Devrimci Yol davasından yargılanarak hüküm giyen ve 1991’deki infaz yasasındaki düzenlemeyle tahliye edilen dört isim, Eskişehir Cezaevi’nde başlayıp Aydın Cezaevi’nde sonlanan Süresiz Açlık Grevi günlerini bundan 25 yıl önce kaleme aldılar. Yıllar sonra Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve 1989’un karanlık günlerine uzanan Direniş, Sürgün ve Ölüm Günleri kitabı yakın tarihimizin en acı tablolarından birini önümüze seriyor. Açlık, işkence ve sürgünle geçen devrimci bir direnişin hikâyesi sizleri bekliyor.
Yıl 1989 aylardan Haziran. Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nde mahkûmlar tünel kazarak kaçmayı planladılar ancak bir askerin toprağın altından gelen sesleri duyması üzerine günlerdir kazdıkları tünel açığa çıktı ve özgürlük hayalleri son buldu. Bunun üzerine devlet yetkilileri mahkûmlara iyi bir ders vermenin peşine düştüler. İktidar çok öfkeliydi, insana yaraşan her hakkı yasaklama yolunu seçti. Mahkûmların sazları, radyo, teyp ve televizyonları kırıldı; gözlüklerini bile ellerinden aldılar; halıları, kilimleri, hasırları yok edildi; yatakları, nevresim ve çarşafları ortadan kaldırıldı; elektrikli ocaklarına varıncaya değin ellerinden alındı; havalandırmaya çıkmaları dahi yasaklandı. İktidar tüm hıncıyla mahkûmlara büyük bir ders vermenin peşine düştü. Ancak mahkûmlar bu olup bitenlere göz yummak yerine Süresiz Açlık Grevi’ne gittiklerini duyurdular. Tüm hakları gasp edilen tutuklu ve hükümlülere başkaca bir yol bırakılmamıştı. Eskişehir Cezaevi’ndeki açlık grevinde günler günleri kovalarken, ne Adalet Bakanlığı’ndan mahkûmların kazanılmış temel haklarına yönelik bir iyileştirme sözü geldi ne de onları iktidar nezdinde birileri muhatap almak istedi. Üstelik cezaevi yetkilileri tarafından şeker ve tuz ihtiyaçları da karşılanmadı. Süresiz Açlık Grevi, devlet eliyle resmi anlamda ölüm orucuna dönüştürülmüştü.
Açlık, dördüncü haftasına ulaştığında mahkûmlarda gözle görülür fiziksel ve ruhsal değişimler başladı. İyice zayıflamışlar, bir filmi baştan sona izleyemeyecek hale gelmişlerdi. Kitap okuyamıyor, gazetelerin yalnızca başlıklarına ve kendileriyle ilgili haberlere bakıyorlardı. Vücutlarının çeşitli bölgelerinde uyuşmalar, mide ağrıları, kramplar baş gösterir olmuştu. Sağlıkları giderek kötüleşiyordu. Bütün ülke ise bir korku filmini izler gibi olayları, basının anlatabildiği kadarıyla yalnızca seyrediyordu. 12 Eylül’ün baskıcı ve işkenceci anlayışı ve buna uygun siyasal yapı cezaevlerinde tüm şiddetiyle işliyordu. Açlık grevinin beşinci haftasında mahkûmlarda unutkanlık, konuşma güçlükleri başladı. Yaşayan birer iskelete dönüşmüşlerdi ama kazanılmış haklarını tekrar geri alabilmek için direnmeye devam ediyorlardı. Direnen mahkûmlar arasında ağırlıklı olarak Kurtuluş, TKEP, Halkın Kurtuluşu, Devrimci Yol, PKK, Devrimci Sol, TİKB, TIKKO, Rızgari, Kawa, TDY, DK gibi davalardan yatanlar vardı.
Kamuoyu baskısı ve SHP’li milletvekillerinin basındaki demeçleri, aydınlar, sivil toplum kuruluşları ve mahkûmların ailelerinin sesi ise hemen her gün gazetelere yansımaya başlamış ancak devlet gözünü, kulağını bu çığlıkların hepsine kapatmayı tercih etmişti. Koğuşlar toplu mezarlara dönüşmek üzereydi ve herkes eli kolu bağlı bekliyordu. Resmi yetkililerin ve Adalet Bakanlığı’nın işine geldiği gibi sürdürdüğü açıklamaları ise acımasızlığın ötesindeydi. “Bunlar siyasi eylemlerdir, amaçları ideolojiktir” şeklindeki cümlelerden kurulu sözler vardı ağızlarında. Sistemin karşısına dikilmiş bir avuç devrimciyi bile isteye ölüme götürmeye çalışıyorlardı.
Ölüme yolculuk ve sürgün saatler
Grevin otuz beşinci gününde, 1 Ağustos’u 2 Ağustos’a bağlayan gece ise şeytanın aklına gelmez bir gelişme yaşandı. Eskişehir Cezaevi’nde açlık grevi yapan 280 tutuklu ve hükümlü Aydın ve Nazilli Cezaevleri’ne sevk edilmek üzere ring araçlarına alınmaya başlandı. Tamamen çelik ve demirden yapılmış, havalandırması olmayan, su verilmeyen mahkûmlar, doktor kontrolünden bile geçirilmeden otuz beş günlük açlıkları yok sayılarak adeta bir ölüm yolculuğuna çıkarıldı. Tıka basa doldurulan araçlarda fenalaşanlar, kusanlar, kendinden geçenler, havasızlıktan bayılanlar ve sıcaktan bunalanlar tüm karşı çıkışlarına rağmen verilen uzun molalarda bile dışarı çıkarılmadılar. Mahkûmların su istekleri bile neredeyse reddedildi. Zaten küçücük kalan bedenleri, o uzun yolculuk boyunca sarsılmış halde kendilerini Aydın’da buldular. Pek çok mahkûmun ölümün sınırında gezdiği o sıcak saatlerde iki tanesi vardı ki, ölümle burun burunaydı. Daha küçük ve daha havasız hücreli bir araçta Eskişehir’den Aydın’a götürülen o iki direnişçi mahkûm Mehmet Yalçınkaya ve Hüseyin Hüsnü Eroğlu’ydu. Cezaevine vardıklarında her ikisi de yaşıyordu ancak bilinçleri yerinde değildi. İktidar direnişi kırmak için akıllara zarar bir yöntem seçmişti ve ne yazık ki korkunç planları bununla bitmedi. Birileri fena halde ölüm istiyordu…
Düpedüz infaz
Direnişe dışarıdan destek giderek artarken Ceyhan, Gaziantep, Bursa, Diyarbakır, Çanakkale, Malatya, Sağmalcılar, Nazilli, Erzincan, Ergani, Kahramanmaraş açlık grevine başlayan mahkûm haberleri geliyordu. İstanbul ve Ankara’da üniversiteliler hareketlenmişti. Protestoların ardı arkası kesilmiyor, gazetelere destek ilanları veriliyordu. Ama yine de hiç kimse bu korkunç sürgün gecesini önleyemedi. Mahkûmlar Aydın Cezaevi’ne vardıklarında ise, ringlerden ikişer ikişer içeriye sokulmaya ve her uğradıkları bölümde ayrı ayrı işkencelere uğramaya başladılar. Günlerdir açlıkla mücadele eden bedenleri bu kez tekme, tokat ve kemere direnmeye çalışıyordu. Gardiyanlar birbirine Haydar diye sesleniyordu. Dayağın ardından şuurunu kaybedenler azımsanmayacak sayıdaydı. Yirmi sekiz araçlık uzun konvoydakiler bu kez de işkence sırası bekleyerek saatlerce havasız araçlarda kaldılar. Uzun süredir birbirinin üzerine yığılı şekilde yatan Mehmet Yalçınkaya ve Hüseyin Hüsnü Eroğlu da demir kapıların ardına bir bilinmeze doğru sürüklenerek götürüldüler. Havada sadece açlık ve ölüm kokusu vardı. Aydın’da o gece insanlık onuru ayaklar altındaydı; işkence ve vicdansızlık hükmünü ilan etmişti. İkişerli gruplar halinde içeri alınıyor, dövülüyor, çırılçıplak soyuluyor, tekrar dövülüyor ve tansiyon ölçme odasına sokulup tekrar dövülüyor, saç ve sakalları, bıyıkları zorla kesiliyor ve tekrar dövülüyorlardı. İşkence sabaha kadar sürdü. Ya insanca yaşam ya ölüm sloganları o gece koridorları inletti. Mahkûmların durumu bu kabustan sonra daha da ağırlaştı. Açlığın yanına bu kez işkence acıları, ağrıları ve kanamalar eklendi. Kimi böbreğinden, kimi ciğerlerinden, kimi kaburgasından zarar görmüştü. Yine de hapishane yönetimi direnişi kırmayı başaramadı. Bozuk suları verdiler mahkûmlara. Şeker yok ve tuz da yok… Dönemin Adalet Bakanı Oltan Sungurlu, hükümeti ise ANAP’tı, başında Turgut Özal bulunuyordu.
Sonunda ne oldu?
Hükümet, iktidarının sarsılmaz bütünlüğünü aklı sıra korurken, topluca infaz emrini vermişti bir kere. Taviz yok, hak yok, yasak var! Süresiz açlık grevi tam 52 gün boyunca sürdü. Tüm baskılara rağmen, resmi eller direnişi kıramadı ve mahkûmlar insani isteklerinin hemen hepsinin sözünü Adalet Bakanlığı’ndan aldılar. Vücutlarında açlık günlerinin izlerini, kalıcı hasarları, işkencenin kalıntılarını taşıyarak yaşadılar.
Direniş, Sürgün ve Ölüm Günleri ismini taşıyan ve yukarıda anlattıklarımın ayrıntılı bir resmini sunan kitap geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Tarık Uygun, Ersin Ergün Keleş, Osman Zeybek ve Harun Korkmaz’ın birlikte kaleme aldıkları o karanlık günlerin üzerinden şimdi seneler geçti. Söz konusu tutukluların gördükleri işkence ve kötü muameleye ilişkin açtıkları dava ise aradan geçen 26 yıla karşın hala devam ediyor…
Direniş, Sürgün ve Ölüm Günleri kitabı, sürgün ve işkence nedeniyle hayatını kaybeden arkadaşları Mehmet Yalçınkaya ve Hüseyin Hüsnü Eroğlu anısına yazılmış. Bir daha böyle kötü günler yaşamamak umuduyla. Demokrasi ve insan haklarının güven içinde sağlandığı gelecek günlere özlemle…
cakirserap@yahoo.com
DİRENİŞ SÜRGÜN VE ÖLÜM GÜNLERİ, (Haz.) Tarık Uygun, Ersin Ergün Keleş, Osman Zeybek, Harun Korkmaz, Ayrıntı Yayınları, 2015.
0 yorum:
Yorum Gönder