Bu satırları okumakta olan Birgün Kitap takipçisi, tahmin edilebilir ki, Türkiye’de üniversitelerin piyasaya endeksli hale geldiğinin gayet farkındadır. Hatta çok büyük ihtimalle bunun iktidardaki partinin, yani yıllardır üniversiteleri de içinde barındıran yozlaşmanın müsebbibi, yürütme görevini ifa eden hükümetin nasıl olup da üniversiteleri bu hale getirdiğinin bilincindedir. Hatta daha ileri gidip okuyucunun eleştirel düşünce içerisinden üretimde bulunan bir sosyal bilimci akademisyen olduğunu varsayar isek, kendisi bizlere bu sürecin genel anlamda sermaye birikiminin ve devletin dönüşümündeki yerini çok net ifade edebilecektir.
Ancak bir nokta var ki, ne akademisyen, ne de genel durumun farkında olan ve eleştirel bakışa sahip olan okuyucu maalesef bu noktayı genellikle ikinci plana atmakta ya da –özellikle akademisyen ise-
bir şekilde görmezden gelmektedir: Akademisyen proleterleşmektedir.
Öyle ise, hepimizin gözünün önünde olanlardan başlayalım… Üniversiteler, toplumun bir bütün olarak yeniden üretiminde gerekli ve zorunlu olan bilgiyi üreten, yeniden üreten ve gelecek nesillere aktaran alanın temel birimidir. Bu nedenle de toplumun nasıl şekillendiği ve kendini nasıl yeniden ürettiği meselesi hem doğrudan üniversitelerin biçim ve içeriğini belirlemekte, hem de anılan şekillenme ve yeniden üretilme üniversiteler tarafından hâkim biçime uygun üretilen bilgi ile desteklenmektedir.
1970’lerde beliren ve 1980’ler ile (Türkiye’de de “12 Eylül” üzerinden incelenebilecek) hâkim hale gelen devlet biçiminin dönüşümü ve neo-liberal politikalar sonrası toplumun yeniden üretiminde kamu karşısında piyasa, emek karşısında sermaye artan biçimlerde hâkim konumdadır. Artık her şey piyasa endekslidir, piyasa için vardır ve en büyük özgürlük piyasada eyleyen bireylerin özgürlüğüdür. Hal böyleyken, piyasada eyleyecek bireylerin yetiştirilmesi ve piyasanın ihtiyaç duyduğu –bilgi değil- enformasyonun üretilmesi görevi üniversitelere düşecektir.
Üniversitelerin meslek öğrenme yeri haline gelmesi ile eğitimde eleştirel düşünceye duyulan ihtiyaç ortadan kalkmakta, gerçekliğin bilgisine ulaşmak yerine piyasada işlem görecek enformasyonun üretilmesi yeterli olmaktadır. Türkiye’de bu durumun bir de AKP hükümetleri süresince YÖK üzerinden yürütülen politikalar ile desteklendiği belirtilebilir. Bu bağlamda, ülkemizde son yıllarda yürütülen “Bologna Süreci”nin ders içerikleri ve biçimlerini düzenleyerek Avrupa çapındaki vasıflı işgücünün yetiştirilmesi için gerekli asgari şartları içeren diplomalara kavuşma gayesini ifade ettiği vurgulanmalıdır.
Standardize olmuş bir eğitimde akademisyenler de sabit gereklilikleri yerine getirecek, niteliksiz ve “network” (ağ/bağlantı) üzerinden yapılan yayınlar ile kariyerinde hızla yükselmeyi hedefleyecek, doçentlik, profesörlük gibi kadro biçimlerinin de müdürlük gibi profesyonel sıfatlardan farkı kalmayacaktır. Akademisyenin dönüşümü ve vasıfsızlaşması beraberinde çok büyük bir çalışma baskısını getirecek; niteliksiz, içi boş yayınlar yapmak bir “çalışkanlık ideolojisi” ile desteklenerek gerçeğin bilgisini elde etmek değil, yayın sayısını artırmak için geceler gündüzlere katılacaktır.
Yukarıda çerçevesi kısaca çizilen sürece ilişkin eleştiriler sürecin farklı noktalarına odaklanmaktadır. Fakat bu kadar yakıcı ve bütün toplumsal ilişkileri etkileyen bir konunun yapısal nedenleri ile sürecin taşıyıcılarının içinde yaşadıkları dönüşümü anlamlandırma, uyum sağlama ve yer yer direnme pratikleri üzerine yapılan çalışma sayısı oldukça azdır.
Analizinin odağına “’sözde’ vakıf üniversiteleri”ni alarak Türkiye’de bu konudaki çalışmaların ilklerinden olan “Ne Ders Olsa Veririz” isimli, Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın İletişim Yayınları tarafından yayınlanan kitabı oldukça mühim bir çabayı temsil etmektedir. Özellikle kamu kuruluşlarının istisnasız bütün alanlarda şirket gibi davranmaya başladıkları bu dönemde, vakıf üniversiteleri veya özel üniversiteler olarak adlandırılan akademik kurumların analizi, piyasa mantığının en net gözlenebileceği yerlerdir. Birçok kamu üniversitesine de sirayet eden “marka olmak”, “rekabet”, “yatırımda bulunmak”, vb. kavramların nasıl parlatıldığı düşünüldüğünde anılan mantığın önde gelen temsilcisi vakıf üniversitelerinin ve bu üniversitelerde çalışan akademisyenlerin ele alınması önem arz etmektedir.
Bilginin ve onu üreten emeğin metalaşma süreçlerini, yani akademisyenlerin proleterleşmesini (yazarlar bu süreci prekarizasyon olarak ele almaktadır) merkeze yerleştirmek, hem genel olarak emeğin günümüzde içinde bulunduğu durum ile akademik emeğin durumu arasındaki bağları ortaya koymak hem de “vasıfsızlaşma”nın yukarıda belirtilen dönüşüm ile nasıl iç içe olduğunu işaret etmek açısından zorunludur. Yazarların ifadesi ile, “içinde yaşadığımız dünya hakkında anlamlı ve insanlığın tarihsel deneyimine olumlu bir katkısı olacak şeyler söylemeye devam edebilmek istiyorsak, bu tartışmayı sürdürmesi gereken emek gücünün, bunu yapabilecek koşullara hala sahip olup olmadığını sorgulamalıyız.”
Türkiye açısından akademisyen, çoğu zaman AKP’ye karşıtlık ile muhalifliği eşitlerken aslında ürettiği enformasyon ve bunu üretme biçimi ile iktidarın hedeflediği dönüşümün parçası, yürütücüsü olmaktadır. Hâlihazırda iktidar partisi ile sıkı ilişkiler içinde olan “akademisyen”lerin yarattığı çöküş ve yozlaşma bekleneceği gibi büyük olmakla birlikte, vasıfsızlaşan akademisyenin sistemin sürekliliğini sağlayacak standartlaşmış bir üretim içinde bulunması ve bunu normalleştirmesinin de geri döndürülmesi gittikçe güçleşen yozlaşmaya katkı sunduğunu ileri sürmek meşrudur.
Gerek bilinçli, gerek bilinçsizce bahsi geçen süreci yeniden üreten akademisyenler ile ilgili olarak yazarların şu ifadeleri dikkat çekicidir: “İş bulmada, işi korumada veya yükselmede adam kayırmacılığın, kişisel ilişkilerin, pazarlık gücünün veya salt şansın, bilimsel yeti ve donanımdan daha fazla rol oynadığı bir ortamın, artık akademi tanımını hak edip etmediği dahi tartışmalıdır. Ancak aynı zamanda, zamanının büyük kısmını araştırma yapmak yerine o araştırmayı yapabilmenin koşullarını hazırlamak üzere teknik/bürokratik detaylarla ve lobi faaliyetleriyle geçirmek durumunda olan bireylerin akademisyen/bilim insanı tanımını karşılayıp karşılamadıkları da sorgulanmalıdır.”
Son olarak belirtilebilir ki, işçi sınıfının belirli bir kesiminin içinde bulunduğu güncel ilişkileri tanımlamak üzere ortaya konulan bir terim mi, yoksa proletarya yerine kullanılan; ondan bağımsız olarak görülen yeni bir sınıfı belirten bir kavram mı olduğu net olmayan (üreticilerinin dahi gayet muğlak halde bıraktığı) prekaryayı analizin merkezine yerleştirmesi konusu ayrıca tartışmaya açıktır. Ancak bunun ötesinde kitapta gerçekleştirilen analiz, günümüzdeki dönüşümü anlamlandırmak ve ona karşı eyleme geçmek için gerekli olan kendimiz üzerine düşünme pratiği açısından son derece önemli bir boşluğu doldurmaktadır.
“NE DERS OLSA VERİRİZ” – AKADEMİSYENİN VASIFSIZ İŞÇİYE DÖNÜŞÜMÜ, Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın, İletişim Yayınları, 2015.
0 yorum:
Yorum Gönder