Diktatörlük Üzerine Liberal Savların Eleştirisi (Kansu YILDIRIM)

Liberal teoride, diktatörlük kavramı en yalın ifadesiyle demokratik olarak nitelendirilmeyen yönetim şekillerini tanımlamak için kullanılır. Liberal yaklaşımların diktatörlüğe dair analitik bir tanım koyamamasının, buna karşın genellemelere başvurmasının başlıca nedeni, kavramın karşıtı olarak kabul ettikleri temel kıstasın, yani “demokratik olmayan” tiplerin hem tarihsel bağlamda hem de pratik açısından çok çeşitli olmasıdır. Tek bir tanımla ifade edilemeyen diktatörlük kavramını, liberal düşünürler, bu nedenle şabloncu biçimde görünür kılmaya çalışmışlar ve yeri geldiğinde bilimsel düzeyden siyaset düzeyine sıçrama yaparak propagandaları için araçsallaştırmışlardır. Jacques Ellul Propaganda: The Formation of Men’s Attitudes kitabında propagandayı incelerken belli bir siyasal-ideolojiye karşı toplu seferberlik oluşturmadan bahseder; diktatörlük tanımı da liberaller tarafından pejoratif içerikle propaganda için kullanılmıştır.

***

Diktatörlüğün topyekûn olumsuzlama içermesinin kaynağında egemen sınıfların ideolojik hegemonyası yer alır. Diktatörlük kavramı açıklanırken onun ne’liğinden ziyade, ne olmadığı üzerinde durulur. Çoğulcu-parlamenter rejimlerin önkabulüne dayanan bu anlayışta kalın bir sınır çizgisi çekilir. Giovanni Sartori’nin yaptığı gibi demokratik olmayan veya onun deyimiyle “demokrasi karşıtı” tipler, totalitarizm, otoritarizm, diktatörlük, despotizm ve mutlakıyetçilik ölçeğine yerleştirilir. Geniş bir bağlama sahip bu ölçekte liberal yaklaşımları kısıtlayan faktör, kapitalist toplumsal formasyonlardaki ilişkilerin ve siyasi özne profillerinin çoğalmasıdır. Bu nedenle liberal yöntem, kapitalizmin doğuşu ve sonrasına dair diktatörlük üzerine bir tasniflendirmeye girişir. Belirtmek gerekir ki, tasniflendirme demokrasi ve karşıtı üzerinden bir düalizmle gerçekleşir. Juan Linz’in Totaliter ve Otoriter Rejimler kitabında gösterdiği üzere polikrasi ve monokrasi olarak başlayan tasnif, 18. Yüzyılda mutlakıyet ve despotluk şeklinde hükümet sistemlerini anlatmayı esas almıştır. 19. ve özellikle 20. Yüzyılın başında düalist tasnifte indirgemecilik eğilimi artarak liberal hukuk devleti ve -mutlak karşıtı- diktatörlük olarak ayrıştırılmaya gidilmiştir. Liberal hukuk devleti, liberal yaklaşımda, piyasa rasyonalitesinin ve anayasal güvence gibi özelliklerin sağlanması bakımından devlet örgütlenmesinin zirve noktası kabul edilirken, yeni tip otokratik ve otoriter rejim profillerinin hepsi diktatörlük tanımı içinde sayılmıştır.

Liberal teorinin bu tarzdaki indirgemeci düalizmi, daha sonraki yıllarda Arendt’te görüleceği üzere totalitarizm başlığı altında devam etmiştir. Buraya bir parantez açarsak, diktatörlüğün söz konusu tanımını en çok kuvvetlendiren etken olarak faşist rejimlerden bahsetmek gerekir. Giovanni Gentile’den esinlenen Mussolini, 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde gerek Alman idealizminin güncellenmiş versiyonunu gerekse Gentile’nin “total” eğilimini yansıtarak “total devlet” olgusunu diktatöryel bir usulle hayata geçirmiştir. Liberal düşünürler için modern kapitalizmin diktatörlük olgusunu tariflerken Mussolini en belirgin işarettir.  Akabinde yine Linz’in belirttiği gibi Nazizmde bu, 1940’larda bilhassa Carl Schmitt’in hukuk ve siyaset felsefesi teorisiyle (örneğin Kommissarische Diktatur) somutlaşacaktır. Bizi ilgilendiren detay, liberal indirgemeciliğin neden bu tür demokrasi ve karşıtlığı üzerinden diktatörlük düalizminde ısrarcı olduğudur.

Bunun yanıtını diğer liberal düşünürlerle aynı söylemi paylaşan Hannah Arendt’te arayabiliriz. Holocaust olarak adlandırılan dönemi farklı pencerelerden irdeleyen Arendt, İnsanlık Durumu ve Totalitarizmin Kaynakları gibi eserlerinde tüm toplumu belli bir ideoloji ekseninde yapılandıran ve düzenleyen rejimleri hem ontolojik hem de yöntemsel bakımdan olumsuzlar ve eşitler. Hitler Almanya’sı ile Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nin yönetim biçimini, çoğulcu-parlamenter modele uymayışından başlayarak tekçiliklerine dek eşitleyerek anti-komünist düşüncesini anti-faşist düşüncesi içerisine yerleştirir. Slavoj Žižek’in Biri Totalitarizm mi Dedi? çalışmasında da gösterdiği üzere Arendt’in yaklaşımını benimseyen öncüllerin ve sonrasında gelenlerin kavrayışında Sovyet karşıtlığını Stalin’in diktatöryel rejimi bağlamında ele alma, Stalin döneminin özgünlüğünü incelemekten kaçınarak komünizmi faşizmle bir tutma belirginleşir. Başka bir açıdan George Sabine de faşist ve komünist rejimleri bir arada düşünmeye yaklaşmış, her iki ucu aynı kavramlarla (“mobilizasyon” düşüncesi gibi) değerlendirme yanlısı olmuştur. Görüleceği üzere demokrasi karşıtlığı üzerinden diktatörlük tanımının içeriği, burjuva cumhuriyet tipolojisinin olumlanmasıyla belirlendiği kadar, proleter ideolojinin katılaşma anı proletarya diktatörlüğü kavramının eleştirisiyle de belirlenir.

***

Liberal yaklaşımlar, ekonomi-politik perspektifi inatla dışarıda tutmaya çalışsa da, maddi yaşamın ve sınıfsal ilişkilerin belirleyiciliği karşısında diktatörlük tanımını ve indirgemeci tutumlarını güncellemek zorunda kalmışlardır. Bunu daha kolay görebilmek için etimolojiden başlayarak yönetim türevlerine doğru ilerleyebiliriz. Kimi kaynaklarda etimolojik açıdan dikta yani “hiçbir şart olmaksızın körü körüne uyulması gereken buyruk” anlamından türediği varsayılan diktatörlük sözcüğü, Linz’e göre asıl tarihsel içeriğini Roma döneminde kazanmıştır. Yasada ve uygulamada “olağanüstü haller için öngörülen” ve “olağanüstü durumun makamı” anlamında kullanılan diktatörlük, o dönemde belli zaman periyotlarına bağlılığı ve sınırlı bir mahiyete sahip oluşu imlemektedir. Ancak liberal teorinin faşizm-komünizm özdeşliği yaratma gibi teleolojik yaklaşımı Roma özelindeki kullanımını iğdiş ederek parçalamıştır.

Ne var ki, liberal teorinin modern toplumlardaki zemini olan kapitalist üretim tarzının ve kapitalist devletin girdiği ekonomik ve siyasi krizler, diktatörlük tanımını değişik bir bağlama yerleştirmiştir. 1948 yılında Clinton Rossiter’in Constitutional Dictatorship: Crisis Government in The Modern Democracies kitabında geliştirdiği “anayasal diktatörlük”, görece olumlu bir bağlamda, istisnai ve olağanüstü durumlarda toplumsal düzeni korumaya yönelik ortaya çıkan rejimi tanımlamak için kullanılmıştır. Kötü bir karşılığı olan cunta tipi diktatörlüklerden farklı olarak anayasal diktatörlük rejimlerinin, kriz koşullarında serbest piyasayı “düzenleyecek” kuralları tesis etmesi ve onları uygulayacak sisteminin restorasyonunu gerçekleştirmesi hem kapitalistler hem de liberaller açısından farklı farklı anlamlara sahiptir. Devletin kapitalist çıkarların sürekliliği açısından “güçlü” olması gerekirken, anayasal sınırlamaya tabi olması liberaller açısından nispeten kabul edilebilir eşiktir. Linz’in de vurguladığı gibi Sartori ve muadilleri, bu pozisyondaki rejimleri anayasal diktatörlük tanımından farklı, kulağa daha hoş gelen “kriz hükümeti” ismiyle tarif etmişlerdir.

***

Liberal yaklaşımların diktatöryel rejimlere neden negatif anlam yüklediğini belli parametrelerle kısaca özetlemeye çalıştık. Görüleceği üzere liberal itirazın iki temeli vardır: İlki içeriden ilkesel bir itiraz olan, “hür teşebbüs” ve “bireycilik” gibi süreçlerin aksamasıdır. İkincisi, anti-komünist ideolojiyi teorik olarak merkezileştirmek ve yaygınlaştırmaktır. Bu dosyamızda -bugünün Türkiye’si için de düşünülen- diktatörlük kavramını teorik ve tarihsel düzeyde pratikteki akıbetini eleştirel bir temayla ele alıyoruz. Ebubekir Aykut Schmitt’in teorisi üzerinden; Onur Kartal Neocleous’un konuya ilişkin izahatı eşliğinde; Melek Zorlu Arendt eleştirisiyle totalitarizm kavramı bağlamında; Ergin Yıldızoğlu Birleşik Devletler ve İngiltere’ye ilişkin güncel tartışmalar eşliğinde iz takibi yapıyor.

TOTALİTER VE OTORİTER REJİMLER, Juan J. Linz, çev. Ergun Özbudun, Liberte Yayınları, Ankara, 2012
BİRİ TOTALİTARİZM Mİ DEDİ?,  Slavoj Žižek, çev. Halil Nalçaoğlu, Epos Yayınları, Ankara, 2003

0 yorum:

Yorum Gönder