Roland Barthes, faşizm için “konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” der. Faşist diktatörlükte insanın ne düşündüğünün yanında ne düşünmediğini de belirtmesi gerekmektedir. Dahası, egemen olan baskıcı yapı insanların konuşup konuşmamasından çok, iktidarın “övgü dolu monoloğuna” katılıp katılmadığı ile ilgilenmektedir. Bu ilgi ister istemez, iktidarın kendini temize çekmesini amaçlamakta. Halk yeterince bastırılıp, sindirildikten, ardından da istikrar yalanına ikna edildikten sonra diktatörlük kendini sandıkta aklamaya soyunur.
Örneğin, Şili’de 11 Eylül 1973 darbesi sonrası yapılan 1980 Anayasa Referandumunda diktatörlük, istikrar vurgusuyla %67 oy toplayabilmişti. Askeri diktatörlüğün kötülükleri bu yolla aklanmaya çalışılmıştı. 1988’de yapılan plebisit ise Pinochet’nin iktidarını sürdürmesi için yapılan bir seçim oyunu olarak tasarlanmıştı. Ama Şili halkı bu oyunu bozarak Pinochet’ye hayır demiş ve askeri diktatörlük, iktidarı 1990’da terk etmişti. Geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayınlanan Antonio Skármeta’nın, Gökkuşağı Günleri romanı, Şili’de yapılan 1988 plebisitinin öyküsünü, hem o dönemde babası siyasi polisler tarafından tutuklanan Nico Santos’un hem de hayır kampanyasını yürüten reklamcı Adrian Bettini’nin yaşadıkları üzerinden anlatıyor.
Diktatörlüğe Karşı
17 yaşındaki Nico, felsefe öğretmeni olan babasıyla birlikte yaşamaktadır. Nico’nun babası aynı zamanda diktatörlük karşıtı harekette yer almaktadır. Bir gün ders verdiği esnada siyasi polis tarafından tutuklanır ve kendisinden bir türlü haber alınamaz. Eş zamanlı olarak Nico’nun sevgilisinin babası Bettini, içişleri bakanlığına davet edilir. İçişleri Bakanı Fernandez, diktatörlük dönemi boyunca kara listeye alınarak işinden edilmiş, siyasi görüşlerinden dolayı tutuklanarak işkence görmüş Bettini’yi Pinochet’ye evet kampanyasının başına geçirmek istemektedir. En azından Bettini’nin hayır kampanyasında çalışmamasını sağlamayı ummaktadır. Ama olaylar “bir sinekten bile haberi olan” İçişleri Bakanının istediği gibi gelişmez.
Gökkuşağı Günleri, diktatörlük koşullarının hala devam ettiği bir ülkede seçim çalışması yapmanın zorluklarını tarihsel gerçekliklere yaslanarak anlatan bir roman. Bettini’nin “mutluluk” temalı hayır kampanyası sürerken ülkede hala gözaltında kaybedilen-öldürülen muhalifler, tutuklanarak işkenceye alınan aktivistler, kapısında plakası olmayan araçlarla taciz edilen insanlar vardır. Her türlü protesto gösterisi panzerler, göz yaşartıcı bombalar ve polis copuyla bastırılmaktadır. Ülkede askeri diktatörlüğün yarattığı korku kültürü halkı sindirmiş durumdadır. Ülkede askerlerin ilkbaharı yaşanmaktadır: “11 Eylül Salı günü darbe yapan ve şimdi de elim plebisitiyle üniformalarındaki kırmızı lekelerin sihirli bir şekilde temizlendiğini görecek olan askerlerin ilkbaharı”. Bettini, Şili’deki bu havayı kırabilmek için doğru reklam kampanyasını bulmak zorundadır.
Sinematografik Dil
Antonio Skármeta, daha çok senaristliğiyle bilinen bir yazar. Daha doğrusu, oyun olarak yazdığı metinleri romana çevirmeyi seviyor. Aynı Ateşli Sabır oyunun (daha sonra Postacı adıyla filme çekildi) daha sonra romana çevrilmiş olması gibi Gökkuşağı Günleri de öncesinde El Plebiscito adıyla oyun olarak kaleme alınmıştı. Onun için romanda da kurgunun ve diyaloğun ön plana çıkarıldığı bir yapıyla karşılaşıyoruz. Bu tercih, romanı sinematografik bir dile yakınlaşmasını sağlıyor. Romandaki bölümler bir filmin sahneleri gibi tasarlanmış.
Gökkuşağı Günleri’nin sinematografik dilinin olay örgüsü yerine dramatik kurguyu ön plana çıkarması bazı küçük sıkıntılar yaratıyor. Skármeta’nın, olayların vuruculuğunun derinliği kendiliğinden yaratacağına inandığını seziyorsunuz romanı okurken. Yazarın, gereksiz betimlemelerden kaçışı, metnin temposunu bozacak her türlü sarkmalardan uzak duruşu bu tercihinden kaynaklanıyor. Ama yine de roman değil tiyatro metni okuyormuş hissine kapılmadan edemiyorsunuz. Evet, bir roman değil de bir tiyatro metni ya da film senaryosu okusaydık, bırakılan boşlukların görsel malzemeyle dolacağını düşünürdük. Ama roman okuduğumuzun ayırdında olmamız bunu engelliyor. Bu da romanın anlattıklarına derinlemesine nüfus etmesini engellemiş.
Anlatımda Çeşitlilik
Skármeta, derinlik sorununu anlatıcı kişilerinde çeşitlilik yaratarak aşmaya çalışıyor. Kitabı bölümlere ayırırken, Nico’nun birinci tekil anlatımıyla, üçüncü tekil anlatım arasında gidip gelerek, farklı iki gözün devreye girmesini sağlıyor. Böylece, gerçekliği iki farklı yorum ile okuyucuya sunuyor. Romanda farklı anlatıcıların bulunması zorlu bir tercihtir. Birinci tekil anlatımlarda, karakterin dünyası ile yazarın dünyasının birbirinden ayrılması gerekmektedir. Hikâyeyi birinci tekil şahıstan dinlerken, bir yerlerden yazarın sesi duyulmamalıdır. Üçüncü tekil anlatımda ise anlatıcının tüm karakterlerle mesafesini iyi ayarlaması gerekir. İkisini birden kullanıldığında ise yazarın sesi olabildiğince yok olmalıdır. Böylece anlatılan olayların, objektif bir gözle yansıtıldığı hissi yaratılabilir. Skármeta, birinci tekil-üçüncü tekil dengesi ve bu denge içerisinde yazarın kendisini saklaması konularında oldukça iyi bir iş çıkarıyor. Böylece sinematografik anlatımın derinlik eksikliğini anlatım tercihiyle gidermeyi başarıyor.
Şili’de yaşanan olayları okurken aslında öykünün bizim coğrafyamızda geçtiği hissini yaşamadan edemiyorsunuz. Hem darbe döneminde hem de bugün yaşadıklarımız Gökkuşağı Günleri’ni bizim için güncel bir hikâyeye dönüştürüyor. İktidar baskısı altında gidilen seçimlerden, elindeki kanı sandıkta temizlemeye çalışan diktatörlere, diktatörlüğe rağmen kendi günlük telaşını hayatının merkezine yerleştirmiş insanlardan, mücadele etmekten vazgeçmeyenlere kitapta anlatılan birçok şey bugünü anlatmayı başarıyor. Gökkuşağı Günleri hem diktatörlüğün kötülüklerini anlatma çabası hem de umutlu sonuyla okuyucularını bekleyen bir roman.
GÖKKUŞAĞI GÜNLERİ, Antonio Skármeta, Çeviri: Pınar Savaş, Kırmızı Kedi Yayınları, 2015.
0 yorum:
Yorum Gönder