Öykünün erişilebilirliği, özlüğü, zamana direnmesi ve şiirle olan ahbaplığı sebeplerinden mütevellit, diğer yazın türleri içinde ayrı bir yeri olduğu su götürmez. Hal böyle olunca öyküyle soluklanmak, üzerlerimizdeki rehavetten kurtulmaya çalıştığımız bu günlere iyi gelebilir.
Daha önce dergilerde şiir ve öyküleri yayınlanan Gül Ersoy’un ilk kitabı Sahilden Bostancı, görmediğimiz, bilmediğimiz, bizden uzak şehirlerin sokaklarında, metrolarında, aşklarında dolaşmaya cağırıyor okuru. Kitap, adını Kadıköylülerin çok aşinası olduğu bir minibüs hattından ve eski bir şarkıdan alıyor.
Otuz bir öykünün yer aldığı Sahilden Bostancı, Helsinki, Paris, Berlin, Stockholm ve İstanbul hattında gidip gelirken yazarın yaşadıklarından beslendiğinin ip uçlarını veriyor. Okur, bir nevi yazara yol arkadaşlığı yapıyor bu seyahatlar boyunca. Çünkü birinci ağızdan anlatılan öyküler, yanıbaşınızda yaşanıyor hissi yaratıyor. Yazar Notostaki röportajında kitapta dikkatli okurların farkedebileceği göndermeler olduğundan söz ediyor ki bu da birçok öyküsever için kitabı daha da ilginç kılabilecek bir ayrıntı.
Kitapta göze çarpan birkaç öyküden söz etmek gerekirse; ilk olarak kitaba adını veren Sahilden Bostancıdan başlanabilir.
Sahilden Bostancı, geçmişin izini arayan bir öykü. Eski sızıların yeniden canlanmasıyla tutkulu bir aşkın eksikleri aranıyor öyküde.
Odada birşey eksikti...Ne eksikti?... O mutfaktayken çekip gitse miydim? Ne fark ederdi? Dünyanın her yerinde ondan kaçıp, dünyanın herhangi bir yerine giderken ona geri dönmeyi düşünmemiş miydim?
Yazarın Peride Celal’in Jaguar adlı öyküsüne gönderme yaptım dediği Bizim Oğlan, öteki olarak görülenin toplumsal hayattaki horlanmalarını, itilmelerini ve ötekinin iç sesini dile getiriyor. Normal olanın tekleştirildiği zihinlerimizde, bir şeyi anlamayı olmak sanmanın dışına çıkamadığımızla bir kez daha yüzleşiyoruz.
Herkes Şanslıydı, ikiye bölünen bir öykü. Parisin görünmeyen yüzü ve anlatıcının Amsterdamdan aldığı bir kasetin ondaki yansıması ayrı ayrı okunabilir. Bir yanda pırıl pırıl bir aşk şehiri, bir yanda gettoların karanlık sokakları. Okur kendini nereye ait hissederse orada kalabilir.
Bir yaz akşamı üzerine aldığın, sahilde dolaşırken denizden esen meltemden seni koruyacak bir hırka gibi; omuzlarımda taşırken kahkahalarımı, neşemi, sesimi, anılarımı içine çekip emmiş ve artık benden bir parça olmuş, anne yadigarı bir hırka gibi şehir.
Kırmızı Oje, metaforik bir öykü. Zerrin’in kötü giden evliliği, çocuk sahibi olamaması, aldatıldığını bilmesi ve görmezden gelmesi bir kırmızı ojenin farkındalığıyla aktarılıyor. Öyküde kadın meselelerindeki toplumsal bakışın yanı sıra, kadının kendi olabilme sorunu yansıtılıyor. Mahalle baskısı, erkek egemenliğinin kabullenişi, gerçekçi bir anlatımla okura geçerken son satırlarda kadın dayanışmasının önemine vurgu yapılıyor.
Neden sonra sol elinin küçük parmağından başladı boyamaya. Bir istek, ufacık bir arzu uyandırsa yeterdi oje. Erkekler böyle şeylere dikkat eder, ellerin hep güzel olmalı, derdi teyzesi. Kocası istemeyeckti belki yine. Sonra kırmızı ojelerini görünce dayanamayacak, atlayacaktı üstüne. Ojeye masallardaki cadıların kullandığı değerli bir iksir gibi baktı Zerrin.
Hard Times, zamanın geçirgenliğini, aşkın sert yanını, yalana yakın kirli yanlarımızı açığa çıkaran bir öykü. Yazarın diğer öykülerinde de sezilebilecek şiir-öykü kardeşliği Hard Times da daha net hissediliyor.
Tütsü kokan bir odada hiç mi öpmediniz birini? Son nefesinize kadar onunla yaşlanıp onunla ölmediniz mi o an?... Yalan bunlar. Yaşanırken bu sözler yok. Belki ter kokuyoruz, dişlerimiz leş, saçlarımız yağlı, üstümüz başımız rezil...
Yaşadığımız toprakların hergün yeni kavgalara, denksiz savaşlara, birbirimize kötü gözlerle baktığımız yerlere döndüğü zamanların ilacı olsa kitaplar. Ceplerimiz şiirle, öyküyle dolup taşsa... Yüzümüzün umuda döndüğü yerlere bir dolmuşla varabilir mi?
SAHİLDEN BOSTANCI, Gül Ersoy, Sel Yayınları, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder