıllarında ABD’de, 1992 yılında İsveç’te, 1997-1998 yılları arasında Doğu ve Güney Asya’da yaşanan krizler, krizlerden çıkış yolları kentsel mekâna dair gelişmelerden kaynaklanıştır; çözümlerin belirli ağırlığı kentleşmeyle ilgilidir. Harvey ilginç bir çalışmadan bahseder: Amerika’da 1980’dan 2010 yılları arasında, 1929, 1973, 1987, 2000 krizlerini önceleyen gayrimenkul patlamaları görülmüştür. Bu bakımdan her kriz dönemi arasında inşa edilen “gökdelenler”, basit bir mimari eserden öte “finansal bir olguya” işaret eder.

“Şehir Hakkını” talep etmek 

Kentlerin sermaye açısından artı ürünün soğurulması, sermayeye kaynak transferleri, krizlere bir reçete ya da tüketim mekânları olması, fiilen karşıt ilişkilerin de doğmasına neden olmaktadır. Özellikle sermaye güdümlü siyaset sonucunda “kamu düzeni”, “çevre düzenlemesi”, “yaşanabilirlik” gibi gerekçelerle örtünmüş istimlâk, kentsel dönüşüm, kamulaştırma, soylulaştırma projeleri emekçi sınıfların yerleşim alanlarını tehdit etmektedir. Kent çeperlerinde yeni ve güvenlikle yalıtılmış, nakde dayalı “ortak alanlar” yaratmaya çalışan sermayedarlar, bu mekânlar üzerinde yaşayanları hukuksal zor, kamu görevlileri ya da çeteler eliyle tasfiye etmeye yönelmektedir. Ne var ki, Rio’nun favelalarında, Lima’nın Seul’un, İstanbul’un gecekondularında sözüm ona “soylulaştırmaya” karşın ciddi tepkiler doğmuştur.

Mülksüzleşme süreçlerine kitlelerin öncelikle yapması gereken şey Harvey’e göre “Şehir Hakkı”nı talep etmektir. Çünkü bu hem bir siyaset biçimi, hem de pratiğidir. Ranciere’e göre siyasetin “ihtilaflı olan bir ortak alanın faaliyeti” olduğunu belirten Harvey, Negrilerin “ortaklık” (Duyuru & Ortak Zenginlik) temasından hareketle “kentlerde müşterek alanların yaratılması” için bir rota çizmektedir; lakin daha önce “Şehir Hakkı”nın gerekliliğine öncelik tanımaktadır. “Şehir Hakkı”, emekçi sınıfların ve ezilen kesimlerin mağduriyetine neden olan, “artı ürünün üretimi ve kullanılması üzerinde demokratik denetim” talebinden teşkil bir hak kategorisidir. Bu hakkı bireysel ya da soysal haklardan ayıran en önemli özellik, kolektif bir özneye ve mücadelesine kapı aralayan “kolektif haklara” girmesidir. Bu nedenle Harvey, kentler üzerine olan tüm savaşımları ivedilikle gerekli ve elzem görmektedir. Buna göre şuna varabiliriz: Kitlelerin neoliberal kent siyaseti altında ezilişine karşı gösterdikleri tüm yerel ve irtibatsız hareketler, “Şehir Hakkı” talebi etrafında örülmelidir. Çünkü bir kent, “insanın içinde yaşadığı dünyayı arzularına daha uygun hale getirmek için” verdiği tüm çabaları içeren bir mekândır ve insanlar kentleri “inşa ederken sadece betonarme yapıları değil, bireyliklerini de inşa etmektedir”. Harvey, tüm kapitalist kentleşme siyasetlerine karşı verilen tepkilerin “Şehir Hakkı” yani sermayenin yarattığı asimetrik ilişkilere ket vuracak artı ürünün üretimi-denetimi üzerinde yoğunlaştırıldığında Henri Lefebvre’nin bir sözünün doğrulanacağına dikkat çekmektedir: “çağımızda kentten doğmayan bir devrimin beyhude bir çaba olacağı”…

ASİ ŞEHİRLER, David Harvey, Çev. Ayşe Deniz Temiz, Metis Yayınları, 2013.