Sarkaç: Narsizm ve Hayatım (Bora ERDAĞI)

Belirli isimler ve/ya olaylar azıcık kültürlenmiş insanları klişelere götürür. O klişelerin derinliklerine inme şansı yakalayıncaya kadar da, isimlerin ve/ya olayların yerini klişeler doldurmaya devam eder. Yıllar yılları takip ettikçe eğer hayal kırıklıkları ortaya çıkmaya başlıyorsa ve işin kötü tarafı bu hayal kırıklıkları klişeleri zedelemeye başlıyorsa, ortaya daha büyük ve köklü bir kırılma çıkar. Aslında o artık bir ayrılık olarak kırılmadan çok, kırılmanın kendisi olarak var olan bir durumdur: Hüzün. Hüzün, hakkında en az konuşabileceğimiz ama en çok yaşadığımızı düşündüğümüz tek kişilik kendilik durumumuzdur.

Sevan Nişanyan Aslanlı Yol’u okuyacak olanlara bu kitabın aslında “hayatının hüznü” olduğunu ifade ediyor. Ne güzel. Nişanyan Sezar’ın hakkını Sezar’a verecek cüretle hüznünü okuyucuyla, özelde de Anahit’le paylaşıyor. Teşbihte hata olmaz denilir, o halde Nişanyan’ı bir dil/akıl cambazı olarak bilen tüm okurlar gibi ben de beklentilerim konusunda hayal kırıklığına uğramayacağımı düşünüyorum.

Türkçe’deki “Özyaşam Öyküleri”: Nişanyan’ın özyaşam öyküsüne geçmeden bir durumu tespit etmek faydalı olabilir. Türkçede özyaşam öyküsü yazma geleneği ve/ya armağan kitap hazırlama çabaları tam bir fecaat. Bunun genel sebebi ülkemizin halet-i ruhiyesinin ağır bir hasar görmüş olması olabilir ve bununla alakalı olarak, psişik itkilerimizin gerçeklik konusundaki tüm tanıklıklarımızı zedeliyor olması bir başka sebep olarak sayılabilir. Bu sebepler dolayısıyla kimsenin ne kendisi ne de başkaları hakkında doğru düzgün düşün(e)mediği ortada. Abartılar, anılar, aba altından sopa göstermeler, aklımda öyle yer etmişler, hatırladığım kadarıyla bu şekliyle olmuştular, kısaca; ne şiş yansın ne de kebap” triplerinden “oh oldu, benden sonra tufanı şimdi gördün mü”ye kadar giden eyyamcılık örnekleri... Örneğin Boğaziçi Üniversitesi Yayınları tarafından Arda Denkel’in ani ölü nedeniyle hazırlanan armağan kitabı okuyunca, tamam dedim, bu ülkede dostluk da eleştiri de hak getirecek düzeyde (Armağan kitap 85 sayfacık). Denkel’in analitik felsefe içinde yaptıkları ortada, yayımlarının çoğunun uluslararası felsefe çevrelerinde yankı bulduğu biliniyor. Eee nasıl böyle bir armağan kitap hazırlanır, bilemiyorum. Sadece Denkel’in değil, zaten çoğu armağan kitap, armağana layık görülene adanmış gibi değil. Kel alaka yazılar, dostlar alışverişte görsün laf kalabalıkları dolup taşıyor sayfalar boyunca. Elbette iyi örnekler de var ama bunlar, kaideyi bozmuyorlar.

Yaşam öyküsü yazma konuları ise biraz daha karmaşık. Akademik dünyamız niceliksel kalabalıklaşma ile geliştikçe, yaşam öyküsü anlatıları sayıca az olmasına rağmen giderek arttı. Sonuç sıkı bir kurulaşma ve hayranlık gösterisine dönüştü. Gökhan Atılgan’ın Yordam Kitap’tan çıkan Behice Boran denemesi gibi denemelere hızla ihtiyacımız var. Konu özyaşam öykülerine gelince, bu bahsi kapatalım. Nerede Terry Eagleton’ın Kapı Bekçisi kitabı nerede bizde nadiren de olsa ortaya çıkanlar. Tabii bizdeki durumun özel bir iki tarafı da var. Çoğu önemli yazar zaten yazdıklarında kendini anlatıyor ve aslında özyaşam öykümü yazarsam narsistik bir çaba içinde görünürüm kaygısı ile hareket ediyor. Fakat aslında yazdıklarında kendini yazarak zaten bütün hayatını narsistik bir uzama yerleştirmiş, bunu düşünmüyor. Bir de kendine karşı sürekli hınç besleyenler var, onlar da söyledim ruhumu kurtardım aymazlığında. Gerçi onların çoğu gazetecilik ya da köşe yazarlığı zanaatını yaptığı için belki de zamanın kendileri üzerindeki izlerinden kurtulma itkisini benimsemek durumundalar. Bourdeiu’nun dediği gibi, herkes kendi geldiği yerden, dilinden, bir şeylerinden kurtulmak ister, onların ki de o minval. Allah sonumuzu hayr etsin.

Aslanlı Yol ve Nişanyan: Kitabı okuduğumda iki şeye kanaat getirdim. Birincisi Wittgeinstein’ın “herkes evini kafasında taşır” sözüne ve ikincisi zekâ ve akıl ancak bir rastlantıyla bu kadar yolunda kalabilir fikri. İlkini Nişanyan’ın bütün anlattığı hikâyelerde, tanıklıklarda, olaylarda görmek mümkün. Biraz abartacağım ama mübareğin görmediği yer, gitmediği kapı, okumadığı kitap, yapmadığı haylazlık, tanışmadığı entelijensiya, aşmadığı yol kalmamış... Kusuruma bakılmasın ama sanırım Nişanyan’ın ilk tanıştığı zamanlardaki Murat Belge ve Ömer Laçiner isimlerinden ikincisine neredeyse tüm Türkiye olarak benzediğimiz için, Aslanlı Yol’u Nişanyan’ın kaçış güzergâhları rehberiymiş gibi hayranlıkla okudum. Fakat niyetim Nişanyan’ın kaçış hikâyelerinden çok, kitap boyunca, hüznü ile ilgilenmekti. Maalesef bulduğum şey hüzünden çok neşe, yargılamadan çok değini, ithamdan çok tespit oldu. Elbette arada bir hayal kırıklıklarına rastladım ama onlar kadı kızında da olacak türden olağanlaşmış durumlardı. Bütün arayışlarım tersine bulgularla fethedilmiş oldu.

Gerçi Aslanlı Yol iddiasından uzaklaşmış da olsa, beni kendisine yaklaştırmayı becerdi. Şöyle ki, onun gibi şanslı entelektüellerin geçtiği yollardan benim gibiler ancak on yıllar sonra belki geçebilir, hatta geçmek için karınca adımları atarak beklemeye devam ediyor da olabilir, sorun Nişanyan’ın bilgisi ve/ya görgüsü değil, sorun onun anlattıklarında bir hüznün örgütlenemeyeceği gerçeği. Yani hüzne sahip değildir demek istemem, ama anladığım kadarıyla, arada bir hayal kırıklıkları ile yetinen biri. Başka bir ifade ile onun sorunu ve beni de kendisine yaklaştıran sorun; herkesin evini kendi kafasında taşıyor olması gerçeği. Öyle ya her ilişki ve/ya karşılaşma büyük resmin içinde benzer sonuca sahip oluyorsa, ha Nişanyan gibi kaçarak/uzaklaşarak ha benim gibi durarak yaşa, ne fark eder. Ev olduğu yerde durmaktadır. Önemli olan evin içi, hareketin evin içinde nasıl bir anlam ürettiği. Oğlunu anlamak için çaba sarf eden Sona teyze sonuna kadar haklı. Eğer Nişanyan’ın evindeki hüznü anlasaydı, o da oğlunun duyarlılıkların ritmine dair bir söz söyleyebilirdi, tıpkı bizim gibi. Ama söyleyemiyor. Görünen o ki, Nişanyan hep buzdağının görünen yanını anlatıyor.

İlkiyle bağlı olarak bir başka mevzu; Nişanyan’ın gözü karalığının etrafında örülen mitos; başı belaya giren ama sürekli bu belalardan kurtulan biri. Ne güzel söylüyor Sevan Belgeseli’nde Arsen: “Babam dedi ki Türkiye Cumhuriyet’inde her şey teoriktir, hadi bakalım giriyoruz”. İşte bu; babanın mitos haline dönmesi durumudur, tehlikelidir. Mitos bir kere ortaya çıktıktan sonra eksiltmenin ya da artırmanın bir anlamı yoktur. Zaten Arsen’de babasının bazı tepkilerini anlayamadığını söylüyor. Farklı şeyleri aynı jargonla Ali Nesin, Müjde Tönbekici, Osman Kavala, Özlem Beyarslan ve diğer çocuklar da anlatıyor. Sanki Nişanyan’ı insan olarak sevmemizi değil de saymamızı ister gibiler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokratları, Nişanyan’ın deyimiyle, onun ne yaptığını biliyorlar. Bu yüzden onun “deli cesareti” karşısında diz çökmezler. Eğer bugüne kadar işler yolunda gittiyse, bu özünde yapılanların genel bir onay kazandığı anlamına gelir ve olayların absürd niteliklerinin de gözden kaçırılmaması gerekir. Elbette, ayrıyeten ilişkilerin ve şimdiye kadar kazanılmış deneyimlerin bu belalardan kurtulmak için yeterli malzemeyi sağladığı da düşünülmelidir. Ben Nişanyan’ı şahsen tanımıyorum ama onun hüznünün varolduğuna inanıyorum. Bu kadar inatçı bir savaşçı bu hüznü ortaya koyabilirse, ölümsüz birkaç esere imza atabilir. Anlattıklarının ve anlatılanların devede kulak olduğu o kadar belli ki, azıcık açık olmak onu kuşaklar boyu daha iyi tanımamızı sağlayacaktır.

Nişanyan’ın Aslanlı Yol’u narsistik sarkaç tarafından tehdit edilen bir hayatın hikâyesi. Bir ucunda yaptıklarıyla zaferleri elde eden ve onlarca tanıkla yaşayan, diğer taraftan kendisini hakkında hiç bir gerçek bir derinliğe sahip olmadığımız. Bir yanıyla aydınlık diğer yanıyla karanlık, ortası yok. Sona teyze, ben ve Anahit hüznünü bize açan gerçek Sevan Nişanyan’ı bekliyoruz. Elbette anlatılanlar gerçektir ama buzdağının görünen yüzü gibi.

Sevan Nişanyan, Aslanlı Yol, İstanbul, Liberte Yayınları, 2012, 360 sayfa.

0 yorum:

Yorum Gönder