“Göz ucuyla bakılan, bakıldığı yerde bırakılan, bırakıldığı yerde unutulan bir adamım ben… R. G.”
Rıdvan Gecü, ‘89 doğumlu genç bir yazar. SÜNEPE adlı ilk romanını okumak istedim. Genç yazarların neler yazdığını merak ediyordum çünkü. Öyle ya, çağdan, teknolojiden dem vurulduğunda ilk olarak gençler akla geliyordu ve telefon, internet bağımlılıkları üzerine konuşuluyordu. Hep ateş hattındaydı bu çocuklar. Çoğu kez de çapraz ateşte. Bazılarını okumuş ve çok beğenmiştim, bakalım Gecü neler anlatıyordu.
“Adımı unuttum, vardı üstelik. Ben de vardım…”
diye başlıyordu roman. Bir yok oluş hikâyesi miydi acaba anlatılan? Biz, bizden olmayanları dışlar, görmezden gelir, en sonunda yok ederdik ya… Örnekleri çoktu, nice kıymet öldükten sonra o yüzden değer kazanmıştı edebiyatımızda… Bu düşünceler geçiverdi aklımdan ilk tümceyi okuduğumda nedense…
İlgiyle başladım, ancak birkaç sayfa sonrasında klasik anlamda bir roman olmadığını anlamakta gecikmedim. İllaki sınıflandırmak gerekirse, “deneysel roman” denebilirdi. Belki de “romansal deneme”
Gündelik yaşam eleştirisiyle başlıyordu kitap. Yazarın meselesi vardı hayatla, bu mesele de adını unutan kahramanın girdiği her toplumda görünmez olması, hiçleştirilmesiydi.
Okumalarından söz ediyordu bu arada, bazı yazarların kahramanlarıyla kendisi arasında nasıl özdeşlik kurduğundan… Sartre’ın Raquentin’inden, Atılgan’ın Zebercet’inden, Atay’ın Selim’inden… Ancak, öyle bir dokunup geçilmiş gibi görülen bu ilişkiler ağının her nasılsa çabucak zihnime yerleştiğini, tüm kitabın okuma haritası niteliği taşıdığını hissediyordum.
İronik bir dille, kendisiyle dalga geçen bir anlatıcıyla karşı karşıyaydım. En büyük sorunu, kendilerini otobüslerin en büyük yerleşiği sayan “teyze”lerdi…
“Ben daha otobüse binmeden o koltuğun rezervasyonunun yapıldığını, benim oraya haberim olmadan yanlışlıkla oturduğumu, yanımdaki adamın benim hatamın farkında olduğunu, durumu düzeltmek, teyzeyle aramda oluşabilecek gerginliği önlemek için kalk da teyze otursun, sen daha gençsin diye kibarca beni uyarmaya çalıştığını, orta yaşlı kadının da tatlı tatlı gülümserken beni onun koltuğuna oturduğum için içten içe ayıpladığını hissediyordum…”
Bu satırları okuyunca belediye otobüslerinde karşılaştığım durumlar aklıma geldi. Hayatın çok içinden, tam da kalabalıkların göbeğinde yaşanagelen bir durumdan söz ediyordu yazar. Gençlere ‘yorgunluk hakkı’ tanımayan bu üstten bakışı irdelerken, bir gencin kalabalıklar içinde nasıl kimliksizleştirildiğini de anlatıyordu. Oradan ilişkilere geçiyordu. Arkadaş gruplarında günlük sohbetlerin şaşılası sığlığına katkıda bulunamayan, varlıklarıyla öne çıkamayanların nasıl silindiğini de son derece çarpıcı örneklerle vurguluyordu. Bir iç dökümüydü anlattıkları ama seçtiği olaylar, anlatım biçimi, edebiyatımızın bazı yazarlarına yaptığı göndermeler öylesine ilginçti ki 17. sayfada bu farklı kitabı sorgulamayı bir yana bırakıp keyifle, zaman zaman gülerek bazen şaşırarak, çoğu kez de felsefî dokundurmalarını düşünerek okumaya devam ettim. 50. sayfadan sonraysa Arap atı gibi koşmaya başladı metinler, okuma hevesim de onunla birlikte kanatlandı.
Yavaş yavaş tanıdığımız anlatıcı, kötü çeviriler okuduğu için çevirmenliğe soyunan, sonra da yazmaya başlayan bir gençti ve bu serüvende eski edebiyatçılardan alıyordu gücünü; sözgelimi Oğuz Atay’dan, Tanpınar’dan, Yusuf Atılgan’dan, Erhan Bener’den, Ergin Günçe’den… Bir de yaşarken ölen(!), fikirlerini sattığı için ölen yazarlara, şairlere sitemi vardı. Beş yüz sayfada bir müzeyi anlatan Pamuk’a kitaplıklarında geniş bir yer açan okurlara, kendisinin iki sayfasını çok sayan yayınevlerine…
Her satırında şaşırdığım bir kitaptı elimdeki. İnsan eleştirileri öyle nokta atışı… Başkaları olmadan, gözlerden ırak olduklarında mutlu olamayan, kendini tanımlayamayan insanlar… Sürekli hayatlarını deşifre etme gereksinimi duan teşhirciler… Piyasayı koklayan popüler yazarlar, şairler…
Âşık olabilen biriydi de aynı zamanda anlatıcı. “Önce âşık olur insan, sonra zaman kalırsa yine âşık olur…” diyordu. “Otobüste bir ses duydum ve âşık oldum. Tarifinin bu kadar kolay olması değerinden bir şey eksiltmemişti…” diyordu. İlginç bir birliktelik kurgusu yapmıştı yazar. Kahramanının adı, “bileklerini kesen kadın”dı.
Sonra… Hınzırca yapılmış yalnızlık tasvirleri, “Yalnızlık en güzel üç oda bir salon evlerde yaşanır. Barınmak için ödenen kira arttıkça farkındalık da aynı ölçüde artar çünkü.”
Sonra… Farklı bakışla ilk İnsan tasviri, … “Âdem, her âdem gibi günahkâr bir insandı. Dokunduğu ilkti, bakıştığı ilkti, seviştiği ilkti, ilk olmanın onu daha değerli kıldığına inanıyordu. Her Âdem gibi. Manası ölüm olan bir isme sahipti manasız bir kadına âşıktı…”
Kitabın bence en ilginç yanı da anlatıcının yazdığı bir öykünün romana katılmasıydı: “Herkesten biraz, ama bariz hiç kimse” olan Osman’ın muhteşem hikâyesini şaşkınlıkla okudum. Kitabın özgün dokusunu tamamlayan bu metin, yazarın çok farklı öykücülüğünün de bir kanıtıydı. Okurken, bazen gözlerimden yaşlar gelinceye dek güldüm… “Nasıl bir mizah bu?” diye düşünmelere koyuldum… Zihnimde Cem Yılmaz’la denklikler oluşturdum. Yılmaz en büyük komedyendir benim gözümde. Neler anlatıyor diye sorulduğunda hiçbir şey söyleyemediğim… O nedenle defalarca izlesem de gülmekten ve şaşırmaktan yorulmadığım, komik olana değil, zekâsına ve sunumuna hayran kaldığım bir güldürü ustası. Mimik, duruş, bakış…
İşte buradan hareketle, Rıdvan Gecü’de de incecik mizahla, metinler - yazarlar arası ilişkiler matematiğiyle beslenmiş müthiş bir edebiyat zekâsı buldum; yazdıkları bu nedenle kolay anlatıl-a-mayan... O yüzden kitabın orasında, burasında salak sersem dolaşıp durdum, pek bir şey de söyle-ye-medim sanırım, yalnızca dokunup geçtim.
Bazı kitaplar anlatılmaz, okunur diye düşünmüşümdür hep. Hatta bitirilip başa dönülür, yeniden okunur, okuna – bilir… SÜNEPE bunlardan biri.
Bu yazıyı bitirdikten sonra dönüp “deneysel roman” ya da “romansal deneme” olarak adlandırdığım SÜNEPE’yi yeniden okuyacağım.
SÜNEPE, Rıdvan Gecü, Tekin Yayınevi, 2014
0 yorum:
Yorum Gönder