“Türkiye ve Kolombiya sanıldığı kadar birbirine uzak değil” (Armando Romero ile Söyleşi: İdil DÜNDAR)

Kolombiyalı şair-yazar Armando Romero, Cajambre Nehri romanıyla ilk kez Türkçede. Bir polisiye romanın bütün özelliklerini taşıyan, ama tek bir polis-dedektif karakterin olmadığı bu roman, antropolojik metinden aşk hikâyesine, tarihi romana ve coğrafi anlatıya kadar çok sayıda farklı tür arasında geçiş yapıyor, Türkiyeli okurun edebi bir ilgi duyduğu Latin Amerika dünyasını özgün bir biçimde ele almaya çabalıyor.

Romero, Kolombiya’da, Pasifik’e dökülen bir nehrin kıyısında işlenen gizemli bir cinayetin üzerinden aşk, toprak mücadelesi, erkek egemen kültür, toplumsal gerilimler, ayrımcılık ve adalet gibi pek çok temayı kitabında harmanlıyor. Geçtiğimiz günlerde Verita Kitap etiketiyle yayımlanan romanı üzerine Armando Romero’yla bir söyleşi gerçekleştirdik.

Cajambre hangi noktaya kadar otobiyografik bir roman olarak kabul edilebilir?

Çok sayıda yazar, yazdıkları romanlara hayatından parçalar ekler. Bazen bunun ölçüsü o kadar artar ki neredeyse otobiyografik romanlara dönüşürler. Cajambre örneğinde kendi aile hayatımla bir ilişki olduğu doğru. Karakterler Pasifik Kolombiyası bölgelerinde, kesin konuşursak Cajambre’de yaşamış olan akrabalarım model alınarak oluşturuldu. Genel olarak hikâye kurgu ürünü, ama gerçeğe de yaklaşıyor çünkü bütün tarihsel, sosyal ve kültürel koşullar gerçek. Ben romanlarımın dönemsel gerçekliğine çok sadık bir yazarım. Son olarak şunu da belirteyim, ben Cajambre’de o genç ziyaretçi deneyimini yaşadım, Ruperta’yı öldürdüklerinde oradaydım.

Eserde kadınlar önemli bir rol sahibi. Hepsi güçlü, gizemli… Bunu kadınlara karşı bir saygı duruşu olarak mı görmeliyiz?

Evet, ama bu saygı peşinen kabul edilmiş bir düşünceden değil, genel olarak Kolombiyalı kadın gerçekliğinden ve zorlu cangıl bölgelerinde hayatta kalmak için savaşan kadınlardan kaynaklanıyor. Sizin de gördüğünüz gibi çok güçlüler ve gizemli olmaları, benim görüşüme göre, aşk, dayanışma ve cesaretin birleştiği feminen karakterlerinin farkında oldukları ölçüde kendi varlıklarının da bilincinde olmalarından geliyor. Oldukça maskülen bir dünyada yaşadıklarını unutmayın. Onlar için hiç kolay değil, ama şiddete başvurmadan öne çıkmayı başarıyorlar.

Roman ilerledikçe yavaş yavaş Ruperta’yı tanıyoruz. Başta kolay bir kadın olarak sunulurken, gittikçe cesur, güçlü ve devrimci bir kadına dönüşüyor. Roman başlamadan önce ölüyor ama bence ana karakterlerden biri. Siz ne düşünüyorsunuz? 

Aynı fikirdeyim, dahası bence Ruperta bu romanın başkarakteri. Ruperta tanıdığım kadınları model alarak oluştu, gerçi onlardan bazıları zenci değildi. Ama piangua toplayıcısı olarak çalışan kadınların savunması için verdiği savaş, halkına duyduğu tutku, çektiği acılar ve zorluklar onu Pasifik’te zenci kadının bir sembolüne dönüştürüyor. Savaş sadece işteki sömürünün getirdiği kötü muameleye karşı değil, aynı zamanda toprak kaybına, yerinden edilmeye, kültürel habitatın yok edilmesine, devletin polisinin onları mecbur bıraktığı terk edişe karşı veriliyor.

Romanda tek bir polis karakter bile yok ama bir polisiye romanın bütün özelliklerine sahip. Benim aklıma gelen tarif ‘Polisiye olmayan polisiye’. Aynı fikirde misiniz?


Sizin de gördüğünüz gibi, Cajambre’de bütün sorunlar polis ya da ordu olmadan çözülüyor. Kolombiya’daki Afrika kültürleri hakkındaki belki de en büyük uzman olan Kolombiyalı etnolog Jaime Arocha, Bogota Milli Üniversitesi’nde yaptığımız bir çalışmada, bu romanın Kolombiya’da barışı sağlamak için yapılması gerekenlere bir örnek teşkil edebileceğini söylemişti, çünkü romanda sorunları toplumun kendisi çözüyor. Bunun bir hayal olduğunu biliyorum, ama romanımın neden polissiz ya da dedektifsiz bir polisiye roman olduğunu anlamak için gerekli ipuçlarını veriyor. Bu benim icadım değil, Cajambre’de yaşanan gerçeklik.

Romanı en iyi tanımlayan tamlama nedir? Antropolojik bir hikâye, polisiye roman, coğrafi bir anlatı, bir aşk hikâyesi…
 
Romanın kapsamını gerçekten iyi anlamışsınız. Bunların hepsi ve ayrıca tarihsel roman; çünkü ahşap toplanması ve satışı işinden, toprak ve denizin işlenmesine ve toprak sahipliğinden doğan sorunlara kadar dönemin yeniden yapılandırılması gerekti. Bütün bunları, romanın aslında biri trajik diğeri trajik olmayan iki yüzde sergilenen bir aşk hikâyesi olduğunu söyleyerek özetleyebilirim.

Romanda Pasifik cangılının zenci sakinleri ile ülkenin iç bölgelerinden gelen ‘göçmenler’ arasındaki farkları görüyoruz. Siz gönüllü bir göçmensiniz, romanın çevirmeni de öyle… Ve Türkiye, çok az insanın anne-babasının doğduğu yerde yaşadığı bir ülke. Bu anlamda, birbirinden o kadar uzak kültürler arasında aslında sandığımız kadar fark olmadığı söylenebilir mi?


Sizin de iyi bildiğiniz gibi, kültürler bizim coğrafi ve dönemsel farklara bakarak zannettiğimiz kadar birbirinden uzak değil. Cajambre’de zenci sakinler de göçmen, çünkü o zamanın ilk sakinleri Kızılderililerdi. İspanyollar, önce altını ve ardından da ahşabı işlemek için oraya zencileri getirdiler. Benim akrabalarım ahşap işçiliğinde çalışan göçmenlerdi, ayrıca ben ve bu romanın çevirmeni Amerika ve Avrupa’da yaşayan göçmenleriz. Türkiye halkının DNA’sını inceleyen çalışmalara rastlayınca, Türkiye’yi oluşturmak için bir araya gelen halkların büyük çeşitliliği karşısında çok şaşırdım. Çünkü benim ülkem Kolombiya da böyledir. Benim kişisel örneğimde, DNA’m Avrupa, Amerika ve Afrika arasında muhteşem bir karışımı gösteriyor. Cajambre kültürlerin bir kavşağı, bu yüzden Kolombiya’yı da çok iyi yansıtıyor. Türkiye de öyle değil mi zaten?

Roman, Pasifik Kolombiyası hakkında yazılmış az sayıda romandan biri. Bu, Türkiye’de kesinlikle tanınmayan bir dünya. Bunun sonucu olarak romanın yeterince anlaşılmayabileceğini düşünüyor musunuz?

Hayır, tam tersine, bence Türkiyeli okur uzun saatler boyunca yolculuk etmek zorunda kalmadan, farklı insan gruplarının bir arada bulunduğu, aynı zamanda çok verimli, tropikal, Türkiye’de hayal bile etmenin imkânsız olduğu bir doğanın görülebileceği muhteşem bir dünyaya açılan bir kapı bulacak. Türkiyeli okur, Kuzey Amerikalı okurun tersine, meraklı bir okur, genel olarak Avrupalı okur böyle. Ve Descartes’in dediği gibi, merak bilgiye götüren bütün değerlerin anasıdır.

Sık sık Yunanistan’a seyahat ediyorsunuz, Ege denizi hakkında şiirleriniz var. Türkiye, diğer pek çok şeyin yanı sıra, Yunanistan’la Ege denizini de paylaşıyor. Ülkemizi tanıyor musunuz?


Geçen sene İstanbul ve Ankara’yı ziyaret etme mutluluğunu yaşadım. Muhteşem bir seyahatti, çünkü sadece Türkiye’deki harika şair ve profesörlerle tanışmakla kalmadım, Kolombiya Büyükelçiliği sayesinde ebedi şair dostlarımdan biri olan Alvaro Mutis hakkında seyirci topluluğuyla sohbet etme fırsatını da yakaladım. Türk ve Yunan tarafındaki Ege’nin aynı gerçeklikte çözümlenen iki ayna olduğunu biliyorum, ama beni en çok etkileyen şey devasa bir gizem olan İstanbul’du. Batı tarihinin katmanlarını okumayı tamamlayamadığım, üst üste yazılmış bir parşömenden oluşan bir şehir. Hayran olduğum yazar Orhan Pamuk’un kitaplarını tanıyordum ve bahsettiği melankolinin nedenini hep kendime sorardım. Onun düşüncelerini derinlemesine kavrayabileceğimi sanmıyorum, ama o melankolinin şehrin birbirini takip eden farklı yüzlerinden kaynaklandığını söyleme cüretini göstereceğim. Bu yüzler ortadan kaybolmuyor, bir köşede, bir sokakta, caddenin bir kıvrımında ya da bir köprünün altında gizlenerek, geri döneceklerine dair bize söz veriyorlar. Biz de onları bekliyoruz. Türkiye’ye geri dönmeyi çok istiyorum, bu gizemi çözmek için değil, onu yaşamaya devam etmek için.

Söyleşiyi İspanyolca aslından çeviren: İdil Dündar

CAJAMBRE NEHRİ,Armando Romero, Çev.: İdil Dündar, Verita Kitap, 2015.

0 yorum:

Yorum Gönder