Homeros Ölür Dirilir (Faruk DUMAN)

Romanın temel özelliklerinden biridir; dünyayı günlük dil ile olduğu kadar, kendi biçiminin, mimarisinin yarattığı özel dil ile de yorumlar. Bu nedenle, romancının bu ikinci özel dille ayrıca uğraşması gerekir. Bana kalırsa, bir yazarın, her bir romanında ayrı bir mimari dilin peşinde koşması, gereklidir, zorunludur. J. M. Coetzee’nin, Hasan Ali Toptaş’ın, Orhan Pamuk’un her seferinde farklı biçimsel yöntemler denemelerinin altında bu zorunluluk yatar. Romanın bu anlamda büyüdüğünü, genç kuşakların elinde bir süreklilik gösterdiğini bugün rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Kitabevi raflarının romanla dolup taşmasından söz etmiyorum burada elbette. Özgün, yetkin genç romancıların varlığına, sürekliliğine işaret ediyorum.
   
Cem Kalender, sözgelimi, ilk romanı Klan’dan bu yana ele avuca sığmaz, yaratıcı, oyunlarla dolu yazınsal enerjisini sürekli kılmayı başaran genç romancılardan biri. Klan, bir “son yemek” sahnesiyle başlıyordu. Metnin Kazancakis’in dünyasına özgü açılışı, (ilk sayfalarda, sonradan karşılaşacağımız dünyadan haberdar edilmeyiz; Türkiye’nin çağdaş zamanlarına gelecek, çoğumuzun gözden kaçırdığı bir tür alt sınıf gençlik yaşantısına tanıklık edeceğizdir) okur beklentisinin bütünüyle karşısındadır, romanı sabırla okuyamayacaklar için bir tür “eleme safhası” bile sayılabilir. İsa ile neyi amaçlamıştır Kalender? Metinlerarasını (İncil) mı, yoksa bilinçaltını mı?
   
Bu soruyu, yazarın yapıtlarına topluca bakarak daha doğru yanıtlayabiliriz. Kayıp Gergedanlar’da (yayınevi her ne kadar Kayıp Gergedanlar’ın bir Maraş romanı olduğunu söylese de) Maraş olayları canlı sahnelerle anlatılmıştır, ama o canlı ve gerçek dünyanın yanında bir de “hayali” dünya bulunur; bir veteriner, görev yerindeki (burası devasa bir coğrafyadır ve birbirinden garip kişilerle doludur, bir tür düşler diyarıdır) gergedanları boşuna aramaktadır. Doğal olarak, İsa’yı gözlemleyebildiğimiz son yemek sahnesiyle veterinerin tekinsiz köprüler yardımıyla girip çıktığı kafkaesk coğrafya arasında bağlar kurabiliriz.
   
Cem Kalender, roman kahramanlarının kişiliklerini, duygularını ve hatta eylemlerini simgelere dönüştürür. Ama bu simgeleri birer küçük dilsel metafor olarak kullanmaz; bunun yerine bunları romanın başlı başına bölümleri, “sahne”leri olarak kullanır. “Gergedan” her yerin yabancısıdır, düşüncemizde yer altına aittir. Öyleyse, (Kalender’in romanında) kurtuluşu yer altında (ölümde) arayan çocuklara yardım edecek tek “kişi” odur. Böylece, tıpkı masallarda olduğu gibi, soyut bir benzetme somut bir roman nesnesi olarak (yani bir sahne olarak) karşımıza çıkar.

Homeros’un sesi
Kasımpaşalı Oedipus, Cem Kalender’in yeni romanı. Daha ilk cümlede, yeni bir biçimsel denemeyle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz: “Ekinleri yanmış ülkeye yeni kral olmuştu Galius. Hasırdan tahtına bile oturmamıştı daha.” Homeros’un güçlü sesini (tehlikeli bir oyun olarak; Homeros, kanımca dünya edebiyatının yanaşılması en güç, en etkili ve elbette gençleri kolaylıkla yoldan çıkaracak yazarıdır) kolayca duyabilirsiniz buradan.
   
Galius, ülkesi Parvasya’nın güçlü komutanlarından biridir. Ama yıllar süren bir açlık ve savaş döneminden geçilmiştir. Dolayısıyla “güzel dizlikli” Akhaların yeni saldırısında onun yanında yer alacak bir halk kalmamıştır orta yerde. Bunun üzerine Galius tanrıların katına çıkar ve Helios’tan yardım ister. Zira yerin altına inmiş (moral bakımından çökmüş de diyebilirsiniz) halkı kendi başına ayağa kaldıramayacaktır. Helios, Parvasya’yı da Parvasya halkını da sevmektedir, zengin Akha orduları karşına eşit koşullarda çıkabilmeleri için onlara yardım eder. Büyük bir zafer kazanılır. Galius, güçlü, büyük bir yeryüzü kralı olur ve daha yapılacak çok işi olduğu için kolları sıvar (bu kez medeniyet savaşı başlamıştır).
   
Ama çok sürmez; krallık öyle göz kamaştırıcı bir makamdır ki, yine bir başka güçlü komutan olan Toria’nın aklın çelerler, o da halkıyla (destekçileriyle) birlikte sesini yükseltir ve ayaklanır. Ve doğal olarak Galius karşısında hiç şansı yoktur. O ölünce, Galius o eski dostunun karısını (eski aşkını) ve çocuğunu sarayına alır. Bu kez de saray entrikaları uç verir. Dul kadın çocuğuyla birlikte saraydan kovulur; karnında Galius’un tohumunu taşıdığını bilmemektedir henüz.
   
Kasımpaşalı Oedipus, Cumhuriyet’in tarihini mitolojik simgeleri kullanarak anlatır. Cem Kalender’in, olayları antik Anadolu’ya yerleştirme düşüncesi bana kalırsa çok çekici; sözgelimi, Kral Galius’un tek bir çocuğu vardır (baba, oğlunu sever… ama aynı zamanda onu kendisi için bir rakip olarak da görür; aynı şekilde, oğul babayı gereksiz, daha doğrusu yetersiz görür, çünkü artık geride kalmıştır o, yeni zamanların düşüncelerini gerçekleştiremez ve bunun için bir ayak bağı olmaktan öteye de gidemez) ve bu çocuğun adı da Komünydas’tır. Komünydas’a göre, babası Galius elbette, neticede iyi bir kraldır ama bu yetmez; yoksul kalmamalıdır Parvasya’da. Eşitlik sağlanmalı, gerekirse bir zamanlar desteklenip büyütülen zenginlerden alınıp yoksullara dağıtılmalıdır. Gün gelir, Galius o hallere düşer ki, Oedipus’u kendi eliyle zindandan çıkarır, oğlu Komünydas’ı öldürmesi için.
   
Devletin (Galius’un) belki en trajik hatasıdır, sözgelimi, Deniz Gezmiş’in (ki Samsun-Ankara yürüyüşünü gerçekleştirmiştir) asılması. Kimin eliyle? Romanın sonraları yetersizlik (kendi cehaletinin farkına varamama, birilerinin saygısını bir türlü kazanamama durumu) duygusuyla kendisine bin odalı bir saray yaptıracak olan Oedipus’un eliyle. Peki Oedipus başka ne yapacak? Kuşkusuz bir gün bir savaş meydanında Galius’un başını gövdesinden ayıracak. Böylece baba da, oğul da ortadan kalkmış olacak.
   
Kasımpaşalı Oedipus’u okurken, (adından olacak) gözüm daha çok mizah aradı. Hiç mi yok, hayır. Oedipus’un oğlu Bilius bir gün bir yemekte gördüğü rüyaları anlatmaya başlar:
 “Ava çıkmıştım yine, ‘Ya Hak!’ deyip bir ok atmıştım. Ne kutlu bir okmuş ki leziz bir çorba eylemişti avı.”
Toplantıda bulunanlar hiçbir şey anlamaz bu rüyadan. Bunun üzerine, “Libertus” halkından “Barleus” atılır hemen ve rüyayı açıklamaya girişir:
“Ben de yanındayım prensimizin. Yağmur yağıyordu hışımla, ardından gök gürlüyordu öyle şiddetli. Çakan, Zeus’un şimşekleriydi sanki. Nişan aldı tavşana prensimiz. Tanrısal bir oktu fırlattığı. Değince ok tavşana, hayvanın kanı taş bir oyuğa aktı. Birden nasıl bir şimşek çaktı Zeus’un emriyle, kana karışan su nasıl kaynamaya başladı o dakika. Budur anlatmak istediği prensimizin.”
Türkiye’de öykü de, roman da yüksek perdeden konuşmaya başladı. Ama, yanlış mıdır bu? Ne de olsa kolay zamanlardan geçmiyoruz. Birileri yaşanan karmaşayı, hukuk cinayetlerini, bu büyük altüst oluşu kaleme almalı değil mi? Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’ne nasıl başladığını hatırlayın. Ne unutulmaz bir giriş cümlesi:
   
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana…”
   
İşte, tıpkı bugün olduğu gibi…

KASIMPAŞALI OEDİPUS, Cem Kalender, Alakarga Yayınları, 2015.

0 yorum:

Yorum Gönder