Şiddet, varoluşun tumturaklı, karmaşık ve bilin(e)meyenlerle dolu labirentinin, belki de en saf ve tartışmalı yanıdır. Tarih, öngörülmeye ve anlaşılmaya çalışıldıkça, daha da detaylı incelemeler yürütülmüştür – şiddet üzerine. Toplumsallığının tartışıldığı günlerden coğrafi etkenlerin –en azından sosyoloji için– şiddetin kavramsallaşması üzerine etkileri ve varlığı dahi artık söz konusudur. Bu bağlamda yürütülen tartışmalar, şiddeti bir davranış ya da edim olmaktan çıkarmış ve ona artık bir olgu olarak yaklaşılmasına neden olmuştur. Belirli ve bazı şerhler dışında, bu düşünceye katılmakta ve taraftarı olmakta zorlanıyorum. Şiddet, modern toplumun liberal düşünce dünyasının kötülemeye çalıştığı, toplumsal olarak istenmeyen ilan ettiği bir alandır. Erke yöneltilen şiddet, bireye karşı yöneltilen şiddetle kırmızı çizgilerle ayrılır.
Errico Malatesta, 1895’te The Torch’da yayınlanan makalesinde, anarşizan tavırlarını koruyarak şöyle diyordu: “Şiddet, yani bir başkasının zararına kullanılan fiziksel güç, insanlar arasındaki mücadelenin alabileceği bu en vahşi biçim, her şeyden önce yozlaştırıcıdır. Doğası gereği, insanın en iyi hislerini boğmaya ve tümüyle anti-sosyal vasıflar geliştirmeye meyillidir: Gaddarlık, nefret, intikam, tahakküm ve tiranlık ruhu, zayıfı hor görme.” Bu bağlamda şiddetin merkeze alındığı bağlam ya da yaratılan olgu, “menfilik” üzerine kuruludur. Yani sonuçları bakımından şiddet, “iyi” olarak tanımlanamayacak kadar doğrudan ve kötüdür. Ben de bu bağlamda yazıyı, Hannah Arendt ve onun şiddetin sonuçlarına atfettiği kötülük üzerine kuracağım.
Jerome Kohn’un hazırladığı ve Arendt’in denemelerinden oluşan “Formasyon, Sürgün, Totalitarizm: Anlama Denemeleri 1930-1954” aslında Arendt’in yayımlamayı düşünmediği bir kitaptır zira denemeler daha önce yayımlanmamış ya da derlenmemiş. Bu, bir yönüyle de Arendt’in düşünce dünyasının dehlizlerinde dolaşmaya çıkmak gibi.
Arendt’ten bahsederken münferit bir şiddet algısından bahsetmek pek mümkün değil – Arendt, toplama kampları, sürgün ve benzeri toplumsal olgular üzerinden değerlendirir ve inceler şiddeti. Ona göre örgütlü bir kötülük heyulası, büyük insan kıyımlarını başlatan süreçlerin yakılmaya hazır fitilidir. Bahsi geçen örgütlü kötülük sonra “radikal kötülük”e evrilecek; sıradanlaşan bir edim halini alacaktır. Arendt bu durumu zaten totaliter rejimler üzerinden anlatır. Berrak Çoşkun, “Hannah Arendt’te Radikal Kötülük Problemi” kitabında şöyle aktarıyor: “Vaktiyle eski hocası Karl Jaspers’e yazdıklarında, ‘Yaşlı halasını öldürmeye kalkışan bir adamla, eylemlerinin ekonomik faydalarını hiç düşünmeden [...] ceset üretecek fabrikalar inşa eden insanlar arasında bir fark vardır’ demektedir.”
Arendt’in Jaspers’e yazdıklarını yazının başında bahsettiğim farkla, bahsettiğim kırmızı çizgilerle ilişkilendirerek devam etmek istiyorum: Bu fark, topluma ya da bireye yönetilen örgütlü ve bilinçli şiddetin sınıflandırılmasıdır. Arendt, Hitler Almanyasının Auschwitz’i, hem sürgün hem de şiddet alanı olarak görmektedir. Daha sonra sıradanlaşacak ve radikalleşecek kötülük, bu alanda büyük bir şiddetle süreci tamamlayacaktır ki tamamlamıştır. Karmaşıklaştırmadan söyleyelim: Şiddet, kötülüğün bir sonucu olmaktan çok nedeni, hatta varoluşunu oluşturan bir olgu olarak dikilecektir karşımıza. “Ceset üreten fabrikalar” kötülüğün şiddetle bağını felsefi açıdan değil, gayet varlığı itibariyle araçsallaştırmıştır. Şöyle diyor Arendt, “Örgütlü Suç ve Evrensel Sorumluluk” makalesinde: “İnsanların kitlesel cinayet makinesinin birer dişlisi olarak hareket etmesine yol açan gerçek güdülerin neler olduğunu anlamaya çalışırken, Alman tarihi hakkındaki spekülasyonların ve Alman ulusal karakteri denen şeyin (Almanya’yı çok yakından tanıyanların bu karakterin ne gibi potansiyeller taşıdığına ilişkin olarak bundan on beş yıl öncesinde en ufak bir fikri yoktu) bize yardımı dokunmaz. Cinayeti organize eden kişi olmakla böbürlenebilen bir adamın karakterinden öğrenilecek çok daha fazla şey vardır.”
Arendt’in bahsettiği “cinayet makinesinin” şiddetten uzak olduğunu söylemek mümkün olabilir mi? Asla mümkün değil. Elbette burada şiddetin kendisi ve sonucundan çok –yani cinayetten çok– şiddeti örgütleyenden öğreneceğimizin daha fazla olduğunu söylemesi de anlaşılabilirdir. Kötülüğe evirilen şiddet, sonuçları itibariyle sınıflandırılabilir, hem de kolayca: Cinayet, saldırı, tahakküm, totalitarizm vd. Peki ya bu makineyi yaratan ve toplumsal bir rol kazanmasını sağlayan motivasyon?
Şiddetin ve şiddete karşı istencin motivasyonunu toplumsal olarak algılamak gerekiyor burada. Nazi propagandistlerince “Nihai Çözüm” olarak kurgulanan insan doğasına ve varlığına hakaret olan yöntem, şiddet olmaksızın bir sonuca ulaştırılabilir miydi? Bu imkânsızdır. Kötülüğün radikal aracı olan devlet, Malatesta’nın tanımıyla “gaddarlık, nefret, intikam, tahakküm ve tiranlık ruhu, zayıfı hor görme” istencini tek yöntemle bastırabildi –şiddetle. Ve yine kötülüğün var olan, ki mirasçılarınca en radikal haliyle sürdürülen şiddet halini, Hannah Arendt’tin “Faşist Bir Enternasyonalin Tohumları” makalesindeki sözleriyle hatırlatarak bitirelim yazıyı: “Faşizm hiç kuşkusuz yenilgiye uğratıldı; fakat zamanımızın bu baş kötülüğünü henüz bütünüyle yok edemedik. Çünkü faşizmin kökleri –anti-Semitizm, ırkçılık, emperyalizm– güçlüdür.
FORMASYON, SÜRGÜN, TOTALİTARİZM: ANLAMA DENEMELERİ 1930-1954, Hannah Arendt, Der.: Jerome Kohn, Çev. İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, Ankara, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder