Toplumsal Durumlar Mekânlara Yazılıyor (Aysel SAĞIR)

Bir ülkenin kentleşme tarihi, o ülkenin yapısı ve insanlarının kültürel kodlarıyla ilgili önemli bilgiler veriyor. Kentten bahsettiğimizde; toplumsal cinsiyet, sınıf, emek süreci, iktidar yapısı, kimlik, etnisite... gibi toplumsal yaşamda içerilen durumlardan da bahsetmiş oluyoruz. Aslında kent, söz konusu alanların mekânsallaştırılması anlamına geliyor. Yani bir kenti anlamak için, o kentin toplumsal yapısının nasıl mekânsallaştırıldığına bakmamamız gerekiyor.
Tabii konu Türkiye’nin kentsel tarihi ve yapısı olunca durum daha da bir önem kazanıyor. Türkiye ve kent olgusu yan yana geldiğinde oldukça karmaşık bir görüntü oluşuyor. Erbatur Çavuşoğlu, Türkiye Kentleşmesinin Toplumsal Arkeolojisi’nde, Türkiye’nin tarihsel dehlizlerinde geziniyor. Ancak kente gelene kadar, kırsalda bir hayli oyalanıyor. Kente geldiğinde ise tarih 1980’leri gösteriyor. Ama sayısal (göçler) anlamda. En önemlisi de Erbatur’un karşımıza çıkardığı Türkiye kentleşmesi, içinde yaşayanları kucaklamak yerine dışlıyor.
Mekânların içine gömülen gerçekler
Gecikmiş Türkiye kentleşmesi Batı’dan farklı bir seyir izliyor. “Kent tasarlama ve planlama işi hem iktidarların hem de toplulukların ideallerini gerçekleştirmenin bir aracı olarak” kent, toplumsal durumların da diğer bir adı oluyor. Bu anlamda da Türkiye kentlerinde gündelik hayat “on binlerce insanın ölmesine ve yaşamın terörize olmasına yol açan etnik temelli bir iç savaşın gerilimi altında, inanç ve değerlere bağlı huzursuzluklar ile yarılmaların gölgesinde cereyan” ediyor. Peki, bir kentin yapısıyla, toplumsal sorunlar nasıl örtüşüyor? “Toplumsal sorunlar, sosyal süreçler ve toplumsal gerçekliklerin olduğu kadar mekânların da içine gömülüdür. Şehir plancıları, kentsel tasarımcılar ideal mekânsal düzenlemeleri tasarlamak üzere düşünedursun, mekâna gömülü toplumsal gerçeklikler, tasarlanan ideale ek tahayyüller ve toplumsal pratikler üretir.”
Türkiye’de kentleşme süreci söz konusu olunca konu daha da karmaşıklaşıyor. Zira toplumsal sorunların bugün gelip dayandığı yerde aynı zamanda kentlerin şimdiki manzarası beliriyor. “1980 sonrasının toplumsal gündeminde liberalleşme, giderek bozulan sosyal adelet, artan yoksulluk, siyasal İslam’ın yükselişi, Türk milliyetçiliği ile Kürt ve Ermeni meselesi, toplumsal cinsiyet kimliklerinin çeşitlenmesi ve sorgulanması büyük yer” tutuyor.
Türkiye’de yaşanan toplumsal sorunların mekân üzerinden okunduğu metinde, Erbatur, mekâna gömülü toplumsal gerçekliklerin peşine takılıyor. Böylelikle de çalışmasını “etnik, seküler, sınıfsal ve toplumsal cinsiyete bağlı dört temel çelişki, dört hegemonik dönem boyunca oluşan tarihsel blok, kalkınma ve planlama paradigmaları, kentleşme politikaları ve mekân üretimi süreçleriyle” ilişkilendiriyor. Türkiye kentleşmesini mekân üzerinden sermaye biriktiren bir kapitalistleşme deneyimi olarak gören Erbatur, söz konusu sürecin, “etnik, seküler, toplumsal cinsiyet ve sınıfsal temelli tarihsel çelişkileri yeniden üreten” niteliğine dikkat çekerek, kentsel mekânı “kimlik mücadelelerinin alanı olarak” düşünmeyi öneriyor.
Gündelik hayattaki tahakküm ilişkileri…
Tezlerinde, Bourdieu, Lefebvre, Cramsci, Althusser… gibi düşünürleri referans alan yazar, gündelik hayattaki tahakküm ilişkilerini analiz ederek, “gündelik hayattaki tahakküm ilişkileri de iktidar ve toplum kadar çeşitlenmiş, karmaşıklaşmış ve hiyerarşik hale gelmiştir” diyor. Tam da burada Bourdieu’nun “simgesel sermaye”sini devreye sokuyor. Zira “hem doğuştan itibaren miras yoluyla edinilen para, unvan ve maharetlerin hem de aile, okul ve diğer toplumsal failler aracılığıyla benimsetilen yargıları, düşünme, söylem ve davranış kalıpları”nın toplamı olan ‘simgesel sermaye’, toplumsal hiyerarşideki konumları belirliyor. Tabii burada hegemonya kavramı başı çekiyor.
Zira hegemonya kavramı (Gramsci), “sürekli yeniden inşa edilen ve baskı ile iknanın karmaşık dengesine dayanan bir açıklama biçimi” olarak kentleşme süreçlerine uygun düşüyor. Türkiye kentleşmesinin Osmanlı’dan başlayıp, özellikle Cumhuriyet’in kuruluş döneminde yoğunlaşarak bugüne kadar takip edildiği metinde, “ulus-devlet projesinin kuruluşundaki sorunlara” dikkat çekiliyor. Gündelik hayat ise kent kültürüyle ilgili ayrıntılı bir görünüm sunuyor. Böylelikle, “Türkiye’de gündelik hayat içinde tüm bireyler sürekli kodlanma süreçlerine tabi” tutuluyorlar.
Sakal-bıyık, memleket, aksan…
Bu kodlama süreçlerinin nasıl işlediği ise aynı topraklarda yaşayan herkes biliyor. “Türkiye’de yan yana gelen iki kişinin birbirlerine yönelttiği ilk sorudan birinin ‘nerelisin?” sorusunun hiç de “masum” olmadığının altı çiziliyor metinde. Dolayısıyla, “dış görünüş, ten-saç, göz rengi, sakal-bıyık şekli, kılık-kıyafet, davranış, ad-soyad, memleket, aksan, kullanılan kelime dağarcığı vb. pekçok gösterge kişiyi toplumsal hiyerarşide merkezi ya da tali, makbul ya da sakıncalı bir konuma yerleştirme işlevi” görüyor. Tabii bu kadar değil “etnik, dini, sınıfsal, toplumsal cinsiyet, statü ve kültürel aidiyete ilişkin kimlik fetişleştirmeleri ayrışma ve yalnızlaşmanın da” asıl nedenleri olarak öne çıkıyor.
Cumhuriyet’ten itibaren, resmi zihniyetin Türkiye kentleşmesindeki ağırlığı ise “ulusal mekân inşası” şeklinde beliriyor. 1950’lerden sonra ise farklı bir süreç başlıyor. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında “Türkiye’de kentler hızlı, yoğun ‘yağ lekesi biçiminde’ kontrolsüz… Kentsel donatılar ve kentsel hizmetler yetersiz, çevre kalitesi ise düşük” bir şekilde büyüyor. 1980 sonrasından itibaren –hızlanarak- 2000’li yıllara gelindiğinde ise “yeni sınıfsal ittifakların kurulduğu, farklı bir hegemonya” dönemi başlıyor.
Ancak en son, en vurucu noktayı “İslamcı Neoliberalleşme Dönemi” vuruyor. İslamcı Neoliberal yapıyı, tüm çarpık gelişmelerin toplamı olarak görmekte yarar var. Zira “milliyetçiliğin, İslamcılığın, militarizmin ve hepsini sarmalayan muhafazakarlığın eril tahakküm ile iç içe görüldüğü” içinde yaşadığımız bu dönemin, mekânlara yazılarak yeniden kurulduğunu bilmekte yarar var.

TÜRKİYE KENTLEŞMESİNİN TOPLUMSAL ARKEOLOJİSİ, Erbatur Çavuşoğlu, Ayrıntı Yayınları, 2014.

0 yorum:

Yorum Gönder