Aşk ve Ölüm Hakkında (Aysel SAĞIR)

“Nereden başlasam? Şimdi başımda kaynaşıveren tüm düşünceler şimdinin ürünü; saati, dakikası, tarihi yok. Dünkü bir olay benim için bin yıl önce yaşanmış bir olaydan daha eski ve etkisiz olabilir…”

Aşk, yaşam, ölüm… insanlık için bir düğüm noktası olurken, çuvallaması da buralarda başlıyor. Her insanın buralarda açılan çukurların içine istemese de düştüğünü inkar edebilir miyiz (?) Var olma ve ölüm arasında salınıp duran yaşamın içinden bazen çok baskın bir ses(ler) gelir. İranlı yazar Sadık Hidayet’i bu baskın seslerden biri olarak niteleyebiliriz. Yirminci yüzyıla damgasın vuran yazarlardan biri olarak Sadık Hidayet, Kör Baykuş’ta, bireyin iç dünyasından sesleniyor. Ancak bu sesleniş, herkesin rahatlıkla gördüğü görüp tanımlayacağı somut durumların çok ötesinden geliyor. Buradan yola çıkarak, söz konusu sesi duymak için özel bir dikkat gerektiğini söyleyebiliriz.
Aksi takdirde; çapraşık, anında karabulutların hücum ettiği, tersliklerin, talihsizliklerin birbirleriyle yarış halinde olduğu bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu düşünerek tümüyle olumsuz bir duruma kilitlenebiliriz. Bu da bizi yazarı ve metinlerini hiçbir zaman anlayamayacağımız bir noktaya götürür. Bunun olmaması için izlenecek yolların başında da bir yazarın metinlerini biçimlendiren paradigmanın ucundan tutmak geldiğini söylemek gerekiyor.

Eski ölmüş ‘ben’…
Birinci tekil kişi konumunda olan anlatıcıyı takip ettiğimiz Kör Baykuş’ta, bize eşlik eden ya da bizim eşlik ettiğimiz anlatıcı, içine girdiği atmosferle ilgili somut nedenler göstermez. Zira kişi olaylar ve durumların içine o ana dek biriktirdikleri, deneyimledikleriyle girecektir. Dolayısıyla da, kendisini çevreleyen atmosfere kendi dünyasındaki çelişkilerin resmini asacaktır. Gerçekte de öyle değil midir (?) Somut durumlara iç dünyalarımızda olan bitenlerin iz düşümüyle dokunuruz biraz da.
Hidayet metninde bu dokunmayı kullandığı metaforlarla şöyle anlatacaktır; “Ben parçalara bölünmüş somut bir varlık mıyım? Bilmiyorum. Ama şimdi aynaya baktığımda, tanıyamadım kendimi. O eski “ben” ölmüş, parçalarına ayrılmış, ama aramızda hiçbir engel yok… Üzüm salkımını sıkmalı, şırasını şu ihtiyar, kuru gölgemin boğazına kaşık kaşık dökmeliyim… Odamda karanlık bir sandık odası var. Odanın ayaktakımından olanların dünyasına açılan iki penceresi var. Biri bizim hayata, diğeri sokağa bakar. Oradan beni Rey şehrine bağlar. Dünyanın Gelini denilen, binlerce sokağı, arka sokağı, basık iç içe geçmiş evleri, medreseleri, kervansarayları olan Rey şehri. Dünyanın en büyük şehri denilen bu şehir odamın arkasında nefes alıyor, yaşıyor… Her yerde kat kat gölgemi görüyorum. Hayatımı iki büklüm gölgeme açıklamak için bir hikaye anlatmalıyım…”

İç konuşmaların uzantısında…
Ben anlatıcının sürekli konuşma halinde olduğu olay örgüsünün de bu konuşma içinde kurulduğu metinde, bir kadın ve erkek ilişkisi öne çıkar. Bu durumda ana karakterin de ben anlatıcı olduğunu söylemeye gerek yok. Anlatıcının zihninden gelişmeleri takip ederken zamanda çakışmalar yaşanır. Bir andan yola çıkarken, aynı anı çağrıştıran ya da yaşanan başka anların tekrar ettiği izlenimine kapılan bir zihin vardır karşımızda. Tabii aynı zamanda yanılan, yanıldıktan sonra da tekrar başa dönerek aklının kendisine oyun oynadığını düşünen bir zihin.

Anlatıcının kurduğunu varsaydığımız olay örgüsünün içinde bir kadın vardır ve bütün gerilim de söz konusu kadın etrafında örülür. Çocukluktan itibaren aşık olduğu kadınla evlendiği halde onu hep uzaktan izlemek zorunda kalan anlatıcı, bu mesafede durarak, şimdiye değin kurulmuş ilişki ve aidiyetlerin anlamlarını sıfırlayarak, sadece aşkın kendisini esir alan etkileri üzerinden bir varlık durumu geliştirecektir. Bir hezeyan hali içinde iç konuşmalarla dile gelen bu anlatımda, ulaşılamayana duyulan saplantılı isteğin basit ilk aşaması zaman ilerledikçe yerini içinden çıkılamaz iç içe geçmiş duygu durumlarına bırakacaktır.

Bu duygu durumları aynı zamanda; yaşamın sunduklarının ötesine geçerek, asıl anlamın bu ötelerde olduğunu görünür kılacaktır. Metnin önemi tam da buralarda açığa çıkar. Zira her kişi verili olanı aştığı oranda kendini bulmaya biraz daha yaklaşacaktır. Tıpkı yaşarken bizlerin de yaptığı gibi.

KÖR BAYKUŞ, Sadık Hidayet, Çev. Mehmet Kanar, Ayrıntı Yayınları, 2015.

0 yorum:

Yorum Gönder