Mahir Ünsal Eriş’in haziran sonlarında okurla buluşan ikinci kitabı, Olduğu Kadar Güzeldik, ilk kitabı olan Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… ile birlikte değerlendirildiğinde, yazarın aynı öyküyü yazmakta olduğunu ve aynı öyküde ısrar edeceğini gösteriyor.
Eriş, yeni kitabında da, okurunu ısrarla Türkiye Cumhuriyeti’nin 1980 sonrasındaki kronolojisi içinde bir rüya görmeye çağırıyor. Öykü evini, toplumun tüketim kültürünün hâkimiyeti altına girmediği, iktisadi aklın yegâne yöneten olmadığı, gösteri “poplumuna” dönüşmediği bir yerde kuruyor. 90’lı yıllarda hızlanan kentleşmeye dayalı değişim merkezde daha etkili olurken, çevreye daha geç yayıldı. Yazar, çocukluğunu ve erken gençlik yıllarını Çanakkale gibi bir sahil kentinde geçirmesini, bu bağlamda, bir avantaja dönüştürmüş durumda. Çağdaşlarından farklı olarak, kentleşmeyle birlikte ele alınan yabancılaşma, içe dönüş, yalnızlık gibi temaları tercih etmiyor. Öykülerinde mahalle olgusu hala varlığını hissettirirken, insanların “mahalle ahalisi” olarak konumlanışları ve bu ilişki ağı içindeki rolleri konu edilebiliyor. Eriş’in öykülerinin okura sıcak gelmesinin sırrı biraz da burada saklı.
Eriş, bir önceki öykü kitabında olduğu gibi, Olduğu Kadar Güzeldik isimli kitabında da repertuarını değiştirmiyor. Okurun alışık olduğu gibi taşra sıkıntısını değil de, taşranın sıcaklığını konu eden yazar, aslında hepimizin bildiği şeyleri anlatıyor. Ancak öykülerine hâkim olan iyimser havanın içine yedirilmiş olumsuzlamalarla, anlatım içinde boşluklar bırakarak yarattığı gerilim duygusuyla, ütopyasını Barış Gümüşbaş’ın aktardığı Iser’in kuramına paralel biçimde henüz değil’le artık değil arasında kurarak, okura tanıdık olanı yabancı kılıyor. Sonra istediği gibi gerçekliği yeniden kurarak okuru ikna ediyor. Oysa bu bir tuzak: Metin okunur, yaşanmaz ki. Belki Erdek diye, Çanakkale diye, Biga Tostu diye bir şey yok.
Eriş, Çanakkale’yi, Biga’yı yazmıyor; kendi Çanakkale’sini, Biga’sını yazıyor. Yazarın ütopyası da burada başlıyor. Ütopyasını gelecek yerine geçmişte kuruyor. Ütopyasına dönmek, yazar için, evine dönmek demek, anayurduna dönmek demek, çocukluğuna dönmek demek… Tasarladığı o ülke, deniz, kıyı, güvenli bir coğrafya. Huzurlu Erdek, Biga, Susurluk bir anlamda “ana kucağı”. Bundan, Eriş, ütopyasını dişil sembollerle anlatmayı tercih ediyor. Ütopyasına, Türkan Şoray da dâhil.
Eril bir sembolik değer taşıyan devrim, yazar tarafından ütopyasının merkezine yerleştirilebilirdi. Ancak Eriş ütopyasını dişil sembollerle kurmayı tercih ediyor. Öykülerdeki anlatıcılar için devrim, babalarının ya da ağabeylerinin rüyaları. Anlatıcıların babayla da dertleri var, rüyayla da. Belki bundan dolayı devrimci ağabeyler, devrim ve baba mesafeli anlatılıyor. Eriş, paradoksal biçimde, babayı öldürdüğü tek öyküsünü kadın bir anlatıcıya söyletiyor.
Eriş’in metinlerine yayılmış olan iyilik özlemi, korsan kitap satmak, hırsızlık yapmak gibi ahlaki kriz anlarından besleniyor. Yazar, okuruna iyiliğin ahlakçılıkla ilgisi olmadığını ve iyiliğin aslında “koşulsuz olduğunu” da söylüyor. Öykülerdeki umut bile karakterlerin sıfırı tükettiği anda ortaya çıkıyor. Bu, Ulus Baker’in aktardığı biçimiyle Bloch’un umut ilkesini akla getiriyor.
Mahir Ünsal Eriş, son kitabıyla belki, biraz da Ah Muhsin Ünlü’nün şiirini hatırlatıyor: Haziran sonlarında çocukluğumuzu ucundan yakıyoruz...
0 yorum:
Yorum Gönder