Metin Çulhaoğlu’nun Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu adlı kitabının yeni basımı Mart ayında Yordam Kitap tarafından yapıldı. Marksist yayıncılığa katkılarıyla öne çıkan bir yayınevi ile ülkemizin önde gelen Marksist yazarlarından Metin Çulhaoğlu’nun buluşması okur açısından oldukça heyecan verici. Kitabın yeni basımı vesilesiyle, Metin Çulhaoğlu ile yaptığımız röportajda, Türkiye’ye Marksizm penceresinden bir bakış atmaya çalıştık.
Kitabın ilk basımını 1997 yılında yaptığını biliyoruz. 2015 yılında yapılan bu üçüncü tekrar basımda kitaba önsöz dışında hiçbir ekleme yapmadınız. Bunun sebebi nedir?
Basitçe şöyle açıklayabilirim:
Marksizm söz konusu olduğunda bir öğrenme, bir sindirme, bir de geliştirme dönemleri olduğunu söyleyebiliriz. Öğrenme döneminin en azından belirli bir kuşak açısından epey gerilerde kaldığını varsayarsak yaklaşık 20-30 yıldır “sindirme” dönemindeyiz. Benim kitabım da sindirme dönemine ait bir çaba. Devrim dâhil yeni ve sarsıcı pratikler olmadan sindirme döneminin kapanıp geliştirme döneminin açılabileceğini düşünmüyorum. Bu nedenle bir ek yapma gereği duymadım.
İlk bölümlerde bir aydın tanımınız ve bu aydını değerlendirmeniz söz konusu. Ülkemizdeki 12 yıllık AKP iktidarını ve bu iktidar dönemi “aydın”larını düşünürsek, sizce aydının konumu, değişimi için neler söylenebilir?
Gerçi kitabın ilk basımı AKP iktidarından önceydi; ama bu ülkenin aydınlarının, kimi Marksistler dâhil, AKP iktidarına epey önceden “hazır edildiklerini” söyleyebiliriz. Tipik aydın bir yanıyla halkın dışındadır; düşünceleri, beğenileri, tercihleri daha titiz ve gelişkindir. Ama öbür yanıyla da içinden bir ses ona hep “halk” der, “halkla beraber, onun içinde ol” der. AKP ilk çıkışında ve sonraki dönemde bu aydınların karşısına çıkıp “işte, ben halkım” dedi. Aydınlara kendilerini “halkın içinde olarak” tatmin edebilecekleri bir fırsat sundu. Türkiye aydınının en acınası, en yüz karası dönemidir. Standartların düşmesi açısından aydınların Kemalizme, tek parti ideolojisine vb. kapılandıkları dönemden de geri ve düzeysizdir.
Kitapta üzerinde durulan noktalardan biri sol’un Marksizmi okurken düştüğü yanılgılar ve takındığı kestirmeci tavır desek yanlış olmaz sanırım. Sizce, 2015’ten bakıldığında, Türkiye solu Marksizmle arasındaki mesafeyi kapatabilmiş midir? Genel görünüm nedir?
Mesafeyi kapatabilmiş değildir. Ama en azından bir furyanın sonuna gelinmiş, bir dönem geri gelmemecesine kapanmıştır. Önceleri, liberal fikirler Marx’ın şu ya da bu sözüne atıfta bulunularak, elbette bu görüşler çarpıtılarak piyasaya sürülebiliyordu. Şimdi bu yok. Artık yapamıyorlar. Liberal olmayan, kendilerini Marksist olarak tanımlayan kesimin bu bakımdan ciddi bir ilerleme gösterdiğini söyleyemeyiz. Ama en azından bir tür “bekçilik” yapabilmiş, bir yerden sonra “yok artık, o kadar da değil” diyebilmiştir. Şöyle söylenirse belki daha iyi anlaşılabilir: Türkiye solunun diri kalabilen kesimleri ellerindeki Marksizmi daha gelişkin kılmamış, ama ne kaldıysa onu da verip kurtulmak gibi bir yola da gitmemiştir.
İdeolojik mücadeleyi bugün soldan pek çok özne öncelikli mücadele alanı olarak belirliyor. Hatta AKP’nin bu kadar başarılı olmasını ideolojik mücadeledeki üstünlüğüne bağlayan insanlar da azımsanmayacak derecede. Pek çok soldan devşirme aydının AKP’nin ideoloğu olduğunu da süreç içinde gördük. Hatta bunlardan bazıları çok izlenen TV programlarında artık Marksizmin öldüğünü rahatlıkla söyleyebiliyorlar. Durum gerçekten böyle midir?
İdeolojik mücadelenin “öncelikli alan” olarak belirlenmesi bence yanlış bir sıralamanın sonucudur. Yalnızca günümüz ve Türkiye için değil, tarihin her dönemi ve her ülke için yanlıştır. Temelde idealisttir: Önce ideolojik mücadeleyle insanların kafalarındaki tortuları, yanlış düşünceleri giderecek, belirli bir alanı bu anlamda temizleyeceksiniz, sonra bu temizlenen alanda mücadelenizi vereceksiniz… Bu anlayış yanlıştır. İdeolojik mücadele elbette önemlidir, elbette verilmelidir; ama bir, genel anlamda siyasal mücadelenin, iki, örgütlenme çalışmalarının ayrılmaz bir parçası, desteği olarak gündeme gelmelidir. Örneğin, Lenin’in “dışardan bilinç” vurgusu bence doğrudan doğruya ideolojiyle, ideolojik mücadeleyle ilgilidir. Böyledir; ama siz ülke bütünlüğünde bir siyasal mücadele vermeden ve sınıf içinde örgütlenme çalışmaları yapmadan bu “ideoloji”yi kullanamazsınız. Elinizde kalır ve ne yapacağınızı bilemezsiniz.
Hâlâ güncelliğini koruyan Kürt meselesi olarak adlandırabileceğimiz ulus-devlet ve kimlik alanında Marksist açıdan yaklaşıyorsunuz. Bugün bu bakışta ısrarcı mısınız?
Elbette ve bütünüyle… Marx, ulus devleti herhangi bir fikrin, “milliyetçi” ideolojinin değil kapitalizmin gelişme dinamiklerinin bir sonucu olarak ele alır. Bundan vazgeçmek için herhangi bir gerekçe göremiyorum. “Kimlik politikaları” ise Ellen Meiksins Wood’un deyimiyle “sınıftan kaçışın” sonucudur. Dünyada ve Türkiye’de sınıf hareketi yeniden güçlenip süreçlere damgasını vurduğunda insanlar “kimliklerini” büsbütün unutacaktır, demiyorum; ama sınıf mensubiyeti bir kez daha diğer bütün kimliklerden önce gelecek, insanlar kendilerini en başta ait oldukları sınıfla tanımlayacaktır.
Yine büyük bir bölümü devlet-iktidar-hükümet kavramlarına ayırdığınız görülüyor. Bugün devlet kavramını nasıl açıklarsınız? AKP’nin kendi devletini kurmakta olduğu fikrine katılıyor musunuz?
Evet, katılıyorum. Marx, kendi devlet teorisinde devleti kapitalizmin gelişkinlik düzeyine göre çeşitli yerlere oturtmuştur. Süreç, egemen sınıfların üzerinde rekabete giriştikleri devletten tam hâkimi oldukları devlete doğru bir seyir izler. Ama sürecin en gelişkin, sermaye sınıfının devlete tam hâkim olduğu dönemde bile burjuva demokrasisi, genel oya dayalı seçimler vb. yollardan devlete bir ölçüde esneklik tanınır. Marx’ta Bonapartizm kavramı vardır, “Prusya devletine” ayrı bir yer tanınır, ama örneğin “faşizm” yoktur. AKP ise bugün “milli iradeyi arkasına alan devleti de istediği gibi şekillendirip temellük eder” anlayışındadır ve faşizmden fazla farkı yoktur.
Yine devlet-hükümet-iktidar bağlamında AKP’nin kurmakta olduğu sermaye devletinde artık laik sermaye-İslamcı sermaye arasında bir gerilim olduğunu düşünüyor musunuz? Bu Türkiye’ye özgü durumun kuramsal açıdan bir açıklaması var mıdır?
“Gerilim” denilen şey arızidir; bir dönem vardır, sonra yumuşar, sonra yeniden artabilir. Ama mesele, Türkiye’nin geleceğine ilişkin vizyon ve kaygılardan çok eldeki imkânlardan (finansman, pazar, rant vb.) kimin nasıl yararlanabildiğiyle ilgilidir. Bu bakımdan, gerilim vardır ve olacaktır; ama çelişki yoktur. Bana göre bugünkü gidişat, “İslamcı sermayenin” sekülerleşmesi yönünde değil, “laik sermayenin” gidişata ayak uydurup belirli yerlere kadar dincileşmesi yönündedir.
Özellikle Gezi Direnişi ile Marksist olsun olmasın pek çok insanın sivil toplumculuğa, sivil inisiyatiflere sempati ile baktığını, umudu burada görmeye başladıklarını gözlemledik. Kitapta Gramsci’nin sivil toplum kavramı üzerinden bu konuyu inceliyorsunuz. Peki, Türkiye’de sivil toplumculuk için neler söyleyebilirsiniz?
Türkiye’de birtakım çevrelerin “sivil toplumculuğa” sempatiyle bakması Gezi Direnişi’nden çok önceleri ortaya çıkan bir durumdur. Asıl faktör, Türkiye’nin AB sürecine girmesi, bu arada “AB fonlarından” yararlanma hevesidir. Ayrıca ekleyecek olursam, bu sivil toplum ve sivil toplumculuk meselesi bugün örneğin 15-20 yıl öncesindeki kadar yaygın ve etkileyici bir olgu değildir. Benim açımdan “sivil toplum”, meta ilişkilerinin devlet dâhil siyasetin doğrudan müdahalesi olmadan serbestçe işleyebildiği alandır. Yok, eğer sivil toplum diye hükümet dışı kuruluşların ve sivil toplum kuruluşlarının var oldukları ve faaliyet gösterdikleri alan kastediliyorsa bu alan öyle sanıldığı gibi gül bahçesi değildir. AKP’nin bu alanda en az başka alanlardaki kadar ağırlığı, hegemonyası vardır.
Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu yazıldığı dönemde bir polemik kitabı olmadığı ısrarla vurgulansa da kaçınılmaz olarak pek çok polemiği beraberinde getirdi. “Marksizmin muhafızı” ilan edildiniz. Bu kitabı ilk kez ya da yeniden okuyacak okurların çıkarımlarından biri bu mu olmalıdır? Açarsak, Marksizmi nasıl bir tehlikeye karşı muhafaza ediyorsunuz?
Artık “Marksizm muhafızlığı” yapmanın gereği yok! Çünkü kitabın yazıldığı ve yayınlandığı dönemde Marksizm her niyete yenen bir muz gibiydi. Böyle bir dönemde Marksizmin ne olup olmadığı konusunda belirli bir muhafızlık gerekiyordu. Kitabın başlarında yazıldığı gibi, muhabbet tellalı çok olan bir şeyin muhafızının da olması doğaldır. Bugün insanlar böyle şeylere kalkışmadıklarından muhafızlığa da pek gerek olduğunu sanmıyorum. Elbette hep böyle gidecek değil. Bakarsınız bir gün gelir, Marx’ı aştığını düşünenler “işte, en hakiki sosyalizm budur ”diye birtakım fikirlerle ortaya çıkabilirler. O zaman “muhafızlık” yeniden gerekli hale gelir.
BİNYILIN EŞİĞİNDE MARKSİZM VE TÜRKİYE SOLU, Metin Çulhaoğlu, Yordam Kitap, İstanbul 2015.
0 yorum:
Yorum Gönder