28 yaşındaki İsmail Abdullah Brinsley, 20 Aralık Cumartesi günü öğleden sonra bilgisayarının başına oturdu, bir silah fotoğrafıyla birlikte Instagram hesabına "Domuzlara kanat takmaya gidiyorum. Onlar bizden 1 kişiyi aldılar... Biz de onlardan 2'sini alalım" ve "Bu son gönderim olabilir. Domuzları paketlemeye gidiyorum" sözlerini yazdı. New York'taki evinden çıkan Brinsley, devriye aracıyla bekleyen iki polisi vurarak öldürdü, daha sonra kaçan Brinsley, polisler tarafından etrafı sarılınca intihar etti. Bu satırlar yazılırken New York'un kahraman polisi ve başsavcısı Brinsley'nin Kara Gerilla Ailesi adlı bir yasadışı silahlı örgütle bağını kurmaya çalışıyordu.
Şimdi soralım: Brinsley’nin başka çaresi var mıydı? Brinsley'nin hikayesi, her gün sömürülen ve aşağılanan bir insanın kendi varlığını sona erdirme pahasına gerçekleştirdiği bir şiddetli karşı çıkıştan başka nedir? Hiç değilse Kafka’dan beri biliyoruz, egemenin en büyük arzusunun kendisine yönelen nefreti, hukukun koridorlarında boğmak istediğini; hiç değilse Schmitt’ten beri biliyoruz olağanüstü hale karar verirken egemenin hem hukukun sınırlarını çizdiğini, hem de bu sınırların dışında gezinmek konusunda ne kadar hevesli olduğunu. “Bizden bir onlardan iki!” bir patolojinin tezahürü müdür? Peki, öyle olsun! Ama nedenlerini, Brinsley’nin psikolojisinde değil, hukukun dışında duran zalime hukukun içinden hesap sormanın imkânsızlığının yarattığı trajedide arayalım hiç değilse! Artık her gün yüzlerce insanın kendisini imha etme pahasına kaldırdığı başların hepsini "patolojik" olarak damgalamakla ezilenlerin şiddete sarıldığı her uğrakta "şiddet sarmalına yuvarlanıyoruz" yönündeki "vicdani" yakarışlar arasında pek az fark olduğunu görmek gerekiyor. Ölümden beter hayatlarına isyan ederek ister belirli bir siyasal strateji dahilinde isterse fevri biçimde ölüm pahasına şiddetli hak alma mücadelesi veren insanlara "hayatı kutsayan" vaazların hiçbir etkisi olmadığını da fark etmek.
Biyopolitik çağda bedenlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok; aldığımız nefes tek başına insan yaşamını tarif etmeye yeter hale geldi. Şiddetin her türlüsüne karşı seferber olmamızı gerektiriyor bu tablo! Peki, ama nasıl oluyor da devletin ahenkle dans eden baskı aygıtlarının marifetiyle tıkanan siyasal damarlar, ezilenlerin şiddetiyle bir anda açılıveriyorlar? Nasıl oluyor da demokrasiye yol gösterebiliyor bu şiddet? Hani düşüyordu Kobanê? Nerede şimdi Topçu Kışlası? Bir şiddet fetişizmi değil aklımızı kurcalayan, ne talep edersek edelim elimize bir dava dosyasının tutuşturulması… Enseyi karartmayalım; kazanıyoruz kimi zaman ama aldığımız cevabı da unutmayalım: “Güçleri yetiyorsa yıksınlar!”
Gerçek şiddet sarmalı, Walter Benjamin'in tam üzerine bastığı üzere "hukuki" bir meseledir ve bu sarmaldan ancak doğal hukuku ve pozitif hukuku yıkarak yeni bir hukuk kuran "şiddet" eliyle çıkılabilmektedir. Belki de burada "bütün savaşları sona erdirecek son bir savaş" tarif etmek icap edecektir. Ama bu kadar değil. Meselemiz şiddeti güzellemek değil, anlamaya çalışmak. Ama daha çok da "karşı-şiddeti". Devletlerin, egemenlerin şiddetini anlıyoruz. Yönetme kabiliyetlerini yitirmemeleri gerekiyor, sistemli biçimde sömürdükleri ve ezdikleri kitleleri hukuklarıyla ve silahlarıyla ehlileştirmeleri, yıldırmaları ve kendi anlam dünyalarına dahil etmeleri gerekiyor.
Meşru müdafaa ve öz-savunma
Tarihte karşı-şiddete başvurmadan elde edilen bir hak kazanımı mevcut mu? İktidar hayatı hedef aldığında ne yapmalı? Kadın ataerkilliğin bütün hışmını arkasına almış bir erkeğe, İşçi bütün kapitalist sömürünün pervasızlığına sırtını yaslamış bir patrona, Devrimci Tutsak insanlığın faşizme dair biriktirdiği ne kadar deneyim varsa heybesinde taşıyan gardiyana, Kürt insanlık dışı olan ne varsa ete kemiğe bürünmüş hali olan kontrgerillaya, Köylü canının parçası olan ağaçlarını zorla söken özel güvenlikçiye karşı şiddet uyguladığında, bütün bunları nereden tartışmalı?
Ezilenlerin şiddetini egemenlerin şiddetinden ayırmak adına, meşru müdafaa ve öz-savunma üzerine yeniden yeniden düşünmek ve konuşmak lazım. İnsanı insan kılanın hayatını bir şekilde sürdürmekten fazlası olduğunun, haysiyet olduğunun, vicdan olduğunun, adalet duygusu olduğunun farkındaysak, o halde meşru müdafaanın ve öz-savunmanın, her gün yaşadığımız o tahrip edici yabancılaşmayı aşmanın biricik olmasa da en etkili yolu olduğunu kabul etmekle başlayabiliriz.
Şiddet ve siyaset
Siyaset ile şiddeti, ancak birinin bittiği yerde diğerinin söz alabileceği düşman kardeşler olarak tarif etmek, insanlık tarihindeki hak kazanımlarının hepsinin ancak karşı-şiddet uğraklarından geçmek pahasına gerçekleştiği düşünüldüğünde, boşa düşer. Ezilenlerin karşı-şiddetini devletlerin örgütlü ve sürekli şiddet eliyle sürdürdükleri rejimlere içkin olan şiddetle bir tutmak, ezilenlerin devletleri taleplerinin meşruluğuna "ikna ederek" kıymık kıymık kazanmasını geçerli siyasal strateji olarak görmekle eşdeğerdir.
Bir not düşelim: Burada gündelik hayatta ya da daha genel düzeyde elde edilen kısmi kazanımları küçümsemek değil niyetimiz. Bütün bu hak alma ve devleti "ikna etme" süreçlerinde bir dip akıntısı olarak şiddetin ve karşı-şiddetin işlemekte olduğunu görünür kılmak önemli. Egemenler tarafından tarif edilen ve gün aşırı değiştirilen "hak sınırları"nı ihlal etmeksizin hakları korumanın ve genişletmenin mümkün olmadığının ve hak alıcı her türden tavrın ve siyasetin bir tür karşı-şiddeti içerdiğinin farkına varmak önemli.
Bu anlamda, egemenlerin ve egemen değerler üzerinden kişilerin sistemli ve örgütlü biçimde uyguladığı yoğun şiddeti bir tür eşyanın tabiatı addedip, ezilenlerin yer yer patlamalı karşı-şiddetlerini kriminalleştirmek, çok kaba olacak ama düzene hizmet etmekten başka anlama gelmiyor.
Yine karşı-şiddet biçimlerini bir türlü kendi istediği gibi olmadığı için eleştirerek, "isyan olsun ama örgütsüz olsun", "bu düzen yıkılsın ama şiddete bulaşılmasın" yönünde "sipariş"lerin gündelik hayatta "varlığın sömürgeleştirilmesi" deneyimleri dahilinde ne kadar karşılığını olduğunu iyiden iyiye düşünmemiz gerekiyor.
Ezilenlerin karşı-şiddeti
BirGün Kitap, bu sayıdaki dosyasında çapulcuların, eşkıyaların, teröristlerin, bölücülerin, kötü kadınların, zaten uyuşturucu bağımlısı olanların, küçükken babası kemerle dövdüğü için solcu olanların, zaten her boka muhalif olanların, sırf müslüman olduğu için doğası gereği psikopat olanların, hep o yabancı özentiliğinden gey, lezbiyen, biseksüel, transseksüel, travesti olanların, provokatörlerin gazına gelen işçilerin, köylülerin ve daha pek çok kımıl zararlısının karşı-şiddetini konu ediniyor.
Zeynep Ceren Eren, Burçe Bahadır’ın Ölü Kadınlar Memleketi’nde anlatılara ışık tutuyor ve kadınların şiddete başvurmalarına değil de neden bu kadar az başvurduklarına şaşırmamız gerektiğini söylüyor. Barış Yıldırım, AKP ve IŞİD’in biyoiktidar deneylerini teşhir ederken Michel Foucault’nun Toplumu Savunmak Gerekir de geliştirdiği kesintisiz savaş söylemi kavrayışını masaya yatırıyor ve ekliyor: “Savaş mekanizmasını devre-dışı bırakacak ve kesintisiz savaş söylemini biyo-iktidara karşı döndürebilecek görünür en güçlü devrimci savaş seçeneği öz-savunma hakkını savunmak ve bunu pratikleştirmek olsa gerektir.”
Soner Torlak, devletle makbul vatandaşın zihni bağına kısa devre yaptıracak siyasal hatların keşfi için Frantz Fanon’un ölümsüz eserleri Yeryüzünün Lanetlileri ve Beyaz Deri Siyah Maske’de bir yolculuğa çıkıyor ve Beyaz Deri, Ak Maske’lileri de içine alacak bir çatışma hattının izini sürüyor. Onur Kartal, George Sorel’in Şiddet Üzerine Düşünceler’ini yangında ilk kurtarılacaklar listesinin başına yazıyor ve Sorel’in şiddet ve genel grev mitine dair çözümlemelerini merkeze alarak liberallerin orta oyununa çomak sokmaya davet ediyor.
0 yorum:
Yorum Gönder