"Onlar Ümidin Düşmanıdır Sevgilim" (A. Ömer TÜRKEŞ)

Başlık Nazım Hikmet’e ait. Hatırlamışsınızdır. Son sansür uygulamalarını konu edinen bu yazıyı yazarken önce bu şiir, sonra bir dizesi geldi aklıma; “sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman”… Sanki bugünü görerek, sansürcü zihniyeti lanetlemek için yazmış Nazım Hikmet bu şiirini. Gerçekten de sansür hem ümidin hem de ümidi yaşartan şiirleri, öyküleri, romanları yazanların, yani düşünen insanların düşmanı olanların icaatından başka bir şey değildir. Geçtiğimiz yıl Chuck Palachinuk’un “Ölüm Pornosu” ve Willaim Burroughs’un “Yumuşak Makine” adlı romanları hakkında davalar açılmıştı. Belki davalar fazla göze battığındandır, geçtiğimiz günlerde sansür mekanizmasının daha sessiz ve sinsi görünümleri çıktı ortaya. Mesela Yunus Emre’nin "Cennet cennet dedikleri" şiirindeki iki dize yayınevi tarafından sansürlendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu da "Şiirden beklenen kazanımlar sağlanmıştır" açıklaması yaparak sansürü açıkça destekledi. Ardından Kaygusuz Abdal’ın “Nefes” şiirindeki Alevilik kültürüne ait kavramların yer aldığı dizelerin de Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı yazarlar komisyonu tarafından sansürlendiği ortaya çıktı. Açıkça sansür edilmeseler bile, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Muhteşem Yüzyıl”, Bülent Arınç’ın “Behzat Ç.” dizileri hakkında ettkleri laflar yazar ve sanatçıların otosansür mekanizmasını işletmesine yönelik adımlardı.

Ahlakın Ahlaksızlığı

Ancak hepsinden daha vahim olanı İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü'ne bağlı Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Kurulu’nun Nobel Edebiyat Ödülü sahibi John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” romanı hakkında “sakıncalı” raporu vermesidir. İhbarname niteliğindeki bu “sakıncalı” belgesine meczup işi deyip gülüp geçebilirdik. Ancak son yıllarda özel hayata getirilmek istenen kısıtlamalara baktığımızda, ne kadar budalaca da olsa, bu girişimin sistemli bir politikanın bilinçli bir parçası olduğunu anlıyoruz. İzmir’de ortaya çıkan vaka, merkezdeki zihniyetin il ve ilçelerdeki doğal yansımasıdır ama doğal olması ürkütücü olmadığı anlamına gelmez. Durumdan vazife çıkaran bürokratlar kraldan çok kralcı kesiliyor, buna sansürcü şahısların kültürel açıdan kifayetsizlikleri de eklenince, cadı kazanları kaynamaya başlanıyor. Eğer hep birlikte sesimizi yükseltmezsek belki büyük kentlerde değil ama zaten muhafazakarlaşmış Anadolu kentlerinde, çok kısa bir zaman sürecinde, hayatın her alanı “resmen” denetlenmeye başlanacaktır.

“Fareler ve İnsanlar”ın sakıncalı bulunma nedeni özellikle üzerinde durulmaya değer. İddiaya göre gençlerin ahlakını bozacak bir sözcük kullanmış Steinbeck; randevuevi!.. Nasıl kullanmış? Övmüş mü, önermiş mi? Elbette hayır. “Fareler ve İnsanlar” büyük bunalım döneminin çaresiz, dibe vurmuş insanlarını anlatan bir romandır. Ve yazar olmanın sorumluluğunu taşıyan Steinbeck toplumsal bir yara olarak söz eder randevuevlerinden… Çünkü yazar şu dünyanın haksızlıklarıyla birlikte önüne getirilişini onayan, bu haksızlıkları soğukkanlılıkla seyreden değil, tiksintiyle canlandıran, üstlerindeki perdeyi kaldıran ve onları birer haksızlık, yani yokedilme­si gereken yolsuzluklar olarak yaratan insandır.

Evet, randevuevleri ve genelevler toplumsal bir yaradır ve 21.yüzyıl Türkiyesinde hala kanamaktadır. Her Türk erkeği çocukluktan yetişkinliğe geçerken üç ağır travmatik an yaşar, sünnet töreni, genelev ziyareti ve askerlik uğurlaması… Bu travmalardan söz edilmez, edildiğinde ise travmalar değil erkek olmanın gereği ve onurudur dile getirilen. Aslında herkesin bildiği ama söz etmekten imtina ettiği anlar, anılardır bunlar. Yüzleşilmez…

AKP bir adım daha atıyor; varlığını yıllardır koruyan –halk dilinde “mektep” diye anılan- bu “müesseseyi” ortadan kaldırmak yerine gündelik dilden çıkarmaya çalışıyor. İzmir Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Kurulu’nun içinde randevu sözcüğü geçtiği için “Fareler ve İnsanlar” romanını sakıncalı bulması iki yüzlülüğün ulaştığı en çarpıcı boyut olarak kayda geçirilmelidir.

Yüksekkaldırım, Bentderesi, Tepecik; üç büyük kentin merkezinde faaliyet gösteren üç büyük genelev… Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi koruması ve sağlık denetimi altında, kısacası tümüyle yasal olarak “hizmet” sunuyorlar, vergi veriyorlar, sermaye adı altında kadın bedenlerini pazarlıyorlar. Utanç verici ama yasal; kimse itiraz etmiyor, kadınların köleliğini, bedenin metalaştırılmasını, insanın ve cinselliğin aşağılanmasını kimse dile getirmiyor. Zaten söz edilse bile, isterse yıllarca önce yazılmış bir dünya klasiği olsun, sansüre takılıyor.

AKP ve yandaşları ne yaptıklarının çok iyi farkındalar. Bu nedenle değiştiriyorlar eylemlerinin isimlerini; totaliterizme demokrasi, teslim alma ve imhaya barış, faize kar payı, doğa katliamına çevre düzenlemesi, rant yağmasına kentsel dönüşüm, savaş kışkırtıcılığına demokrasi havariliği… Örnekleri çoğalttıkça bu ahlakın ahlaksızlığı daha sırıtır hale gelecek. Ama kimin umurunda…Yandaşından liberaline, liberalinden mahçup solcusuna kadar geniş bir işbirlikçi köşe yazarı ordusu, kendisini Faust sanan irili ufaklı bir dolu kanaat önderi mazeret bulmayı sürdürdükçe yalanların üzeri nasılsa örtülmüyor mu?

Devletin yaslarla koruduğu genelevler utanç verici varlıklarını gözümüzün önünde –hatta İstanbul’un göbeğinde, orta öğrenim kurumlarının bitişiğinde- sürdürürlerken hayatı yansıtmayı önüne koymuş, bu nedenle ödüllendirilmiş bir romanda bu türden evlerden söz edilmesinden rahatsızlık duymak işte bu iki yüzlülüğün en son örneği, iki yüzlülüğün vücut bulmuş hali, AKP ve yandaşlarının ahlak anlayışı, kısacası ahlakın ahlaksızlığıdır.

Ahlaki değil siyasi

Hiçbir kitap baskı ve yasaklarla engellenemez. Ve hiç kimse kendi ahlak normlarını başkalarına dayatamaz. Eğer bir ahlak piramidi yapılacaksa, görünenleri gizlemek ya da aklamak isteyen sansürcüleri en alta yerleştirmeli. Peki ama kim bunlar, bizi hangi kötülüklerden korumak istiyorlar? Onlara sanat ve edebiyat ürünlerini yargılayıp mahkum etme, neyin zararlı olup neyin olmadığına karar verme yetki ve gücünü kim veriyor? Gerçek ya da kurgusal; elinde silahıyla ölüm saçan birinin ağzındaki sigarayı karartmak ya da parçalanmış bedenler açıkça/iştahla teşhir edilirken insanın doğal çıplaklığını örtmek ayıbına, gülünç saçmalığına bizi ortak eden kim?

Bastırmak, yasaklamak, görünmez kılmak isteyen sansür mekanizmaları bu ülkede kendisini norm ve normal tayin etmiş heteroseksüel iktidarın geleneksel faşizan çehresidir. İlk ortaya çıkışında hasmını komünizm olarak belirleyen siyasi İslam bugün iktidar kavgasını sadece kürtlere, işçi ve emekçilere karşı değil kadın bedenine ve cinsel özgürlüklere karşı da yükseltiyor. Ama iki yüzlülükle; eşcinselleri sapkın bulurken cinsel tacizi hoş görebiliyor, cinsel eğilimleri suç delili olarak sunarken cinsel tacizcileri hüküm giymekten kurtaracak yasalar çıkarabiliyor, genelevlere dokunmazken randevuevi sözcüğünü yasaklıyor… Baktığı/okuduğu/duyduğu her şeyden, bir kız çocuğunun saçının bir perçeminden tahrik olanların müstehcenlikten en çok şikayetçi olmaları zihniyetlerinin müstehcenliğinden; bugünün sansürcü refleksi artık gizlenmeye hiç ihtiyaç kalmayan hegomonik “heteroseksüel muhafazakar sunni Türk” kimliğinin yansımasıdır. Bir kez daha tekrarlamakta yarar var; “asıl kısıtlanmak istenen özgürlüklerimizdir.”

Özgürlüklerimiz tehdit altındaken ne bu türden eleştirel yazılara ne de keskin ve öfkeli düşüncelerin dillendirildiği sosyal medyaya güvenebiliriz. AKPnin sansür uygulaması bizzat Başbakan tarafından dile getirilmiş baskıcı politikasının bir parçasıdır; ancak ve ancak politik mücadele ile göğüslenebilir. Entelektüel olmanın anlamını ve sorumluluğunu yazdıkları kadar yaşamı ve eylemleriyle de kanıtlayan Jean Paul Sartre “Edebiyat Nedir” adlı incelemesinde bu durumu çok iyi özetler; “İnsan köleler için yazmaz. Düzyazı sanatı, düzyazının anlam taşıdığı biricik yönetim bicimi olan demokrasi ile bağdaşır ancak. Biri teh­likedeyse, öteki de öyledir. Ve o zaman onları kalemle savunmak yetmez. Bir gün gelir, kalem durmak zorunda kalır; o zaman yazarın kalemi bırakıp silaha sarılması gerekir.” Tam bu noktada Pascal Mercier’in “Lizbona Gece Treni” romanında bir direnişçinin mezar taşına yazılı bir cümleyi de anmadan geçmek istemem; “Diktatörlük bir gerçekse devrim bir görev olur”.

Nazım’la başlamıştık Nazım’la bitirelim,

"çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına
çürüyen diş, dökülen et
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler
ve elbette ki sevgilim elbet
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet..”

0 yorum:

Yorum Gönder