“Direniş de Küreselleşiyor” (Engin Günay ile Söyleşi: Haydar KARATAŞ)

Engin Günay ile romanı Parkta Gölgeler üzerine konuştuk.

Bir akşam karanlığında Bahar sokağa çıkar. Nereye gideceğini, onu nasıl bir hayatın beklediğini bilmez.  Siz Bahar’ı nasıl bir hayata götürmek istiyordunuz? Başlarken ne düşünüyordunuz, kitap bittiğinde Bahar bize ne gösterdi?

Romanı tasarlamaya başlarken şöyle bir meraktan yola çıktım: Zürih’te farklı dillerden, farklı kültürlerden çok sayıda genç insanla tanışmıştım. Birçoğunun hayatlarını yakından tanıdım, hayatlarının içinden geçtim diyebilirim. Hayat hikayelerini bildiğim bu çocukların gelecekte nasıl bir yaşamları olabileceğini tahayyül etmeye çalıştım. Romandaki bütün karakterler değil, ama içlerinden bazıları bu hikayelerden esinlenilmiştir. Romanı yazmaya başladıktan sonra, kurgu ilerledikçe bu karakterler kendi bağımsız kişiliklerini kazandılar ve hayat hikayelerini kendileri yazmaya başladılar. Sonuçta benim başlangıçta hiç öngörmediğim yerlere geldiler. Bir anlamda kuşaklar boyunca kendilerine aktarılmış kaderlerine isyan ederek, kendilerini kuşatan koşullar içerisinde kendi yaşam yollarını çizmeye çalıştılar.

Sorunun başına dönecek olursak, Bahar evini terkettiğinde kafasında bir tek şey vardır; ona dayatılan hayat tarzını ne pahasına olursa olsun kabul etmeyecektir. Nereye gidebileceğine dair en küçük bir fikri yoktur. Fakat karşısına çıkan rastlantılar ve kendine yeni bir yaşam yolu çizme konusundaki güçlü arzusu kendisinin de, benim de hiç ummadığım sonuçlara götürecektir onu.

Roman karakterleriniz gelişmiş batı toplumunun; mesela düzgün sokakların, konuşur gibi duran binaların, ne bileyim mesela dışarıdan bakarken kusursuz görünen bir hayatın dışarı kustuğu insanlar gibi görünüyor. İtirazları neye bu insanların, neden bu düzenli hayatı reddediyorlar?

Dünya üzerinde bir refah ve güvenlik adacığı gibi duran bir sistemin bile kendi içine almadığı insanlar var elbette. Bu insanlar bu sterilize edilmiş toplumun, bu mekanik yaşamın küçük bir parçası, minik bir dişlisi olmayı reddediyorlar. Her kesimin, her grubun kendi meşrebince muhalif, alternatif, aykırı bir duruşu var. Bunlar o mükemmel gibi görünen toplumun pek göze batmayan veya görmezden gelinen diğer bir yüzü.
Romanda toplumun her iki yüzünü de göstermeye çalıştım. Lüks bir villada yaşayan, toplumun parlak yüzüne, kaymak tabakasına mensup bir çift de var romanda. Onların hayatına yakından bakınca dışarıdan göründüğü gibi parlak olmadığı anlaşılıyor. Bu sistem insanları mutlu etmeye yetmiyor yani. Başka türlü sorunlar üretiyor. Uyuşturucu kullanımının ve intiharların bu toplumda bu kadar yüksek olması da bunun kanıtı değil mi? Diğer taraftan işgal evlerinde, az çok komün tarzı yaşanan kollektif evlerde insanlar daha mutlu olabiliyor. Önemli olan insanın ütopyalarını yitirmemesi, daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancın yaşatılabilmesi.
 
Kitapta sıkı bir göçmenlik hikayesi de var, 19. Yüzyılın sonlarında Latin Amerika’ya göç etmiş İsviçreliler ile, 20. Yüzyılda Türkiye, Lübnan, Brezilya, Kolombiya, Hindistan, Afrika gibi ülkelerden batı Avrupa’ya göç etmiş insanların hikayesi bir arada veriliyor?

19. Yüzyılın ortalarından Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde İsviçre nüfusunun önemli bir kesiminin Latin Amerika’daki plantasyonlara, pampalara çalışmaya gittiklerini, oralara yerleşip kaldıklarını bugün sokaktaki sıradan İsviçreli pek bilmez. Bu, toplumun hafızasından adeta silinmiş bir gerçekliktir.  Göç tek yönlü bir olay değil ve tarihin her döneminde yaşanmış. Bugün ise neredeyse göçmen bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşmenin bir yanı da bu. Kitapta kökenleri farklı coğrafyalara uzanan karakterler kendilerini göçmen olarak görmüyorlar, onlar bu toplumun insanları. Kendilerini Zürihli olarak tanımlıyorlar, kuşaklardır yaşadıkları toplumun dilini konuşuyorlar.

Kitabın bir yerinde sanırım Jörg’tü, Seattle’den bu yana bütün Küresel hareketleri izlemeye çalışıyorum, diyor. Sizin roman karakterleriniz aslında bir yanıyla terk edilmiş binalarda, gelişmiş, her şeyin parayla döndüğü bir dünyada komün hayatı yaşıyorlar. Ne diyorsunuz, bu radikal reddediş bir yanıyla çok küresel, dünyanın öbür ucunu merak ediyor, diğer yandan yerel, gettolara sığınmış. Ne oluyor?

Küreselleşmenin diğer yüzü bu. Sadece sermaye küreselleşmiyor. Küresel sisteme karşı olan hareketler de küreselleşiyor. Romandaki karakterler “Küresel Köyün Çocukları” aynı zamanda. Arap Baharı denilen sürecin başlangıcında Zürih ölçülerine göre küçümsenmeyecek bir boyuta ulaşan Occupy Zürich’i başlatmışlardı bu insanlar. Altında bankaların para kasalarının bulunduğu meydanda haftalarca toplanıp gösteriler yapıldı. Dünyanın herhangi bir yerindeki bir direniş, bir isyan anında başka bir yerde yankısını buluyor. Bunun son örneği Yunanistan’daki Syriza hareketinin iktidara gelmesinden sonra İspanya’da iktidara yürüyen Podemos. Avrupa’da ve dünyanın başka yerlerinde bunlar yeni bir umut olarak heyecanla karşılanıyor. Lokal hareketler, o gettolarda yaşayan insanlar aynı zamanda birbirlerini yakından takip ediyorlar. Küresel kapitalizm çok acımasız. Buna karşı olan insanların da küresel bir ütopyaya ihtiyaçları var.

Kitabın kapağı okura Gezi Parkı’nı hatırlatıyor, romana Gezi Parkı’nı hayal ederek mi başladınız? Tuana neden birden başını alıp İstanbul’a bir isyana gitti?

Romanı yazmaya başladığımda Gezi Parkı direnişi ortada yoktu. Gezi direnişi tam da ben son bölümü yazarken patlak verdi ve romanın kaderini değiştirdi. Eğer Haziran yaşanmasaydı bu roman oldukça karamsar bir şekilde sonuçlanacaktı.  Hepimiz için olduğu gibi roman kahramanları için de bir umut oldu. Neredeyse eşzamanlı olarak patlak veren Sao Paolo’daki ayaklanma da az önce söylediğim şeyi doğruluyor. Tuana da bütün umutlarının tükendiği, tümüyle dibe vurduğu bir anda kendi sözleriyle; “Hayat bana bir şans daha tanıdı” diyerek bir ütopyanın peşinden gidiyor İstanbul’a.
Kitabın kapağında yer alan resmi, Gezi sonrasında görsel malzemeleri araştırırken görmüş ve çok sevmiştim. Resmi yapan sanatçı sayın Seha Can da farklı bir projenin parçası olarak tasarladığı bu resmi sonradan Gezi’ye atfetmiş. Romanın kapağına almamıza izin verdiği için buradan kendisine teşekkürü borç biliyorum.

Edebiyat’ın yazara bir getirisi yok, bir roman iki üç yılda yazılır. Bunu hazırlamak, arka okumalarını yapmak daha uzun bir zamanı alıyor. Zaman yeme makinesi gibi birşey bu hayal dünyasının içinde yaşamak, neden yazıyorsunuz? Okur da parçalanıp dağılıyor, yazmalı mıyız?

Evet, bir roman yazmak çok zamana maloluyor. Ama bunun kaybedilmiş bir zaman olduğunu düşünmüyorum. Benim açımdan roman yazmanın şaşırtıcı bir süreç olduğunu söyleyebilirim. İnsanın önce kendini didiklemesi, senin deyiminle parçalayıp dağıtması, sonra bu parçalardan başka birşey yaratması gerekiyor. Eğer yazar benzer bir etkiyi okur üzerinde de yapabiliyorsa amacına ulaşmış demektir. Bence içinde yazma güdüsü olan insanlar yazmalı elbette.


PARKTA GÖLGELER, Engin Günay, Belge Yayınları, 2014.

0 yorum:

Yorum Gönder