Emanet İhanete Uğramadan… ( M. UÇAN)

Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri M. Fırat Pürselim’in ikinci, hatta çocuk kitabını da sayarsak üçüncü kitabı. Daha çok öykücü kimliğiyle karşımıza çıkan Pürselim bu kitabında farklı bir çalışmaya girişmiş; emanetine aldığı onlarca öyküyü belirli bir düzene sokarak kitabın merkezine benzer ezgiyle çalan kendi öyküsünü oturtmuş. Hal böyle olunca kimi yerlerde okura öykünün tokadını atarken kimi yerlerde okuru romanın dostluğuyla sarmış sarmalamış. Bence kitabı bir türe dâhil etmek yerine arka kapak yazısındaki gibi öyküye göz kırpan melez bir roman olarak bırakmak en doğrusu… Zaten yazarın ‘zaman’ için kullandığı cümleyi –affına sığınarak- biraz değiştirirsek, Aslında tür diye bir şey yoktu, anlatacaklarımız –uzun, kısa veya ritmik biçimde- kesintisiz kâğıda dökülüyordu. Onları bölümlere ayıran, ehlileştirmeye çalışan, adlandıran bizlerdik, değil mi?
  
İç düzenini, Doğu’nun köy düğünlerinde iki ya da üç kişinin çıplak sesle söylediği –müziksiz- ‘çevirmeli’ oyun havalarına benzettiğim (biri dörtlüğü tam bitirirken diğeri son kelimeyi ilkinin ağzından alarak aynı dörtlüğü tekrarlardı veya yeni bir dörtlüğe geçerdi) Emanetimdeki Hayatlar lacivertin en koyu yerlerinden kesilen hikâyeleri anlatıyor. Biri hikâyesini bitirirken Pürselim ustaca bir başkasına veriyor söz hakkını ve neredeyse anlatılan hikâyelerin tamamına yakınının payı benzer paydası ortak. Aşk-ihanet, gerilla-köy korucusu, alevi-sünni çatışmaları, ensest ilişkiler… / ölüm…
  
Acı, Her Yerde
  
Kendisini bir sabah boğazın serin sularına bırakan Sosyolog Dicle Koğacıoğlu’nun ailesine bıraktığı hazin notla başlayan kitap, Çok acı var, dayanamıyorum, Cioran’ın kaya gibi ağır sözüyle bitiyor, Her kitap ertelenmiş bir intihardır. Bu iki cümleyi iki koluna takan kitapsa doğal olarak hayli acı… Kısacası olanları anlatmak için Berna tarafından yaşamaya mahkûm edilmiş bir çeşit Moby Dick kahramanı. Bana İsmail deyin…
  
Özet olarak yazarın kitabı neden yazdığıyla başlayan melankolik bölümden sonra bir çeşit karasevdaya tutulduğu aşkına, Berna’ya, en çok anladığımız halde en az anlatabildiğimizin hikâyesine geçtiği anda yatay paranteze dönen dudaklarımız çok geçmeden bitişip kapanıyor.   İlkin bir tür oyun ya da sırf cinsellik olarak yaklaştığı Berna’dan –arkadaşının sevgilisi- sırılsıklam âşık ayrılan yazar çok geçmeden Berna’nın ardında cevaplanması kolay olmayan sorular bırakarak intihar etmesiyle derin bir kuyunun dibinde buluyor kendini. Sonrasında ise intihardan men edildiği için bozulan düzen, mezarlık ziyaretleri, hastane kapıları ve anne-babanın günden güne eriyen oğullarını bir süre ortamdan uzaklaştırıp kendini toparlaması için öngördükleri müthiş fikir; askerlik, yani cehennemin dibi! Ne de olsa bu dünyada en fazla olan şey acı, olmayan şey ise onun ilacı…

Nasıl Delirdiğimize Bakalım

Kendisini hapishanesini üzerinde taşıyan bir kaplumbağaya benzeten yazar, askeri cezaevinde görev yapmaya başlamasıyla etrafındaki duvarlar Berna’nın yaşamakla cezalandırdığı duvarla birleşince daha da aşılmaz oluyor. Bir parça da olsa başındaki Berna dumanını dağıtmak için oyalanmaya; psikolojik bunalımlar geçiren cezaevi sakinlerine abilik yapmaya çalışsa da, Belki de insanlar anlatmak için beni bulmadı, yaşadıklarımı unutabilmek için ben onları kovaladım, hikâyelerini zorla ağızlarından aldım, var olan kuyu dokunduğu insanların hikâyeleriyle daha da derinleşiyor. Kendimi bir Tanrı gibi yukarıdan izledim, çok zavallıydım… Askerlikten sonra yine intiharı beceremeyip tekrar çıkmaza giren yazar, aynı zamanda bir Cioran hayranı olan doktorunun da yardımıyla herkesten uzak bir yazlıkta emanetinde tuttuğu ağır hayatları asıl sahiplerine teslim etmeye karar veriyor. Sonunda freni buraya kadar tuttu, artık boşalmıştı.

Sonuç olarak sık sık dengesiz ve şiddete eğilimli uç karakterlerle karşılaştığımız –ne yapılabilir ki Pandora’nın kutusu açılmış, etrafa kötülük saçılmışsa- Emanetimdeki Hayatlar daha çok Albert Camus’un sözüne yeni bir halka gibi… Eğer bir ülkeyi tanımak istiyorsanız oradaki insanların nasıl öldüğünden çok nasıl delirdiğine bakın…

 Sevgili okur! Tökezlemeden kıvrılan bir dil akışının karşısında karakterlerden birine tutunup kendi hikâyemi anlatacakken nedense tuttum Pürselim’in hikâyesini anlattım! Bu kitabı okurken aklınıza size hikâyesini anlatmış biri gelirse ve onu düşünüp, yalnız olmadığınızı hissederseniz; kanadım size değmiş, bir parça tozum canınıza karışmış demektir. Şimdi de onlarcası için sıra sizde! Ayrıca sen rahat uyu hüzün gözlü Berna, emanetin ihanete uğramadan şu an raflarda!...
EMANETİMDEKİ HAYATLAR YA DA ACI DEFTERİ, M. Fırat Pürselim, Aya Yayınları, 2014.

0 yorum:

Yorum Gönder