İçimdeki Yalnızlık, Saatin Durduğu An, Arşipel’in Çocukları, Gölge Kadın ve Cahide kitaplarının yazarı Nalan Tuntaş ile Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan son kitabı Zor Yıllar’ı konuştuk.
Zor yıllar 1915’lerden Cumhuriyete kadar uzanan bir roman. Yazarken hangi kaynaklara başvurdunuz?
Zor Yıllar’ı yazmadan önce o dönemi anlatan çok kitap okudum. Zaten o sıralarda yalnızca romanı yazmak için değil, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele dönemi hakkında detaylı bilgi edinmek için bir meraka kapılmıştım. Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam, Hasan İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan, Ahmet Refik Altınay’ın Kafkas Yollarında, Taylan Sorgun’un Bitmeyen Savaş, Ferit Erden Boray’ın Beyaz Ölüm, Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi, Nazım Hikmet’in Kuvâyi Milliye, Oral Sander’in Siyasi Tarih, Mürşit Balabanlılar’ın Türk Romanında Kurtuluş Savaşı kitaplarını ve şu anda adını anımsayamadığım daha birçok kitap okumuştum. Romanı yazmaya karar verdikten sonra askerliğini, dedem Sarı Saffet’in savaştığı bölgede yapmış olan dayımla konuşmuş ve birlikte araştırmaya başlayıp Kazım Karabekir’in kitaplarından iz sürerek konuyu yerine oturtmaya çalıştık. Dedem, Karabekir Paşa’nın kolordusunda makineli tüfek komutanı olarak savaşmıştı. Onun hakkında bildiklerimiz sınırlıydı. Dayım Ercan Kayan’ın bana bu konuda çok yardımı oldu. Annemin günlüklerinden, Saffet’in çocukları içinde en büyükleri olan ve bu nedenle aileyi daha iyi anımsayan teyzemin anlattıklarından da yararlandım.
Sanırım roman gerçek bir yaşamöyküsünden yola çıkarak yazıldı…
Evet. Saffet’in genç yaşta ölmesi ve yazılı bir belge bırakmamış olması nedeniyle hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. Bölük pörçük çocukluk ve gençlik anıları, anneannemden ve yine çocuklarından öğrendiğim kadarıyla savaş sonrası yıllar… Savaş dönemi ise yukarıda yazdığım gibi onun cephede bulunduğu zamana denk getirilip o yıllarda olanlarla, anlatılanlar birleştirilerek yazılmıştır.
Biraz bahsetmek ister misiniz romandan?
Saffet çok küçük yaşta annesiz babasız kalmış ve kendini kurtarmak için yatılı olarak Harp Okulu’na kaydını yaptırmıştır. Birinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Savaş bitecek diye beklenirken yeni cepheler açılmakta, ülke içten içe kaynamaktadır. Dört yıl daha kan akacak ve daha nice şehitler verilecektir. Anadolu’da yaşayan birçok erkek gibi Saffet de, on dokuzunu doldurmadan okuldan alınacak, kendisini o cehennemin içinde bulacak, yıllarca doğunun amansız soğuğu ve mahrumiyeti içinde savaşacaktır.
Erzurum’un sınır bölgesindeki, Zivin’e makineli tüfek komutanı olarak atanmıştır. Tüfeği söküp takmayı bile, erlere belli etmeden gizlice orada öğrenir. Komuta ettiği erlerin bir kısmı yıllardır savaşmakta olan, saçı sakalı birbirine karışmış kendinden yaşlı adamlardır. Çocukluğundan beri zorluklar içinde yaşayan Saffet şimdi çok daha çetin bir mücadelenin içine girmiştir.
Dört yıl Şark Cephesi’nden sonra İzmir’e döndüğünde artık o eski Saffet olmadığını anlayacaktır. Zor yıllardır, zor yıllar… Çaresiz hastalıklar, yakınlarının ölümü hiç peşini bırakmaz. Sonra da, doğuya atamalar başlar. Bölge adeta mıknatıs gibi çekmektedir onu. İzmir’e özlem duydukça ülkenin orasından orasına savrulup dururlar çoluk çocuk ama nedense hep doğuya…
Duygulu ama cesur bir insanın yaşamak zorunda kaldığı sonu gelmeyen acı deneyimler, Tanrı’nın insanlara verdiği dayanma gücünün çok daha fazlasını gerektirmektedir. Saffet de buna kırk yedi yıl dayanabilmiştir.
Arşipel’in Çocukları romanını da konuşmuştuk. İki asker var. Sanırım Binbaşı Erdal, Sarı Saffet’e göre daha şanslı öyle değil mi?
Arşipel’in Çocukları’ndaki Binbaşı Erkal Saffet’e göre tabii ki çok daha şanslı. O, Saffet gibi, dört bir tarafı başka ülkeler tarafından işgal edilmiş, Sevr antlaşmasını kabul edebilecek denli aciz bir saltanat kalıntısının değil, ordusu güçlü olan, Cumhuriyetle yönetilen bir ülkenin askeri. Kul değil, birey. Kendi iradesiyle hareket edebiliyor. Tam da istifa dilekçesini vermişken Kıbrıs’ta savaş çıkınca vicdanı rahat etmiyor ve dilekçesini geri çekiyor. Tersini de yapabilirdi. Ama Saffet’in başka sansı yok.
Ben şimdiki Ortadoğu ülkeleri halklarının hiç bitmeyen çilelerinde o günün insanlarının çilelerini görüyorum. Kader mi bu? Şans mı?
Kör bir cehaletten başka bir şey değil. 21. yüzyılda kanlı günler yaşamak hiçbir ulusa yakışmıyor.
Savaşın olmadığı bir dünyada yaşamak dileğiyle…
0 yorum:
Yorum Gönder