Kimlerin İlahilerini Marşlara Çevirdik? (Zeliha ETÖZ)

Antropoloji literatüründe 1970’lerin başında yeni bir kavram gündeme gelir, kavramın yaratıcısı Fransız antropolog Robert Jaulin’dir. Jaulin, asıl olarak “fiziksel yok edişi” ifade eden ve bu nedenle de ‘yok etme’ eyleminin içeriğini daraltan bir anlama sahip soykırım(genocide) kavramının yanına, “kültürel yok edişi” içeren kavimkırım (ethnocide) kavramını ortaya atar. Kavimkırım kavramının çerçevesini ve dolayısıyla önemini ele almadan önce soykırım hakkında bir iki kelam etmek yerinde olur diye düşünüyorum.

Irk ölçütünün esas alındığı soykırım kavramı, Alman savaş suçlarının belgelendirilmesi amacıyla 1944 yılında Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından geliştirilir ve 1946’da Nürmberg Mahkemesi’nde bir suç tipi olarak yasal düzlemde tanınmış olur. Lemkin bu kavramı geliştirirken ‘haklı savaş’ anlayışını baz alarak Nazilerin gerçekleştirdikleri eylemleri, bir ulusu yok etmek üzere girişilen ‘haklı olmayan savaş’ın aşırı formu olarak belirler. Kavramı çerçevelendiren Lemkin’in diğer iddiası ise, her ne kadar Naziler modern metotlar kullanmış olsalar da yaşananların ‘barbarlığa geri dönüş’ olduğudur. Oysa Zygmunt Bauman Modernite ve Holocaust adlı eserinde, meseleyi uygarlık ve modern devlet bağlamında ele alır. Ona göre soykırım, rasyonel hiyerarşik örgütlenme, planlama, teknik donanım, istatistik, lojistik düzenleme ve maliyet-zarar hesapları gibi modernliğin sunduğu bütün araçların, kısaca “araçsal rasyonalitenin” rehberliğinde gerçekleştirilmiştir.

İlk Soykırım 

Bauman’ın tanımladığı çerçevedeki soykırımın, ilk defa, II. Dünya Savaşı sırasında gerçekleştirildiği uzunca bir süre kabul edilmiştir. Ancak, modernliğin bir ‘imkân’ı olarak ilk defa Almanlar tarafından gerçekleştirildiği kabulünü şüpheli hale getiren bir başka olay vardır. Çok da eski zamanlarda olmayan fakat kabulü konusunda yoğun direnişlerin, karşı çıkışların, hatta tersine çevirmelerin olduğu bir olay: Ermeni Soykırımı.

Bugün daha çok sayıdaki ayrıntılı çalışmalar gösteriyor ki 1915 Ermeni Soykırımında, belki ‘rafinelik’ bakımından değil ama örgütlülük, değişik yolların olabildiğince eşgüdümlü biçimde seferber edilmesi, süreç içinde ‘daha sonuç alıcı metotlar’ın devreye sokulması, planlılık anlamında modern ‘araçsal rasyonalite’nin devrede olduğu aşikârdır. Bu haliyle, 1915 olayları, Bauman’ın çerçevelendirdiği ve çözümlediği eylemliliklerle paralellikler arz etmektedir.

Her ne kadar Ermenilere yönelik soykırımı 1915 yılıyla işaretliyorsak da biliyoruz ki ‘Ermenilerin yok edilmesi’ 19. Yüzyılın son çeyreğinden, çok daha net bir tarih vereceksek Abdülhamit döneminde ‘yok etmenin’ değişik yollarının seferber edilerek yoğunlaştığı 1894-1896 yıllarından başlamaktadır. Bu yıllarda gayri-müslimlerin ağırlıkta olduğu yörelerde nüfus kompozisyonunda değişiklik, -PRO’de (Public Record Office-Birleşik Krallık Ulusal Arşivi) bulunan çok sayıda belgede görülebileceği gibi- malların müsaderesiyle birlikte İstanbul’dan Anadolu şehirlerine zorunlu göç, Müslüman halkın silahlandırılıp kışkırtılmasıyla çıkan çatışmalar sonucunda tutuklanıp idam edilenlerin nedense sadece Ermeni olması, işyerlerini ve evleri hedef alan kundaklamalar, Almanya’dakine benzer biçimde Diyarbakır’da Ermenilere ait yerlerin işaretlenmesi ve daha çok sayıdaki örnek farklı fazlardan geçmiş olan ‘süreç içinde’ olgunlaştırılan bir soykırımla ve kavimkırımla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Gasp Edilmiş Kültür 

Gelelim kavimkırımın anlamına ve işaret ettiği gerçeklerin Türkiye’deki karşılıklarına. Kavram, “yok etmenin” sadece fiziksel bir nitelik taşımadığının altını çizerek, çoğu durumda yok edilen topluluğun kültürünü ve ürettiği her türlü değeri yok etmeyi kapsadığını ifade etmek üzere, özellikle de ‘Batılı uygar’ toplumların dünyanın değişik coğrafyalarındaki topluluk ve toplumlara karşı giriştikleri eylemleri işaret etmek için üretilmiştir. Dolayısıyla yok etmeyi sadece “maddeten” değil aynı zamanda “manen” gerçekleştirmeyi içerir. Yok ediş, bir kerede gerçekleştirilmeyip, uzun yıllar sürebiliyor, hatta soykırım suçunun ağırlığını bastırmak üzere sanki içtepisel biçimde kırıma tabi olan kültürün öğelerini ‘talan’ etmek biçiminde olabiliyor. Bu talan, mimari güzelliği aşikâr bir yapının çökmeye terk edilmesi biçiminde olabildiği gibi, yok edilmeye çalışılan topluluğun ürettiği değerlerin kendine mal edilmesi biçiminde de olabiliyor.

Kavimkırımın bir “kültür kırımı” olduğunu, dolayısıyla bir topluluğun sembolik evrenini yok etme girişimi olduğunu söylemeliyiz: Tıpkı emval-i metruke (terk edilmiş mallara el konulması) konusu gibi… (böylesi yasal düzenlemeye nerede rastlanır acaba?) Tıpkı bugünkü Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün ve arazisinin Ankara’nın önde gelenlerinden Kasapyanlar’a ait olması gibi… Tıpkı yerleşimlerin isimlerini değiştirme gibi… (Ki bu konuda modern Türk devletinin eline su dökecek azdır) İşte size küçük ipuçları: isimlerinde Hamit, Hamidiye, Mecid, Mecidiye gibi ekler bulunan yerlere biraz sorgulayarak bakın, Anadolu’daki pek çok şehirde var olan “Ulu” sıfatlı camilere de.

Ankara’nın Taşına Bak 

Bir de tabii hiç akla hayale gelmeyecek şeylerde karşımıza çıkan kavimkırım örnekleri vardır. Bu örnekleri ya rastlantı eseri öğrenirseniz ya da soykırımın gerçekleştirildiği bir ülkede bir yönüyle kavimkırım da olabileceği ihtimaliyle kültürel ve sembolik ürünlere daha dikkatle bakarsanız görebilirsiniz. İşte size çarpıcı bir örnek:

Negrîn gelî hevrînên min, ez ê herim welatê xwe/ Min navêje pir bimînim ez ê herim welatê xwe/ Ev der ji min re ne tu hal e, êş û derde min pir dijwar e/ Xerîbîtî gelek tahl e, ez ê herim welatê xwe/ Xerîbîtî gelek tahl e, ez ê herim welatê xwe/ Hêvî dikim li ser min negrîn/ Li ser min nekin girîn û şîn/ Ez ê herim welatê xwe hemî derdê me biborin/ Ez ê herim welatê xwe hemî derdê me biborin/ Werin gelik ‘ezîzên min destên he we maçî bikim/ destên he we maçî bikim, sihêlîtî (?) ji he we bixwazim/sihêlîtî (?) ji he we bixwazim/ Ez ê herim welatê xwe.

Kürtçe olan bu Ermeni ilahisinin Türkçesi şöyledir:

Çok ağlamayın dostlarım/ Ben vatanıma [cennete] gideceğim/ Burada çok kalmayacağım/ Burası acı dolu/ Derdim, kederim çok fazla/ Gurbette olmak çok acı/ Ben vatanıma gideceğim/ Yalvarırım üstüme ağlamayın/ Yas tutmayın, kederlenmeyin/ Bütün dertlerim geçecek/ Ben vatanıma gideceğim/ Gelin azizlerim eliniz öpeyim/ Sizden aflık dileyim/ Ben vatanıma gideceğim.

Hiçbirimize tanıdık gelmeyen bu sözlerin melodisi, hepimizin yakından bildiği “Ankara’nın Taşına Bak” marşı olarak kahramanlık(!) tarihimizde yerine almıştır. Acıyla yüklü bir Ermeni ilahisinin tüm tarihsel ve kültürel dokusundan koparılarak, ezgisi üzerine adeta nispet yapar gibi sözler yazılmasıyla ortaya çıkan bu eser, kavimkırımıyla anlatılmak istenen şeyi apaçık ortaya koyar. Bu mal edişin, bir parça acemiliği açık etse de nasıl kılıfına uydurulduğu da önemli bir konudur. 1930’lu yıllardaki folklor çalışmaları kapsamında, Mahmut Ragıp Kösemihal ve H. Suphi Karsel’in tarafından kaleme alınan ve sözüm ona Ankara ve civarındaki derleme çalışmalarından biri olan Ankara Bölgesi Musiki Folkloru adlı eserde, sözlerin sahibinin dönemin Kültür Bakanı’nın oğlan kardeşi olduğu söylenir ve bunun araştırılmaya muhtaç olduğu belirtilir. Oysa birkaç sayfa öncesinde Ankara’da eğlence ve düğünlerde çalgıcılık edenlerin sadece Rum, Ermeni ve Çingeneler olduğu söylenir. Üstelik Ankara müzik folkloründe farklı kültür tabakalarının -Eti, Frigya, Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı- adı zikredilse de Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin adı geçmemektedir.

“Bir türküye nasıl söz yazıldığını”, “çalgı çengiyi gerçekleştirenlerin kendi kültürlerini hiç mi dile getirmediklerini” ve “çok değil 20-30 yıl önce burada olanların neden hiçbir müziksel etki bırakmadığını” sorgulamak, yaşanan kavimkırımının tespiti açısından oldukça önemli ve yerinde bir şüphedir. Tıpkı trajik ölümüyle ve eserleriyle yürekleri parçalayan Ermeni besteci Gomidas’ın eserlerindeki ‘motifler’in de sanki bir yerlerde ‘iç edilmiş’ olabileceği şüphesi gibi…

0 yorum:

Yorum Gönder