Onlar kahkahalarından ve hayallerinden vazgeçmeyen bir kuşak olarak kazındılar hafızamıza. Türkiye’nin yakın tarihine damga vurdular. Devrimin hayalini kuran en önemli isimlerden sevgili Melih Pekdemir’le kitabı “Devrimcilik Güzel Şey Be Kardeşim” üzerinden, 70’li ve 80’li yıllara uzandık. Devrimci Yol hareketini anımsadık ve Spartaküs’ten başlayarak işçi sınıfına bir selam gönderdik.
- Neden günlük tarzını tercih ettiniz Melih Bey?
Devrimci Yol’un gayri resmi de olsa tarihini kaleme almayı amaçlamamıştım, bunun yerine Devrimci Yolcuların hikâyesini anlatabilmek daha önemliydi. Gerçi Batı dillerinde, mesela Fransızcada “histoire”, Almancada “Geschichte” hem tarih hem hikâye demektir; yani hikâyelerimizi anlatırken aynı zamanda hem Devrimci Yol’un hem ülkenin o dönemki tarihini de anlatabilmiş oldum. Bu dönemi de sanki o yıllarda günlük yazmışım da şimdi yayınlıyormuşum gibi dile getirmek çarpıcı olur diye düşündüm. Bildiğim kadarıyla edebiyatta böyle örnekler var, Salah Birsel’in bir yazısında işaret ettiği üzere Simone de Beauvoir “Yaşın Gereği” kitabında 1930-1945 yıllarına ait günlüklerini aslında kitabın yayın tarihi olan 1960 yılında yazmış. Ayrıca günlük tarzındaki bir anlatıda daha samimi olma imkânı da ortaya çıkıyor.
- Sizin kitabınızda 68 ve 78 Kuşağı’nın bir senfonisi var gerçekten. O yıllardan başlıyor ve kesintilerle birlikte neredeyse 90’lı yıllara kadar uzanıyor. Siz bu süreci yenilmezlik senfonisi olarak açıklıyorsunuz. İddialı değil mi biraz, çok fazla yenildik ve hep yenildik gibi geliyor bana.
Pek öyle değil sanırım. 40 yıl kadar önce, 12 Eylül öncesinde Türkiye, Fatsa komüncülüğü ve Maraş katliamcılığı olarak ikiye ayrılmıştı: Bir yanda tüm Türkiye’yi Fatsa yapmak isteyenler; diğer yanda tüm Türkiye’yi Maraş yapmak isteyenler vardı. Türkiye’yi Fatsa yapmak isteyenler bunda başarılı olamadılar; ama Türkiye’nin bir Maraş haline getirilmesini de önlediler. 2010 referandumunun 12 Eylülcüleri de Türkiye’yi yeniden Maraşlaştırmak istiyorlar. 40 yıl önceki 12 Eylül’cüleri en çok korkutan sembollerden biri Fatsa'ydı. Kenan Evren, “biz darbe yapmasaydık burada Fatsa'dakiler oturacaktı” diyordu. 40 yıl sonraki 12 Eylül referandumunun Sivil Paşası da “Geziciler bana darbe yapacaktı” demedi mi? Dil aynı dil, başımızdaki dert aynı: faşizm. 12 Eylülcüler sadece Devrimci Yol’u değil Fatsa’daki toplum projesini de imha etmişlerdi. Şimdiki 12 Eylülcüler de Gezi’deki toplum projesini, toplumun Haziranlaşmasını imha etmek istiyorlar. Devrimci Yolcular elbette bugünkü gibi bir geleceği tahayyül etmiyordu. Ama elbette 2013 Gezisindeki ve şimdiki Haziranlaşma çabasındaki bir gelecek tahayyülü tam da o günlerden mirastır.
“Kahkahalarımızdan vazgeçmedik”
- Devrimcilik Güzel Şey Be Kardeşim kitabında, ilk olarak yanılmıyorsam Vedat Demircioğlu’nun ismi geçiyor devrimci şehitler arasında ve ondan sonra hız kesmeden devrimciler öldürülüyor. Listelemeye çalıştım ve eksik fazla olabilir, 53 gencecik insanın ölümü isim isim geçiyor kitabınızda. Nasıl katlandınız bu kadar acıya ve bunca olana rağmen neden bitmez ki devrime olan inanç?
İç savaş kuşağıydık. Sabah evden çıktığımızda dönemeyeceğimizi, yan yana yürüdüğümüz arkadaşımızı yarın görmeyebileceğimizi biliyorduk, her türden ihtimale hazırlıklıydık. Sanırım biraz acıyla yoğrulduk. Bunun sonucunda katılaştığımız, hissizleştiğimiz sanılmasın. O acılar nedeniyle aslında aşırı duygusaldık. Ama şunu da söyleyeyim. Hiç asık suratlı olmadık, en zor günlerimizde bile kahkahalarımızdan vazgeçmedik. Çünkü yaptığımız fedakârlıkların hiç boşa gitmediğinin bilincindeydik. Dedim ya, en azından Türkiye’nin Maraşlaşmasını önleyen bir kuşak olduk! Bizler direnmeseydik Türkiye’de Endonezya katliamının benzeri yaşanabilecekti. Bilirsiniz, 1965 ve 1966 yılları arasında Endonezya’da yaklaşık 500 binden fazla insan, sol muhalefeti tasfiye gerekçesiyle sağcı güçler tarafından öldürülmüştü.
- Oğuzhan Müftüoğlu’na soruyorsunuz: “Devrim ne zaman olur” diye. “Beş yıl sonra filan olur herhalde” diyor. Yıl 1976. Üzerinden 39 yıl geçti ve aynı soruyu ben size sorsam? Devrim ne zaman olur?
O soru elbette yirmili yaşlarda sabırsız bir gencin naif bir sorusu. Cevabı verenin lakabı “ihtiyar” ama o da henüz otuzunda! Şimdiki ve her zamanki cevabımız ise: “Devrim! Hemen şimdi…” Çünkü devrimi şimdiden örgütlemeye başlamazsak, o niyeti taşımazsak, kısa ya da uzun hiçbir vadede devrim yapamayız ki.
- Devrimci Yol’u nasıl tanımlıyorsunuz? Bir hareket mi, bir örgüt mü, halk kalkışması mı, neydi?
Üçü birden: hem hareket, hem örgüt, hem halk kalkışması.
- Gelelim Devrimci Gençlik Dergisi’ne. 20 Kasım 1975’te başlıyor serüveni ve siz de içine dâhil oluyorsunuz. Baskısı, dağıtımı çok zor şartlarda gerçekleşiyor ama Devrimci Yol dergisiyle 150 binlere varan muhteşem bir tiraj yakalıyorsunuz. Bu ivmede bir dergi var mı şimdi Türkiye’de?
Yok tabii ki. Ama şimdi koşullar çok farklı. Tirajla değil internette tıklama sayısıyla ölçülebiliyor yaygınlık! Günümüzde başarı hikâyesi olarak BirGün gazetesinin geldiği noktaya işaret edilebilir, 30 binlere yaklaşan tirajı çok önemli bence…
- 70’li yılların sonunda Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Erzincan gibi illeri dolaşıyorsunuz. Oradaki devrimci örgütlenmenin içinde yer alıyorsunuz. Sanıyorum merkezden çok farklı bir bakış açısı olduğunu görüyorsunuz. Neyi, hangi noktayı kaçırıyor o dönemin devrimcileri?
O bölgeye gittiğimde kısa süre öncesine kadar içinde olduğum “merkez ilişkilerini”, yani adıyla sanıyla cismiyle bildiğim insanlar tarafından oluşturulan beşeri ilişkileri, ben de hemen oradakiler gibi bir takım soyut, isimsiz insanları kastederek ifade etmeyi öğrenivermişim: “Ankara’dakiler şöyle diyor,” filan… Bu anonimleştirme gizli örgüt kurallarından çok kolektifliğin, ortak aklın varlığının da bir ifadesiydi aslında. Kendi payıma, Ankara’dayken işlerin kötü gitmesine taşradakilerin inisiyatifsizliği gibi gerekçeler bulabilirdim, oysa bölgedeyken artık Ankara’dakilerin merkez olmayı beceremeyişini de konuşur olmuştum, tıpkı oradaki arkadaşlarım gibi. Yani örgütlenmemizi farklı açılardan görebilmek, hepimize önemli tecrübeler kazandırmaktaydı.
“Haziranlaşmak şart”
- 1977 tarihli günlüklerinizde Erbakan’ı inatçı, komik ve tehlikeli olarak tanımlıyorsunuz. Peki ya Erdoğan?
Şimdi onun hakkında sarf edilen her çeşit hakiki ve isabetli sıfatlar dahi hakaret olarak görülüyor, bunu hatırlatsam yeterlidir sanırım.
- 80 darbesi ortamını Kafkaesk bir atmosfer olarak tanımlıyorsunuz, neden?
Böyle bir atmosfer toplumun belli kesimlerinde ve hatta bir vakitler emek mücadelesi içinde yer alanlarda dahi ortaya çıkmıştı. Mesela 12 Eylül cuntası sendika yöneticilerine teslim olmalarını duyurunca birçok sendikacı hemen Selimiye Kışlası’nın önünde sıraya girdi ve öyle bir izdiham yaşandı ki cezaevindeki görevli subaylar “artık bugün sıranız gelmez, yarın sabah erkenden yeniden gelin” diyorlardı. Tıpkı Kafka’nın ünlü Dava romanında olduğu gibi, “Kuşkusuz tutuklusunuz, ancak bu durum işinize devam etmenizi engellemez. Gündelik yaşantınızı sürdürmenize kimse karışmayacak” gibi bir durum. O romandaki Josef K gibi birçok insan faşizmi sorgulamadığından, direnmediklerinden ötürü kaçınılmaz bir sonu kendi elleriyle hazırlamış oldular. Tıpkı Josef K gibi “kafkaesk bir atmosfer” yarattılar kendilerine, gerçek ile kâbusun birbirine karışıp ayırt edilemediği bir anlam ve mantık yüklediler faşizme. Düşündüler ki, o faşizm günlerinde başlarına gelenler ne denli saçma ve zalimce olursa olsun, değiştiremiyorlarsa kabulleneceklerdir. Sanırım yaşadığımız şu günlerde de hepimizi böyle bir kafkaesk atmosfere sokmak istiyorlar ki buna karşı elbette Haziranlaşmak şart.
- Mahkemeye çıkıyorsunuz ve son sözünüz soruluyor. Ne demiştiniz mahkemeye bir kez daha söyler misiniz, içimiz aydınlansın.
Evet, 26 Nisan 1989 tarihinde Ankara 1 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde görülen 1982/50 Esas No’lu Devrimci Yol Davasında son sözlerin söylendiği duruşmada şöyle demiştim: “Son sözü söylememiz istenmiştir. Dünya tarihinde ilk sözü Spartaküs ve köleler söylemiştir ve Anadolu topraklarında kendi tarihimizde ilk sözü Şeyh Bedrettin ve yoksul köylüler söylediler. Bu sözler her çağda yankılanarak, vurgulanarak, yetkinleşerek Paris Komünarlarından Petersburg proletaryasına ve günümüze Filistin’in küçük generallerine dek ulaştı geldi. Çağımızda söz sırası artık proletaryanın ve ezilen halklarındır. Ve uluslararası proletarya söz hakkını bütün dünyanın ezilen halklarına sömürü ve zulme karşı Devrim çağrısı yaparak kullanıyor. Türkiye’de Devrimci Yolcu olmak demek Spartaküs’ün, Bedrettin’in, Marks’ın, Lenin’in sözlerine sahip çıkmak, proletaryanın çağrısına uymak demektir. Devrimci Yolcular iç savaş günlerinde Çeltek’te ve iş yerlerinde, Fatsa’da ve Anadolu’nun dört bir yöresinde, Tuzluçayır’da ve tüm gecekondu semtlerinde, ODTÜ’de tüm üniversitelerde işçilerle, köylülerle, öğrencilerle, Kürtlerle ve emekçi halklarımızla faşizme karşı söylenmesi gerekenleri söylediler, ama söyleyecekleri bitmemiştir. Devrimci Yol bu direnişin sözcüsü, Devrimci Yol bu direnişin öncüsü oldu. Devrimci Yol bayrak oldu. Biz şimdi burada Devrimci Yol’da yürümekle suçlanırken, şimdi dışarıda yüz binlerce işçi devrimci yolda yürümeye devam ediyor. Buradaki bir avuç insanı yargılamak, suçlamak, cezalandırmak kolay, ama dışarıdaki yüz binleri, milyonları yargılamak, suçlamak, cezalandırmak, hiç kolay değildir.1980 sonbaharında bütün gazeteler Devrimci Yol’da yürüyenleri çirkinleştiriyor, karalıyorlardı.1989 ilkbaharında yine aynı gazeteler Devrimci Yol’da yürüyenleri güzelleştiriyor, aklıyorlar. Sonuç bir Devrimci Yol güzellemesidir. Bu çirkinliklerin karşısında gerçek seçeneğin bir Devrimci Yol güzellemesi olarak ortaya çıkmasıdır. Mahkemenizin kararı ne olursa olsun tarih hükmünü şimdiden bu Devrimci Yol güzellemesi ile vermiştir. Ve şimdi bizden son sözü söylememiz isteniyor, ilk sözü binlerce yıl önce Spartaküs ve kölelerin isyanı söylemiştir, son sözü ise sosyalizm ve işçi sınıfı söyleyecektir.”
DEVRİMCİLİK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM, Melih Pekdemir, Ayrıntı Yayınları, 2014.
0 yorum:
Yorum Gönder