Minimal öykü, küçürek öykü, kısa öykü… gün geçtikçe çeşitli adlarla birlikte edebiyat dünyamıza daha fazla girmeye başladı. Minimal öykünün bunca görünür olmasının çeşitli sebepleri var; en başta dergilerin daha fazla ürüne yer verebilmek için yazarların uzun öykülerine itibar etmemeleri, yazı atölyelerinin öyküde sarkmalara karşı öyküleri neredeyse belli kalıplara sokmaları (ortalama 4 A4 sayfasıyla sınırlamaları, son dönem yayınlanan öykü kitaplarının ve içindeki öykülerin sayfa sayılarının enteresan biçimde yakın olmalarını tartışmamız gerektiğini düşünüyorum), M. Uçan dostumun yerinde tespitiyle şiirden uzaklaşan şairlerin öyküye yönelmeleri, 140 karakterli Twitter’ın kelebek etkisi gibi sebeplerle açıklanabilir.
Minimal öykünün; eksiltmeli yapısı, fazladan tek bir sözcüğe bile tahammülünün olmaması, anlatacaklarını bir sayfa, bir paragraf hatta bazen tek bir satırda anlatması karşısında yüreğimizde senelerce çarpan iyi şiirler gibi zor yazıldığını düşünenlerdenim. Gene şiir gibi çok yazıldığı halde, nitelikli örneklerine az rastlamaktayız. Minimal öykünün Zeus’u Ferit Edgü, Apollon’u Murathan Mungan’sa bence Afrodit’i de Sine Ergün’dür. Uzun zamandır üç tanrılı devam eden kısa öykü inancıma Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları kitabıyla Demeter olarak Ayşegül Kocabıçak da eklendi. (Demeter anne sevgisi tanrıçasıdır öte yandan Kocabıçak da kitabını annesine ithaf etmiştir.)
Kitap; Sessiz Çocuklar, Dilsiz Anneler, Ve Biz…Her Birimiz isimli üç bölümden oluşuyor, adınıysa ilk iki bölümden alıyor. Nevin Hirik’e ait nefis kapak resmindeki kadınlar, içerdeki sayfalarda karşılaşacaklarımız hakkında bilgi verir gibi üzgünce bakıyor. Sessiz Çocuklar bölümündeki öyküler çocukların ağzından anlatılıyor. İlk bölümde, Soma faciasında babasını yitiren, annesinin dedesi tarafından istismarına şahit olan, arkadaşının ölümüne sebep olan, babasının annesine uyguladığı şiddeti gören çocukların kayıtsız bir kabulleniş altındaki sessiz çığlıklarını duyuyoruz. “Köyümüze kömürü Allah getirmiş, nenem şükreder hep. Babamı da Allah öldürdü, amca öyle diyor. Annemi de O hasta etti ama ben dua edersem iyileşecek. Ne güzel! İstediğini alıyor, istediğini veriyor, istediğini hasta ediyor. Hep yalvaralım istiyor. Şimdi bana uzun ömrü de O verecek. Ben babamsız uzun ömür istemiyorum ki. Onun çoraplarını yıkamadan, kokusunu duymadan, her gün bir liramı onun elinden almadan uzun ömürlü olmak istemiyorum. Başımı yana çevirip yanağım ıslak çoraplardayken sakallı amcanın eteğini çekiştiriyorum. “Amca o Allah’a söyle, bir daha bizim köye gelmesin. Olmaz mı?”
Dilsiz Anneler isimli ikinci bölümdeki öyküler ise annelerin (daha doğrusu evli ve çocuklu kadınların) ağzından aktarılıyor. Adana Pozantı Çocuk Cezaevi’nde oğlu istismara uğrayan annenin çaresizliği, kocasından dayak yiyen kadının anne eliyle her seferinde kocasına teslim edilişi, cinsel tercihi gizleme kisvesi altında yapılan evliliğin yükünün ağırlığı, kız kardeşlerin yarım kalmış anneye olan özlemleri, kendileri de zamanında çektiği halde gelinlerine çektiren oğul annelerinin fiziksel şiddetten beter sosyal şiddeti anlatılıyor. “Üç gün sonra geldi abim. Üç gün boyunca tutmuşlar, aç susuz. Sormadan. Konuşmadan. On dört yaşındaki abim üç gün sonra geldiğinde kırk yaşındaydı. Genç olmaya çalışırken üç günde yaşlı başlı herif olmuştu. Babamdan yaşlıydı sanki. Sokakta oynamayı bıraktı. Pazar yerinde kızları seyretmeyi bıraktı. Bütün gün bağdaş kurup oturdu. Elinde tespih. Gülerdim. Gözlerindeki hüznü görmemek için, bağdaş kurmuş ayağının başparmağını sürekli oynatmasına gülerdim işte.”
Son bölüm, Ve Biz…Her Birimiz’de; ölen bir annenin ardından giden kızın, evli sevgilisini gömen üniversitelinin, müşterisine aşık olan kuaför çırağının, patronuna aşık sekreterin, şefkatini yanlış kişilere gösteren kadının yani bizlerin hikâyeleri anlatılıyor. “Tren istasyonundayım şimdi. On gün oldu. Kedi de geldi benimle. Ne bulursam yiyip, uykum gelince bir kenara kıvrılıp uyuyorum kedicikle. Öykü satıyorum istasyondakilere. Gözlerimden okunuyor mu hikâyem bilmiyorum ama buradayım, alan(anlayan) olursa diye bekliyorum.”
Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları, bağıra çağıra acıları gözümüze sokma çabasında değil, yaraları gösteriyor sonra bir kedi gibi yalıyor. Kısa kısa cümlelerle, çaresizlikten sebep aldırmaz gözüken karakterlerle, az konuşup çok susarak dilsiz bir kedi gibi sürünerek anlatıyor derdini. Kitap insanı kalbinden yakalıyor, şöyle bir dokunuyor, sonra bırakıyor... sen yoluna git diyor. Giderken de düşün ama, bile demiyor. Ama sen düşünüyorsun. Ama düşünüyorsun... Güzel olan bu ama düşünüyorsun...
DİLSİZ ANNELERİN SESSİZ ÇOCUKLARI, Ayşegül Kocabıçak, Nota Bene, 2015
0 yorum:
Yorum Gönder