İnsan ömrü uzun. Çok şey unutuluveriyor. Ama bazı “an”lar bazı “durumlar” var ki, hem aklımızın hem yüreğimizin bir köşesine çakılıyor, içimizde “ukde” kalıyor.
Ermeni meselesi günlük yaşamımızda düşmanlık ve hamaset söylemlerinden öte yer bulmaz. Bu yüzden konu üzerinde uzun uzadıya düşünülüp konuşulmaz. Bunun yerine çoğunluğun azınlık üzerindeki tahakküme, aşağılamaya, yaşam hakkını gasp etmeye varan fikirleri kesin doğrular kabul edilir halk arasında. İktidar heveslileri ve iktidarda olanlar da bu fikirleri perçinleyerek sürdürür, varlıkları için gereklidir bu.
Devlet politikaları, politikacılar işte, okulda, kahvede, sosyal medyada çok sık konuşulsa da bizim gibi faniler için aslolan günlük yaşamımızın sekteye uğramadan devam etmesidir. Aslolan eve ekmek götürmek, çocuğumuza iyi bir gelecek hazırlamak, onun mürüvvetini görmektir. Kötülüğün de iyiliğin de acının da kaynağı bu sıradanlıkta yatar. Dünya üzerinde yaşanan soykırımlara, savaşlara ve elbette Türkiye’deki Ermeni meselesine bu açıdan bakmak en doğrusudur bana kalırsa. Ağlak ve ucuz bir acı pornografisine girişmeden “acı”ya bakabilmekte, içimize “ukde” olanları anlayıp anlatabilmekte asıl marifet. Akif Kurtuluş’un romanında yaptığı gibi.
Akif Kurtuluş’un son romanı Ukde’de, Nuri’nin Londra’daki briç müsabakasında tanıştığı Benjamin’le gönül gözünün açılışına, yanı başındakinin acısını fark edip buna kayıtsız kalmasından duyduğu utanca tanıklık ederiz. Nuri, duyduklarını, fark etmeden yaşayıp gittiği için içine oturan bir meseleyi deftere kaydederek arındığını hisseder. Ama en önemlisi, ona anlatılanları yazarak elle tutulur bir hale getirip kendisinden sonraya bırakır. Yazdıklarını her ne kadar karısından saklamaya çalışsa da utancını geleceğe aktararak bir misyonu yerine getirir Nuri. Duyduklarının, hissettiği acının yok olup gitmesine engel olmak, acısını başkalarına yaymaktır bu misyon.
Utanca kaynaklık eden yaşantı, Sivrihisar’da başlayıp Eskişehir’de bindirildikleri trenle devam eden, bir yerde Bitlis’ten Muş’tan, Adapazarı’ndan Bursa’dan gelenlerle kesişen zorunlu göç yolculuğudur. Yolculuğun ayrıntıları uzun uzadıya, açıktan açığa anlatılmaz. Ama Nuri ne sezip hissettiyse okuyucu da sezip hisseder. Kocası Nuri’nin ölümünden sonra defteri okuyan Cavidan’ın, ikinci bölümde karşımıza çıkan Gurbet’in hissettikleri, zorunlu göçün yarattığı travmaları okuyucuya sezdirir.
Benjamin göç eden insanlara özgü “hiçbir yerde rahat edememe” halindedir. Nuri, Benjamin’i düşünürken bir yandan da kendi anne babasıyla yaşadıklarını da hatırlar. Acı acının aynasıdır ne de olsa.
Göç yoluna ilişkin anlatımların romanda uzun uzun yer bulmadığını söyledik. Ama romanın zaman düzlemlerinden birini Nuri öldükten sonra karısı Cavidan’ın bulduğu defteri okuduğu anlar oluşturur. Bu düzlemde Nuri’nin bıraktığı defterde romanda bize aktarılandan çok daha fazlasının yer aldığını öğreniriz. Cavidan’la birlikte okuyucunun da “ukde”ye tanık olduğu andır bu: “Benjamin Beyin köpeklere neden bakamadığı bölümü bir daha okumaya çalıştım. Yapamadım. İnsan ölülerini köpekler yerken gören on yaşındaki bir çocuğun gözlerine bakamadım.”
Sakin yaşamlarından koparılıp annesiz babasız bırakılmış çocukların hikâyesidir bu. Rahat bırakılsalar, ekmek derdinden başka bir şeyin peşine düşmeyecek insanların hikâyesi. Ama işte izin verilmemiştir, aile, sülale, topluluk olmalarına. Yaşadıklarını anlatan Benjamin’in de, onu dinleyen Nuri’nin de, Nuri’nin yazdıklarını okuyan Cavidan’ın da içten içe sezdikleri budur. Benjamin şöyle der: “Azınlık az olduğunu her dem bilir ama azınlık, az olmak değildir ki! ‘Biz’ olamamaktır. Azınlık bizsizliktir Nuru, bizsizliktir. Sevkiyat artığıyım ya Gardaşım, sırf bunun için, sırf hayatta kaldığım için kendime bile azınlığım ben. Yine de içine gireceğim bir biz arar dururum. […] Hayatta kaldım ya Gardaşım, hayatta kalmak bu sefer beni her gün biraz daha azınlık yaptı. Yaşıyorsun da içinden bir ses diyor ki, senin yerine ölen birisi var, onun yerine yaşıyorsun. O öldüğü için sen yaşıyorsun Benjamin, diyor. Bu sesi duyduğunda hevesin gidiyor, ışığın kararıyor, dünyayı dar ediyorsun kendi kendine. Yaşamak bir ukde gibi kalıyor öyle kendi içinde.”
Romanın ikinci bölümünde “Bizsizlik” duygusunun kökenini bilmese bile insanlara nasıl sirayet ettiğini anlarız. Gurbet, babasını ve ölüm döşeğinde halasının ona söylediklerini anlatır bu bölümde.
Gurbet, halası ölüm döşeğindeyken çalıştığı hastanede nöbetçi olarak kalır. O gece duymak istemediği, kaçtığı bir sır verir ona halası. Babasına söyleyemediği bu sır ağır bir yüke dönüşür Gurbet’te. “Baba sana yalan söylüyorum. Ama kimi koruduğumun şu an ben de ayrımında değilim. […] Sen bir Hidayet’in torunu, Ermeni bir babayla Türk bir annenin oğlu olduğunu ne kadar kaldırabilirsin, ben de emin değilim. […] Senin atalarının bir ucu Sivrihisar’da baba.” Halasının ölüm döşeğindeyken ona söylediğine göre onlar Ermeni bir babanın ve Türk annenin çocuklarıdırlar.
Babanın, kızı Gurbet’le yakın arkadaş olmaya çalışmak gibi boşuna ve umutsuz bir çabası vardır. Baba sanki ona sirayet eden kimsesizlik duygusuyla başa çıkmaya çalışıyordur. Kızına Gurbet ismini koyması ve onunla ölçüsüzce, çok yakın arkadaş olmak istemesinde “biz” olamamanın, yurdundan koparılmış, hısım akrabadan ayrılmak zorunda kalmış olmamın bilinçaltı yönlendirmesi var gibidir.
Son iki bölümde “ukde”yi sonradan hisseden iki kadının, Cavidan ve Gurbet’in anlatarak arınmalarına tanık oluyoruz. Romanın böyle bitmesi tesadüf olmasa gerek. “Ukde”yi hafifletmenin en iyi yolu anlatmak ve aktarmak olmalı. Anlatmak, aktarmak, anlaşmak.
UKDE, Akif Kurtuluş, İletişim Yayınları, İstanbul 2015.
0 yorum:
Yorum Gönder