Beşiktaş'ın Boğaz'ı gören en güzel köşesi değildi belki ama İstanbul'da Anadolu yakasında oturanlara özgü Kadıköy sevdasına bana ihanet ettiren ilk yerdi. Üniversite yılları, sevgiliye sığınmak ve buruk çayla ısınmaktı Hasır. Mezun olmaya yakın “hassas” bir bölgede olduğu için yıkılma kararı verildi. Hemen arkasına kondurulan lüks bir otelin görüntüsünü de bozabilirdi üstelik ve bu yüzden artık bize ait değildi.
Kapkaççı burjuvaziye peşkeş çekilen mekânlar şanlı direnişlerin deneyimlendiği gecekondu mahalleleriyle sınırlı değil artık. Toplumsal sıkışmışlığın birçok farklı sembolünü bünyesinde barındıran kentsel dönüşüm Gezi Hareketi'yle “sayılmayanlar”ın sesinin uğultudan çığlığa dönüşmesinde belki de en önemli itici güç oldu. Şehrin ortasında nefes alınabilecek ve herkese ait olan nadir bir yaşam alanına göz dikilmesi fitili ateşlemişti. Kültürel hiyerarşiye dâhil olmak ve sermayenin taleplerini yerine getirmek için merkezlerini “soylulaştıran” ve “sen” buraya ait değilsin diyen iktidarın istemediği özne gün geçtikçe daha fazla kalabalığı içinde barındırıyor. Ezilen sınıfların genişlemesi değişen mücadele pratiklerini de beraberinde getiriyor. Mekân Meselesi işte bu “mesele”nin anlaşılması için neredeyse olmazsa olmaz diyeceğimiz David Harvey, Asef Bayat, Antonio Negri, Loic Wacquant gibi birçok yazarı bir araya getirmiş.
Soner Torlak yazısıyla girişi yaparken mekân mücadelelerinin aynı zamanda bir bellek savaşına da denk düştüğünü ifade ediyor. Bazen yeni bir tarihyazımı yerine egemenler kendi suretleriyle tekrar yaratmak isterler mekânları. Çünkü o mekânların anımsattıklarından ve gözden çıkarılan “özne”lerin hatırlama dolayımıyla tekrar hissedecekleri direnme gücünden korkarlar. “Taksim Meydanı'nı bilinen haliyle ortadan kaldırmak, onlar için 1 Mayıs 1977'yi de ortadan kaldırmak demek, gecekonduları ortadan kaldırmak, bu gecekondularda birikmiş direniş deneyimlerini silmek demek. (...) Kent mekanını yeniden talep etmek, bu anlamda nostaljik ve romantik bir 'istemezükçülük' değil, ahir zaman Faustlarına karşı verilen bir kolektif bellek savaşıdır.”
Lefebvre kent hakkı kavramıyla kente ve kentleşme süreçlerine dair belirleme ve kontrol edebilme hakkını tanımlamıştır. Bu kavramla, kentle ilgili karar mekanizmalarının yeniden yapılanmasını ve o kentte yaşayan herkesin kentsel siyaset içerisinde yerini alarak yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olmasını işaret etmektedir. Soner Torlak yazısında Harvey’in Lefebvre'in tanımına yaptığı kentin ekonomi-politiğine dair yorumsal katkısını da es geçmeden kent hakkına değinmektedir. Kenti var eden çeşitli farklılıkları içinde barındıran insanların, özellikle tehdit altındaki grupların sesini duyurulabilmesi ve toplumsal eşitsizliklerin ortadan kaldırılabilmesi için önemli bir gayrettir kent hakkı meselesi. Çünkü kentlerin bir geleceği olması için harekete geçmek, kendi agoralarımızı yaratmak ve politik eylemlerimizi inşa etmek durumundayızdır.
Harvey ile çok yakın bir zaman içerisinde gerçekleştirilen bir söyleşi de kitapta yer alıyor. Harvey'in kentsel kaynaklara erişimle doğrudan paralellendirilen bireysel özgürleşmenin ötesinde kenti değiştirmek ve dolayısıyla kendimizi dönüştürmek, kendi geleceğimizi belirlemek olarak değerlendirdiği kent hakkı meselesine söyleşide tekrar rastlıyoruz. Klasik endüstrileşmiş fabrika işçisisi kavramsallaştırılmasından farklı yeni bir heterojen yapıdan yani sermayenin boyunduruğu altında ezilmekte olan, sömürülen ve üretim yapan “herkes”ten bahsedililiyor. “Fabrikaların gözden kaybolmasıyla, kentler bana çok daha fazla mücadelenin odak noktası olarak görünmeye başladı. O halde soru şudur: Kenti kim üretiyor? Kenti kim geçindiriyor? Kenti kim ayakta tutuyor? (...) Tarihsel olarak bakar ve (örneğin bir Dickens romanı okursanız) çalışan karakterlere bakarsanız, onlar fabrika işçileri değildir. Bütün bunlar kent yaşamını ayakta tutan insanlardır. Ve bunlar çoğunluktur, aslında, hatta 19. yüzyılda bile hizmet işçileri son derece önemliydiler, tabii şimdi de.”
Negri'nin Mekan Meselesi'ndeki yazısında belirttiği üzere metropoller artık merkezi bir mesele haline gelmiştir. Bunun nedeni de metropole has bir ortaklık yapısının olmasıdır. Farklı ezilmişlik deneyimlerine sahip, değişik kültürlerin ve kimliklerin bir araya gelmesiyle heterojen bir yapının şekillendirdiği bir isyanı Gezi Direnişi sırasında biz de tecrübe ettik. Harvey'in de değindiği üzere otoriter eğilimlere sahip, tahammülsüz bir rejime yönelik memnuniyetsizlikleri olan toplumun farklı kesimlerinin bir araya geldiği benzersiz bir ittifaktı. Bu elbette bir tesadüf değildi, direniş kendini “soylulaşma”nın dışında hisseden herkes tarafından beslenmişti ve “memnuniyetsizlikler çerçevesinden birer kentsel isyandı.”
Hepimize ait olan yaşam alanlarına sahip çıkmanın, bu temel üzerinden şekillenen kent hareketlerinin zaman zaman muhalif çevreler tarafından küçümsenerek karşılanmasına tarihi bir yanıt olmuştur Gezi Hareketi. Çünkü yaşam alanına sahip çıkmak demek aynı zamanda büyük yıkımlara, sürgünlere, eşitsizliklere karşı direnmek ve mücadele etmek anlamına da gelmektedir. Yine Harvey'in söylediği üzere şehirlerde gündelik yaşam üzerine süren mücadele, en az işyerlerinde süregiden mücadeleler kadar önemlidir. Çünkü üretim alanında fiilen muazzam zaferler ancak yaşam mekânlarında elde edilmiş zaferlerle bir araya geldiğinde anlamlı olacaktır. Bugün bizlere açık alanlar, parklar yerine daha fazla AVM reva görülüyorsa bunu iki yönlü okumak zorundayız. Bizi devamlı tüketmeye zorlayan batakhaneye dönüşmüş kentler aynı zamanda tabii ki bizden yeşili ve doğayı da sakınacaktır.
Küçük bir siyasal ve ekonomik grubun elinden tuttuğu kent hakkı gerçek sahipleri tarafından geri kazanılmayı beklemektedir. Geniş ve “benzersiz bir ittifak” hareketinin olabileceğini tarih bize göstermiştir. Belki “karşılaşmalar”ın tesadüfüne gerek kalmadan ezilenler “umut mekanları”na yelken açmak için yola koyulacaklardır. Bu noktada görmek ve hatırlamak için Mekân Meselesi bize güzel bir fırsat sunuyor.
MEKÂN MESELESİ, Der: Önder Kulak, Tekin Yayınevi, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder