Deleuze günümüz denetim toplumlarını, disiplin toplumlarından ayırmaktadır. Foucault disiplin toplumlarının18. ve 19. yüzyıllarda bireyleri kapatıp kuşatan modern kurumlarıyla birlikte ayırt edildiğini belirtmiştir. Bu toplumlarda bireyler sürekli olarak bir kuşatma mekânından, diğerine (aile, okul, kışla, fabrika gibi) geçip duruyorlardı. Günümüzde ise artık disiplin bireyleri kapatıp kuşatmakla değil, “serbestçe kayan denetim” ile oluşturulmaktadır.
Deleuze denetim toplumlarında artık kurumların kapalı disiplin mekanizmalarından ziyade kodların yer aldığını tartışmaktadır. Bu kodlar, Yarabıçak-Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları kitabında özellikle Deleuze takip edilerek moderniteyi ve kapitalizmi sorgulayıcı biçimde tartışılmaktadır. Bu tartışmada bireyleri ve toplumları disipline edici kodların çeşitliliğinden sözedilmektedir. Ömer Faruk, bu çeşitliliğin aslında nasıl aynılaşmaya yol açtığını bireyin özgürlüğünün, bedeninin kodlarla nasıl dönüştürüldüğünü sorgulamaktadır. Ulus-devletleşme süreci, milliyetçilik, kapitalizm ve yerleşikliğin baskın olması bu kodlardan bazılarıdır. Ömer Faruk özellikle yerleşiklik ve göçebelik arasındaki zihin dünyaları ile maddi pratikliğin farklılıklarını felsefi söylemde ve disiplinlinler arası bir denemeyle sorgulamaktadır. Yerleşiklik ve göçebelik arasındaki en temel farklılık “düzen, iktidar, bağımlılık, otorite, yalan, tereddüt ve konfor yaratmaya elverişli” mülkiyet ilişkilerinde görülmektedir (sf. 46). Rousseau’nun da belirttiği üzere göçebelikte sahip olma ve mülk ilişkileri bulunmazken, yerleşik yaşamda mülkiyet biçimlerine iktidar ilişkileri eşlik etmektedir.Sürekli hareket halinde olan ve bir disiplin mekanizmasına tabi olmayan/olmak istemeyen bir halka güzelleme niteliğinde olan bu kitapta Çingenelerin, bireyleri ve toplumları baskılayan kodların üstesinden gelebilen yegane bir halk oldukları ve bu kodların nasıl aşıldığı düşünsel yollardan tartışılmaktadır. Kitapta modernite, kapitalizm ve milliyetçiliği delip geçen bir halk olarak Çingeneler Deleuze’un tabiriyle “savaş makinesi”ne benzetilmektedir: “Zihinleri ve bedenleri sınırları korumak için değil, sınırları ihlal etmek için tanzim edilmiş, yüzlerce yıl öncesinden beri haritasız yaşamayı seçmiş bir halk bu. Otoriteye itaat etmemek, boyun eğmemek için sınırları delip geçmişler, özgürlüklerini göçebelikte bulmuşlar” (s.174).
Deleuze’u takip eden Ömer Faruk, yersizyurtsuzlaşma kavramını farklı şekillerde Yarabıçak’ta gösterir. Bu kavramın hayattaki pratikliğinin en yakınına denk düşen Çingenelerdeki göçebeliği Ömer Faruk şöyle tanımlamaktadır: “Özünde geleneksel felsefedeki ‘doğruluk’, ‘aşkınlık’ ve ‘tanrısallık’a karşı çıkmayı’, ortak görülerle ters düşmeyi, genel geçer kabulleri çiğnemeyi gözeten bir düşünme biçimidir’ (s.35). Ayrıca bu noktada, göçebeliğin kendine ait bir zihin dünyası olduğunu: dil, yazın, beden, zihin vb. her alanda tahakküm yaratan yerleşik kültürden ziyade bedenini doğanın bir uzantısı olarak duyumsayan, iç ve dış ayrımının olmadığı, bireyselden ziyade kollektif tinselliğin hakim olduğu göçebe topluluklarının bu tahakküm mekanizmalarının üstesinden gelebileceğini düşünür Ömer Faruk.
Göçebeliğin modernite tarafından yasaklanılan ve ötekileştirilen bir kimliğe büründürülmesi ya da bu yaşam pratiğinin bir pastiş olarak doğaya geri dönüş arzusunun Çingene olmayanlar tarafından kültürel özcülükle değerlendirilmesi dışında, Yarabıçak farklı ve özgün açısıyla göçebe bir zihin dünyasının modernitenin kodlarını nasıl bozduğunu ve nasıl farklı bir zihin dünyası oluşturduğunu, düşünsel düzlemde ama dilin imkânlarını kodlara ya da metinlere sıkıştırmadan anlatmayı seçmiştir. Ömer Faruk, bir yandan moderniteyi Çingeneler aracılığıyla eleştirirken, diğer yandan belirsizliğin ve tesadüflerin yer alamayacağı planlı, kontrollü ve sınırsız konforlu bir yaşamı amaçlayan, duyumsamadan ziyade görselliği yaşamının başat öğesi haline getiren, haritasız, krokisiz yapamayan, sokaklarda kaybolmayı bile beceremeyen modern insanın zihin dünyasını da eleştirmektedir.
Modern insan tasnif eden, sınıflandırandır; zamanı ve mekânı bölerek ve parçalayarak hükmeden ve ona tabi olandır, iktidar ilişkilerini yaratan ve ona biat edendir; tanrıyı ve kapitalizmi getirendir: “İtaatleri mabetlerinin çokluğu ve büyüklüğü ile ölçülür. Tapındıkları oranda kendilerinden vazgeçerler. Vazgeçtikleri oranda kapitalizme teslim olurlar” (s.43). Ömer Faruk sadece disiplin ve itaati değil, bunları yaratan öznenin sistem içinde kendisini nasıl hapsettiğini de eleştiriyor. Bu kapatılma aynı zamanda zihinsel bir kapatılmadır. Diğer yandan yazara göre göçebe düşünce bedeniyle, duygularıyla yeniden özne olabilmenin bir yolu ya da diğer bir ifadeyle sınırları ihlal etmenin alternatifi olarak gözüküyor. Göçebe düşünce bir “savaş makinesi” olarak yeniden özne olabilmenin bir yolu olarak görülmektedir. Göçebe düşüncenin kendisi Deleuzcu anlamda öznelerin hareket etmeden savaş makinesine dönüşmesini, yaratıcılıkları ve kaygan zeminleriyle devlet aygıtındaki tüm hiyerarşik yapılardan kaçınarak yersizyurtsuzlaşmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla kodları ve sınırları ihlal edebilmelerinin ardında belirli bir ideolojiden ve belirli bir temsiliyetten ziyade, öznelerin bu yersizyurtsuzlaşarak kendi zihinsel koordinatlarını değiştirebilmelerinde yatmaktadır.
Ömer Faruk öte yandan sistem karşıtı muhalif hareketlerin mücadele araç ve yöntemlerinin de yerleşik ve modernist “kod”lar ile sınırlanmış olduğunu, bu nedenle “eşitlik, özgürlük ve dayanışmayı murat eden insanların zihinsel barikatlarını yıkarak işe koyulma vakti”nin geldiğini belirtmektedir. (s.177)
Yeni bir medeniyet mi gerekmektedir? Nasıl bir mücadele ve nasıl bir gelecek tahayyülü kurulabilir? Acaba kendimizi özgür ve yeni bir dünya arayışını hayal ederken bile kodlara sıkıştırıyor muyuz? gibi sorular Yarabıçak’ta sinema şiir, felsefe, sosyoloji, siyaset gibi çok katmanlı okumalar aracılığıyla tartışılmaktadır. Herşeyden öte “savaş makinesine” dönüşen bir metinle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim.
YARABIÇAK, Ömer Faruk, İthaki Yayınları, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder