"Birikim, Bugün, Ütopya" (Tarık Şengül'le Röportaj: Zeynep Ceren EREN- Ebubekir AYKUT)

1 Mayıs Taksim Savaşları, TEKEL işçilerinin çadırları, Cansel Malatyalı'nın terk etmediği İMO binası önü ve AVM'ler, AVM'ler, AVM'LER. Ve benzeri onlarca örnek. Mekan ile siyaset arasındaki ilişki bugün bize ne söylüyor? Bu ilişki bugünün kenti açısından ne anlam ifade ediyor? Artan ve yoğunlaşan metalaşma sürecini mekan ve siyaset bağlamında nasıl düşünebiliriz? Belki de en önemlisi, bu çerçevede ne tür toplumsal muhalefet olanaklarından söz edilebilir? ODTÜ Siyaset Bölümü ve Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi Tarık Şengül ile kent, siyaset ve muhalefet üzerine konuştuk. 

Türkiye’de birçok alanda olduğu gibi kentleşme alanında da 1980’li yıllarda yaşanan bir kırılma ve günümüze ulaşan bir deneyim var. Günümüzde kent mekânının dinamiklerini değerlendirmeden önce, tartışmaya da bir zemin oluşturmak açısından 1980 öncesi kentleşmesinin temel özelliklerini siyasal boyutlarını öne çıkararak tanımlayabilir miyiz? 

20. Yüzyılın büyük bölümü için sermaye birikim süreçlerinde sanayi/üretim odaklı gelişme stratejileri hâkim ve belirleyici oldu. Bu tespit gelişmiş ülkeler için geçerli olduğu kadar, Türkiye gibi görece bağımlı ülkeler için de geçerlidir. Sözkonusu gelişme stratejileri içinde kentler üretimin mekânı olma yanında, üretimin en kritik unsuru olan emek gücünün yığıldığı ve yeniden üretiminin gerçekleştiği mekânlar olarak kapitalist toplumsal ilişkiler içinde özgün bir konum edindiler. Bu dönem boyunca kentsel yapılı çevre etrafında rant ve spekülasyon arayışları azımsanmayacak boyutlarda olsa da, emek gücünün yeniden üretimi etrafındaki mücadele ve müdahaleler kentsel çelişkiyi tanımlayan ana eksen oldu. Konut, ulaşım, sağlık ve eğitim hizmetleri, kamusal mekânların niteliği üzerine verilen mücadeleler öne çıkarken, kentin yeniden üretim işlevi etrafında bir yaşam mekanı olarak görülmesini de sağladı.

Gelişmiş ülkelerde Keynesyen politikalar emek gücünün yeniden üretiminin merkezine (refah) devleti(ni) koyduğu ölçüde, toplumsal talepler sendikalar ve kentsel hareketler tarafından devlete odaklandı. Türkiye gibi ülkelerde ise yetersiz birikim sorunun bir parçası olarak devletler kentleri değil, üretimi hedefleyerek, kentleri ve emeğin yeniden üretimini toplumun, yerel toplulukların kucağına bıraktı. Böylece devlet ve piyasa kentleşmeye ve özel olarak da İkinci Dünya Savaşı sonrası kentlere akın eden yeni emek gücüne sırtını döndüğünde, yerel topluluklar gecekondu, enformel sektör, dolmuş gibi özgün buluşlarla devletin ve piyasanın bıraktığı boşluğu doldurup, sorunlarını çözdü. Bununla birlikte, büyük kentler bir yanda bu tür çözümlerin diğer yandaysa orta/üst sınıfların düzenli yaşam ve çalışma mekânları arasındaki ikiliklerin temsil ettiği bir eşitsizlik ve sosyo-mekânsal adalet sorunun sahnesi haline geldi. 1960’lı yıllarda başlayıp, 1970’li yıllarda kentlere damgasını vuran siyasallaşma büyük ölçüde bu eşitsizlikleri sorgulayıp, mücadele odağına koyarak gerçekleşti. Gecekondu hareketleri, işgaller, kurtarılmış bölgeler, toplumcu belediyecilik arayış ve uygulamaları bu dönemde mekânın siyassallığının örnekleri olarak kentlere damgasını vurdu.

12 Eylül Darbesi tam da bu nedenle en ağır darbeyi kentlere ve kentlerde ortaya çıkan bu uyanış ve mücadeleye vurdu. Darbe belki de en büyük tepkisini kentin bir yeniden üretim ve yaşam mekânı olarak siyasallaştırılmasına karşı verdi.

Son dönemde muktedirler mekânı düzenlemek yönünde ihtiraslı politikalar yürütüyorlar. Kentsel dönüşüm, yeni projeler, soylulaştırma gibi uygulamalar, Kanal-İstanbul, 3. Köprü, 3. Havalimanı projeleri milyar dolarlarla ifade edilen büyüklüklere ulaşıyor. Mekânın bu derece önemli hale gelişinin temel nedenleri nelerdir?

12 Eylül kent mekânını hızla depolitize ederken, 24 Ocak kararları ile başlayan sürecin kent mekânının sermaye birikim süreçleri içindeki rolünü yeniden tanımlayışına şahit olduk. Geçtiğimiz otuz yıl içinde giderek artan biçimde kent mekânı sermaye birikim süreçlerinin merkezine oturmaya başladı. Kuşkusuz kent hala emek gücünün yeniden üretiminin mekânı olma özelliğini sürdürüyor. Ancak bu artık ikincilleşmiş ve geçmişe göre daha stratejik sayılabilecek bir seçicilikle yapılıyor. Bugün giderek daha açık hale gelen bir biçimde kent mekânının kendisi birikim süreçlerinin stratejik ve merkezi bir öğesi haline geldi. Ulusal ve ulus-ötesi sermaye için geçmişte üretim çevrimi birikim açısından ne anlam ifade ediyorsa, finansallaşmanın genel çerçeveyi çizdiği bir ortamda, kent mekânı aynı şeyi ifade ediyor. Diğer bir anlatımla, başta emek gücü olmak üzere metaların üretildiği bir yer olarak kent yerini kendisi meta haline gelen kent kurgu ve pratiği tarafından teslim alınıyor. Bugün kentsel dönüşüm olarak önümüze konulan uygulamalar tam da bu tasfiye sürecini anlatıyor. Kanımca bu tespit kelimelerin tarif edebildiğinden daha radikal bir kırılmaya işaret ediyor. Bu kırılma ve değişim bugüne kadar kent mekânına yönelik bazı tespitlerimizi ve kabullerimizi değiştirmemizi gerektiriyor. Artık karşımızda yeniden üretimin anlamlı kıldığı talep-yanlı bir kentleşme paradigması yok. Bu tür bir kentleşme pratiği giderek ikincilleşip, yaşadığı yenilgiler karşısında geriye doğru itiliyor. Hâkim hale gelen yeniden üretimi değil, metalaşma gereği bir an önce tüketilmeyi gerektiren bir kentleşme mantığı. Tüketilecek ki yerine yenisi konulabilsin.

Başta kentsel dönüşüm olmak üzere tüm stratejik projelerde şiddet ve zor kullanmaya kadar uzanan bir dayatmacılık ve yasaları bile görmezden gelen bir acelecilik var. TOKİ, belediyeleri de yedekleyerek, hiçbir kuruma tanınmamış ayrıcalıklarla söz konusu projelerin en önemli uygulayıcısı olarak kentleri şekillendiriyor. TOKİ’de simgeleşen bu saldırgan ve dayatmacı anlayışın gerekçeleri neler? 


Şiddet ve dayatmacı tutumun, yasaları by-pass eden, ya da yasaları keyfi hale getirmenin gerisinde yukarıda sözünü ettiğim yeni bir düzenin kendisinden önceki düzeni tasfiye etme kararlılığı var. Bunun bir el koyma, kazıma ve temizleme ve yerine yenisini koyma projesi olması ölçüsünde, şiddetle içiçe geçmiş bir süreç olması da kaçınılmaz. İnsanların onlarca yıl yaşadığı mekânlara el koymanın şiddet içermeden gerçekleşmesi mümkün mü? Ancak bu şiddet sadece mevcut yapılı çevreye ilişkin ortaya çıkmıyor. Benzer biçimde orman ve su havzalarına, doğaya yönelen bir şiddet uygulaması ile de karşı karşıyayız. Bu Marx’ın ilkel birikim, Harvey’in elkoyma yoluyla birikim olarak adlandırdığı ve her iki tanımlamada da zor ve şiddete dayanan bir strateji.

Acelecilik konusuna gelince; kapitalist toplumlarda metanın üretilmesi ile pazara çıkıp tüketilmesi arasındaki zamanın en aza indirgenmesi artık değerin realizasyonu açısından büyük öneme sahip. Bugün mekânın meta biçimine boyun eğişinin bir sonucu olarak kent mekânının bir meta olarak üretiminde (kentsel dönüşüm projeleri, büyük ölçekli projeler vs.) de aynı kaygılar ön plana çıkıyor. Açılan davalara, bürokrasinin yarattığı geciktirmelere, protestoların yol açtığı zaman kayıplarına tahammülü olmayan bir süreçle karşı karşıyayız. Diğer bir anlatımla, hem mekânın hem de zamanın para olduğu bir çağda yavaşlığa tahammül yok. O yüzden yasal çerçevelere kısa devrelerin yaptırıldığı, hukuksuzluğun hukuk haline getirildiği ve bir stratejik meta olarak mekânın üretimiyle tüketimi arasındaki sürecinin olabilecek en kısa süreye indirildiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu sistem liberal hukuk düzenini kaldıramadığı gibi, liberal demokrasinin tanımladığı bazı süreçleri de kendine engel görüyor. Bu tür bir otoriterlik arayışı, TOKİ gibi kamu gücünü piyasa mantığıyla kullanan bir kentsel yıkım makinasını yarattı; şimdi o makina kentlerde kamusallık ve emeğin yeniden üretimine yönelik ne varsa onu ortadan kaldırıyor; daha da ötesinde siyasal alanda giderek hâkim hale gelen otoriter yönetim anlayışının en çarpıcı örneklerini üretiyor.

Kent mekânın sermaye birikim süreçleri açısından merkezileşmesi, el koyma, yerinden etme süreçleri, yaşam mekânları arasında ortaya çıkan muazzam eşitsizlikler, kentleri saran yoksullaşma dikkate alındığında, önümüzdeki dönemin siyasal dinamiklerini ve siyasal muhalefetin önündeki olanak ve kısıtları nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bu yönüyle ortada paradoksal ve ironik sayılabilecek bir durumun bulunduğunu söyleyebiliriz. Daha önce üretim alanında bütün dinamikleriyle kendini gösteren kapitalist üretim ilişkileri ve meta formu bugün yaşamımızın her alanına sirayet etmiş bulunuyor. Buradan yola çıkarak kapitalizmin çelişkilerinin fabrikadan çıkıp başta kentler olmak üzere tüm yaşam alanlarımıza yayıldığını söyleyebiliriz. Bu mantığın doğal bir sonucu olarak kapitalizmin yarattığı çelişkiler üzerine inşa edilen toplumsal muhalefetin artık her yerde olanaklı olduğu söylenebilir. Bu bir yanıyla doğru. Ancak siyasal muhalefet açısından ortaya çıkan bu yeni olanakların aynı zamanda yeni kısıt ve tehlikeler anlamına geldiğini de belirtmek gerekir. Katı olan herşeyin buharlaştığı bir dönemdeyiz. Neo-liberalizm, küreselleşme gibi çerçevelerin içine giydirilmiş meta formuna boyun eğen bu süreç ihtiyaç, vatandaşlık, haklar etrafında tanımlanan bir kentsel mücadeleyi de giderek daha zorlu hale getiriyor. Geçmişte oluşan birçok siyasal mücadele aracını etkisizleştirip, çözüyor. Bu tür olumsuzluklarla nasıl başedileceği ve kapitalizmin her yere yayılan çelişkilerinin sol açısından nasıl sömürülebileceği sorusu başlı başına bir değerlendirme gerektiriyor. Ancak bir özet olarak üç boyutlu bir stratejiye ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Birincisi, içinde yaşadığımız dönemin kapitalizmini ve mekânsallığını iyi anlamak, analiz etmek zorundayız. Bunun iyi yapıldığı kanısında değilim. Bu hem olanak hem de tehditlerin anlaşılması açısından önemli. Böyle bir analiz bize yeni çelişki alanlarında yeni mücadele stratejileri ve araçları tanımlamakta yardımcı olacaktır. İkincisi, bu yeni durum ile geçmişten getirdiğimiz birikim, yatkınlıklar ve kurumlar arasında nasıl bir eklemlenmenin sağlanabileceği konusunda kafa yormamız gerekiyor. Geçmiş birikimlerden neleri geride bırakıp, neleri önümüzdeki döneme taşıyacağımız konusunda tercihler yapmak durumunda olacağımız bir değerlendirmeden söz ediyorum. Üçüncü olarak geleceğe yönelik ütopik/deneysel bir arayış çizgisine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu hem mevcut yatkınlıklarımıza hem de içinde yaşadığımız vahşi gerçekliğe kısa devre yaptıran, dışına çıkıp düşünebilen bir arayışa işaret etmektedir.

Geçmiş-mevcut ve gelecek (zaman ve mekânlar) referanslı bu tür bir sentez etrafında hem siyasal mücadelenin hem de alternatif bir toplum/kent projesinin mümkün olduğunu düşünüyorum. Ancak bu sorunun yanıtı ve sözünü ettiğim sentez sadece akademik alanda yapılacak kuramsal çalışmalarla değil, siyasal mücadele alanındaki mücadele ve deneyimlerle mümkün olacaktır.

0 yorum:

Yorum Gönder