Siyaset bilimi literatürü açısından en temel ve yanıtlanması zor sorulardan birinin kitlelerin baskıcı rejimlere hangi koşularda, neden ve nasıl destek verdiğinin açıklanması olduğu söylenebilir. Bugün Türkiye’de de siyasi iktidarın niteliğindeki dönüşüme odaklanırken sürdürülen rejim tartışmalarında bu soruya verilen olası yanıtlar belirleyici olmaktadır. Bu soruya yanıt ararken, siyasetin pratikteki formunun teorideki gibi adalet ve erdem gibi kavramlarla yürümediği; kitlelerin çoğunlukla kendi adlarına karar verilmesine sessiz bir onay verdikleri; temsil sisteminin çoğu zaman sonucu baştan belli bir gösteriyle sonuçlandığı ya da modern toplumun ortaya çıkardığı çeşitli muarızların totaliter yönetimlere kapı araladığına vurgu yapılmaktadır. Pek çok yaklaşım siyasi iktidarın kendini kurduğu koşullara odaklanarak yayılan şiddetin, korkunun ve ortaya çıkan güvenlik ihtiyacının kitleleri baskıcı ve tahakkümcü rejimlere destek vermeye ittiğini belirtmektedir.
Hannah Arendt’in yakın zamanda çevrilen Totalitarizmin Kaynakları eserinin üçüncü cildi olan Totalitarizm kitabı, yanıt bulunması zor bir soru gibi görünen, kitlelerin totaliter yönetimlere neden destek verdiği sorusu üzerine yeniden düşünmemize olanak sunuyor.
Klasik diktatörlükten farklı olarak toplum üzerindeki tahakkümü tanımlamak için kullanılan totaliter kavramı, ilk kez 1920’lerin başında kavrama olumlu anlam yükleyen İtalyan faşizminin kurucuları tarafından kullanılmıştır. Siyasal terminolojinin yönetim biçimini tanımlayan diğer kavramlarından farklı biçimde modern zamanlara ait bir olguya referansla “modern diktatörlükler”i tanımlanmak için kullanılan totalitarizm kavramı üzerinde tam bir uzlaşma yoktur. İktidarın niteliğine odaklı totalitarizm tanımlarının kitle olgusuyla ilişkiyi açıklayamadığı söylenebilir. Arendt ise Totalitarizm’de kitlelerin totaliter yönetimlere hangi koşullarda ve nasıl destekledikleri sorusuna totaliter hareketlerle totaliter iktidar arasındaki ilişkiyi inceleyerek yanıt bulmaya çalışmıştır. Ancak bunu yaparken tüm ideolojileri bir arada değerlendirmekte ve iktidarın hangi sınıflarla ittifak halinde olduğu, hangi sınıflara karşı kurulduğu, bu ittifakların nasıl değiştiğini görmezden gelmektedir.
Arendt’e göre demokratik özgürlükler ve siyasal haklar yalnızca siyasete katılım olduğunda anlam kazanır. Bireyin kamusal ve siyasal özgürlüklerinin tanınmasına, yurttaş olarak eyleme olanaklarına ve kamusal işlere katılıma yaptığı vurgu Arendt’in Antik Yunan’da bulduğu ideal siyaset etme biçiminin belirleyici unsurudur. Kuramsal yaklaşımını kamusallığın gelişmesi ve siyasete aktif katılımın önemi üzerine inşa eden Arendt’in totalitarizm kavramsallaştırması, kitlelerin kimi zaman aktif kimi zaman sessiz onayla totaliter yönetimlere verdikleri destek üzerine yoğunlaşmıştır: “Kitle davranışı ve kitle psikolojisi üzerine olan tüm literatür, antiklere oldukça tanıdık gelen, demokrasi ile diktatörlük arasındaki, ayaktakımı yönetimi ile tiranlık arasındaki yakınlık fikrini kanıtlamış ve popülerleştirmiştir”(s.53).
Arendt’e göre Avrupa’da burjuvazinin egemen olduğu sınıf sisteminin çöküşü ve onun yıkımından doğan kitleler, totaliter hareketlerin yükselişinin başlıca nedenidir. Sınıflı toplum, ülke yönetimi konusunda bireysel ve kişisel sorumluluk hissettirecek yurttaşlığın gelişmesini önlemiştir (s. 50) tespitini dillendiren Arendt, totaliter hareketlerin bütünleşmiş değil aksine ayrışmış ve yalıtılmış bireylerin, izole olmuş insan yığınlarından oluştuğunu belirtir. Arendt’in ifadeleriyle, “ …‘ben’liğe karşı kayıtsızlık aşırı bireyciliğin ürünüdür ve bir kitle fenomeninin ifadesidir” (s. 52). Arendt’e göre ikiyüzlü ve çıkarcı burjuva toplumunun temsil sistemi yanılsaması ve bu idealin çöküşüyle yalnızca yığınların kaldığı koşullarda, kitlelerin Alman faşizminde olduğu gibi ırk temelli ya da Sovyetlerde olduğu gibi sınıf temelinde örgütlenmesinin ayrıcı bir anlamı kalmamaktadır.
Nasyonal sosyalizmi ve sosyalizmi totalitarizm altında değerlendiren Arendt, totaliter hareketlerin “tahakküm düşünceleri, hiçbir devletin, hiçbir katkısız şiddet aygıtının asla elde edemeyeceği, ancak sürekli devinen bir hareketin her bir bireyi yaşam alanlarında kalıcı olarak tahakküm altına alınması gibi bir şeydir” (s.68) der. Totalitarizm dışarıdan tahakküm kurmakla yetinmez; devlet ve polis terörüyle yetinen faşizmden farkı buradadır. Arendt, bu noktada, Almanya’da faşizm öncesi koşullar ile Rusya’nın Ekim Devrimi öncesindeki durumunu ve bu hareketlerin kitlelerden destek alması dışında ortaklaştırılamayacağını gözden kaçırmaktadır. Sosyalizm ile faşizmi bir görme çabası Arendt’in ideoloji ile totaliterlikle arasında kurduğu bağda da açığa çıkmaktadır. “Kitle insanının standartlarını yalnızca ve hatta özellikle bir zamanlar ait olduğu belli bir sınıf belirlemez; daha çok, toplumun tüm sınıflarının örtük biçimde ve anlamlandırmadan aynen paylaştığı etki ve kanaatlerin yayılması belirler”(s. 49) savını ileri süren Arendt açısından tüm ideolojiler totaliter nitelikler taşır; ister ırkçılık ister komünizm olsun, totaliter hareketler tarafından geliştirilirler. Tarihle uğraşmak, her şeyi açıklama iddiasıyla tarihi yeniden yazma çabası, her türlü deneyimden bağımsızlık, düşman yaratma pratiklerinde olduğu gibi düşünceyi deneyim ve gerçeklikten kurtulmuş olarak kurma çabası totaliter hareketlerin ortak ideolojik yönleridir. Arendt’e göre bu, gerçeklikle bağı kopuk olsa da kendi içinde tutarlı bir kurgu olarak işler.
Arendt için yalnızca ayaktakımı olarak tanımladığı kitlelerin desteğinden ziyade seçkinlerin desteği de totaliter hareketlerin anlaşılmasında önemli bir ipucudur. Çağın genel deneyimleriyle ilgili bir düş kırıklığı içindeki seçkinler açısından “açıkça saçma önermeleri kabul etmek sofuca bağlılıklar haline gelmiş eski doğruları kabul etmekten daha kolay” olmuştur (s.81). Sanayi devriminden bu yana modern kitlelerin laneti olarak tarif ettiği, emperyalizmin yükselişi, siyasal kurumlar ve toplumsal geleneklerin yıkılışıyla devam eden, burjuva toplumunun ikiyüzlü ve çıkarcı yanlarının beslediği, köksüzlük ve gereksizlik duygularıyla birleşen terk edilmişlik duygusunu Arendt, öncelikle seçkinler açısından onları totaliter rejimlere desteğe iten “intihar niteliğinde bir kaçış” olarak değerlendirir.
Arendt’in totalitarizm kavramsallaştırması Türkiye’deki siyasi rejimin niteliğinde otoriterlikten totaliterliğe doğru dönüşüm var mı sorularını bir ölçüde cevaplayabilir. Hükümetin yalnızca muhaliflere değil, toplumda Aleviler, Kürtler, ateistler gibi “ayrıksı” olarak algıladığı tüm kesimlerine yönelik “açılım” söylemiyle yürüttüğü politikalar, düşman yaratma söylemi, radikal söylemlere seçkinlerin verdikleri destek gibi pek çok olgu, rejimin niteliğinde totalitarizme doğru bir gidiş olduğu yönündeki tespiti destekler niteliktedir. Ancak egemen sınıf ittifaklarının kitleleri siyasi yönden denetim altında tutmak amacıyla merkezi ve baskıcı devlet otoritesinin kurulması yönündeki politikalarının değerlendirirken siyasi iktidarın hangi sınıfların çıkarlarının temsil ettiği, kimin ittifak içersinde olduğunun da ideolojik arka planı belirlediğini akılda tutmak gerekmektedir. Sonuç olarak Arendt’in ideolojiye yüklediği olumsuz anlam aracılığıyla tüm ideolojileri eşitleyen çıkarsamalarının idealist bir yaklaşımın ürünü olduğu, totalitarizm kavrayışının da siyasete katılımı idealize eden yaklaşımının ve kitle korkusunun gölgesinde kaldığı söylenebilir.
TOTALİTARİZMİN KAYNAKLARI - 3 TOTALİTARİZM, Hannah Arendt, çev. İsmail Serin, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder