Kendi Göbek Bağını Kesen Bir Bebek Gibi Yazarın Bedeninden Kopan Bir Roman (Niyazi ZORLU)

Ayşegül Devecioğlu, 2000 yılında Kuş Diline Öykünen adlı romanıyla başladığı edebiyat yolculuğunu sessiz sedasız, telaşsız sürdürüyor. Yeni romanı Ara Tonlar’ın sonundaki “yazarın notu” Devecioğlu’nun edebiyata bakışını çok iyi özetliyor: Onun için edebiyat hayattan, daha doğrusu yazarın kendi hayatından kopuk değildir. Onun edebiyatı, yazarın, kahramanlarını yanına katıp kitaplaşıncaya kadar gözden kaybolacakları; halk hareketlerinden (Gezi, Kobani), işçi katliamlarından (Soma), vs. “dışarı”dan uzun süreli bir mola kopararak girişilebilecek bir “iç” uğraş hiç değildir…Yazma süreci bu yüzden iki kere sancılıdır. Kitap kendisini neredeyse yazarına rağmen, yazarının endişeli bedeninden büyütüp besler: “kendi göbek bağını kesen bir bebek gibi bedenimden kan revan içinde kopsun” diye. Bir kez daha: Hayat / hayatımız bunca dehşetle kuşatılmışken roman yazılmaz, roman olsa olsa kendi kendini yazar. Yazarın acımasızca (Devecioğlu olsaydı, romancılığının belirleyici, ana tavrını derhal gösterir ve “itiraz” ederdi: “Acımayla nasıl katledilir ki?”diye sorardı) katledilmiş, infaz edilmiş, unutulmaya bırakılmış, dahası sağlı-sollu topyekûn bir itibarsızlaştırılmaya maruz kalmış anlar ve kahramanlarla dolu kitaplarını okuyanlara bu edebiyat tarifi pek de yabancı gelmeyecektir.

Ara Tonlar ilk bakışta bir yargı gününün romanıdır. Herkesin öldü diye bildiği ve belki de bu “ölüm”ü sayesinde içten içe yaşattığı bir devrimci (Demir) yıllar sonra geride bıraktıklarının, arkadaşlarının -ve elbette kendisinin de- geçmişlerini / şimdilerini sorgulayacakları (aslında öyle bir rol üstlenmeye hiç niyetleri olmasa da, ister istemez) bir sorgu yargıcı gibi çıkıp gelir. Aslına bakılırsa Demir, yıllar önce bir sahil kasabasında romanın isimsiz, burjuvasuratlı anlatıcısıyla geçirdikleri o birkaç günün; o hani adına aşk denen ve başını gecekondulardan fabrikalara, hayatın her alanına yayılmış yoğun devrimci mücadeleden kaldıramayan, siyah-beyaz ve demir kadar sert hayatların üzerine belli belirsiz  atılan renkli çiziğin peşinden gelmiş gibidir. (Tam da burada bir parantez açmak ve romanın en iyi okucusunun kapak tasarımcısı Emine Bora olduğunu teslim etmek gerekiyor.)

Devecioğlu’nun kahramanları devrimcilerdir, ama onun hikâyesini anlattığı ya da umarsızca anlatarak anlamaya çalıştığı asıl kahraman fiziksel ve içsel sınırlarında yitmiş, yine de gevşek bir toprağa bağlı hikâyesine tutunarak akışa karşı koymaya çalışan “insan”dır. Romanın bölüm başlıklarına bakılırsa (Joan Fontaine, Woody Allen, Tom Waits, Theo’ya Mektuplar, Tiffany’de Kahvaltı, Robert Redford, vs.) geçmiş, gözler önünden renkli bir film şeridi, hışırtılı bir kitap sayfası gibi olduğu kadar, kulaklardan kederli bir ezgi gibi de geçer. Yazar ya da isimsiz kadın anlatıcı çok iyi bilir: “Her kim ki hikâye anlatmaya kalkar hayatın sürprizleri karşısında ezilir.” Devecioğlu bu hikâyeyi, diğer kitaplarındaki gibi, çevreyi, eşyayı ihmal etmeden anlatır; okurunun bakışını ağaçlara, sessiz evlere, pencere pervazlarına, “çirkin ama vefakâr biblolar”a yönlendirir. Renkler de ağırlıklarını koyarlar, ölmekte olan ve “sıcaklığı tehlikeli bir şekilde bedenine yayılan”bir kedinin bir karış uzağındaki hiçbir kırmızıya benzemeyen kırmızı noktanın peşine uzun uzadıya düşer. Zamanın dilden dile, kişiden kişiye değişkenlik gösteren yapısını, hayatın ara tonlarını çözümlemeye koyulur. İnsanı, sözcüklerinin aracılığı olmadan anlamanın imkânsızlığından dem vurur.“Herkes” dediğimizde aslında biz ne deriz?“…Aslında herkes diye bir şey yok. Herkes, herkes gibi olmayanlara gözdağı vermek için uyduruldu. Herkes açlar için üzülür, herkes barış ister, herkes doğayı sever sözleri ne kadar yalansa o kadar yalan; herkes. Herkes Demir’in dönüşüne sevindi cümlesi ne kadar yalansa o kadar yalan.”

Ara Tonlar her şeyden çok, yazarın o bildik, kahramanlarının ruhlarını içinde yaşadıkları/uçuştukları zamanın ruhlarıyla örtüştüren ve çoklu anlamlara / okumalara kapı aralayan ayrıntılara (nesnelere) inmek konusundaki kararlılığının ürünüdür. “Bir aralar kaktüs hediye etme furyası vardı, kaktüslerin hepsi o furyada birbiri ardına geldi, onları diktiği bir örnek, kurşuni gri toprak saksılarda yoksul bir tarikatın mensupları gibi azıcık suyla ya da havanın nemiyle idare ederek yaşayıp gidiyorlardı.” Devecioğlu düz gösterip ters vuran bir yazardır; doğrudan söylemez, söylediklerinden söylemediklerini çıkarmak okurla yazarı arasında gizli bir oyun gibidir. Mesela yukarıdaki cümleyi okur okumaz yapay bir sera ışığı ve yerli-yabancı bol gübreyle kısa bir sürede palazlanmış, semirmiş yapıları düşünmeden edemez insan.

Bir şeyler büyürken küçülürler Ara Tonlar’da, yumuşakken keskinleşirler, güzelken çirkinleşirler, gayet açıkken tuhaflaşıp karmaşıklaşırlar, birbirlerine dolanırlar, sertleşirler. 80 öncesinin devrimci durumlarının anlatıldığı “Kesintisiz Devrim” bölümünde mahalle çocuklarının öldürüp bir armut ağacına astıkları kedi yavrusundan sonra anlatıcının sezdiği gibi: (Devrimcilerin) “Belki de kavrayamadıklarıyla da gözden kaçırdıkları zehirli bir duygu çocukları ulak tayin ederek ortaya çıkmıştı”. Devecioğlu’nun o bildik kahramanlarından biridir karşımızdaki: Dünyaya; dünyanın yamuk yumuk, ağzı var dili yok, varla yok arası, avuç içi kadar küçülmüş, ezilmiş ayrıntılarına kayıtsız kalamayan, hayatı idealize ederek değil ancak zıtlıkları içinde kavramaya kararlı biri. Ara Tonlar’ın anlatıcısı gibi, söyleyen değil (arabadaki uzun ve neredeyse düşsel o muhteşem tiradı hariç), söylenenleri kaydeden, izleyen, dil’e çekilen, hikâyeyi kaydetmekle yetinen biri. Zaten söz alanlar da neredeyse bu sözü içinde bulundukları gerilimli durumla baş etmek, kendilerini kendilerine izah etmek için ediyor gibidir.

Bambaşka sesler, başka insanlar, başka tonlar sık sık anlatının merkezine oturuyor.Sanki onlar varken asıl hikâye anlatılamaz ve sanki onlarsız asıl hikâye var olamazmış gibi.Mesela “Pamuk Prenses” adlı bölümde Demir’in hayatına sonradan girmiş–romanla pek ilgisi yokmuş gibi görünen– bir figürün, Tilda’nın bıçaklandığı sahne gibi (tabiri caizse) fazla’ları bu minvalde değerlendirmek gerekiyor belki de. Tam da bu noktada, benim gibi bazı okurlar, kendilerini neredeyse aşkla teslim ettikleri kadın anlatıcının romanın sonlarına doğru ihmal edilmesinden, iplerin (her ne kadar hikâye yine anlatıcının sesinden, “mış”lıbir zamandan anlatılsa da) neredeyse tamamıyla Demir’e (Demir’in hikâyesine) bırakılmasından hoşnut olmayabilirler, olmayacaklardır. “Ölü”bir Demir’in zamansız ortaya çıkışından rahatsız olan kahramanların tedirgin ruh halleri biz okurlara da sirayet etmiştir, kim bilir! Romanın, kadın anlatıcı ve Demir’in arasında ikiye (iki ağza / iki çift göze) bölünmesini ve sonunda birleşmelerini dileyenlerin, belki de vakit geçirmeksizin bu yazının başına dönmeleri ve Ara Tonlar’ın kendini neredeyse yazarına rağmen, yazarının endişeli bedeninden büyütüp beslediğini, kendi kendisinin göbek bağını kestiğini hatırlamaları gerekiyor.

ARA TONLAR, Ayşegül Devecioğlu, Metis Yayınları, 2015.





0 yorum:

Yorum Gönder