Kadının Beyanı Neye Esastır, Neden Esastır? (Candan DUMRUL)

 “Kadının Beyanı Esastır” bir usul ilkesi mi yoksa esasa dair bir karine mi? sorusu son günlerin önemli tartışma başlıklarından birisi. Bu yazı, söz konusu tartışmaya, erkek egemen hukuk sistemi içindeki yargılama pratiklerinden yol çıkarak ufak bir katkıda bulunma çabasından ibarettir.

Pek çok feminist için, ilke hem usul hem esas bakımından belirleyicidir. Çünkü taciz/tecavüz suçları, erkek egemen sistem içinde, sıradan adi suçlar olmayıp, bu sistemin kurucu öğeleridir. Kadın bedenini ve emeğini denetlemenin esaslı bir aracı olan bu suçları, patriyarkal sistem içinde yargılamak ve sistemin kendi mimarını cezalandırmasını beklemek bu açıdan ciddi bir paradokstur. Zira bu suçlarda, “tarafsız yargı” önünde; eşit yurttaşlar değil, “erkek adalet” nezdinde yok hükmündeki kadınlar ve muktedir erkekler yer alır.  Dolayısıyla, kadına yönelik cinsel şiddet suçlarının soruşturma ve kovuşturma süreçleri diğer suçlardan epeyce farklı işler. Patriyarkal sistemi var eden yapısal eşitsizlik, erkek yargının suça, suçluluğa ve mağduriyete yaklaşımını da daha en başından belirler.

Savcılık önüne gelen bir cinsel saldırı suçunda, neredeyse istisnasız biçimde; bu suçun “işlenmiş” olabileceğini değil “işlenmemiş” olabileceğini, yani kadının iftira attığını ya da rıza gösterdiğini varsayar ve buradan hareketle suç isnadının aksini, failin suçsuzluğunu ispata uğraşır. Savcılığın suçun olmayabileceği üzerinden yürüttüğü akıl da bütün delilleri bu eksende yorumlar. Örneğin, suçsuzluğu veri kabul eden bir savcı mağdurun “geç” şikâyetini suçun işlenmediğine dair bir bulgu olarak değerlendirir ve bunu mağdur aleyhine yorumlayıp karar verir. Oysa şu bilinen bir gerçektir ki, cinsel saldırıya maruz kalan bir kadının yaşadığı travmanın etkisinden kurtulması ve karar verip saldırgan hakkında şikâyette bulunması genelde epey zaman alır. Dolayısıyla “geç” başvuru, aslında cinsel saldırının olmadığına değil, olduğuna dair bir karine oluşturur. İşte beyanın “usul açısından esas olması” burada devreye girer, zira savcılık kadının taciz/tecavüz beyanını esas aldığı takdirde delil değerlendirmesini de buna göre yapar. "Kadının beyanı esastır ilkesi, usule dairdir” dediğimizde, ispat külfeti teknik olarak yer değiştirmez; yine suç ispatlanır, suçsuzluk değil. Ama delillerin değerlendirilmesinde bir yaklaşım farkı doğar ve bu da sonucu büyük ölçüde etkiler.

Bu kapsamda, kadının beyanını esas alan bir savcı, ruh sağlığının bozulmasına dair raporu, soruşturmanın başında itibar ettiği beyanı (suç isnadını) ispatlar bir delil olarak değerlendirir. Suçsuzluğu baştan kabul eden bir savcı ise, ruh sağlığı raporunun aksini ispata uğraşır, mağdur yargılar, sorgular, yıldırır. İşte mevcut hukuki yapıda durum tam da budur. Öyle ki, “kadının beyanı yalandır” şeklindeki bu ön kabulü benimseyen ve suçun işlenmediği kanaati taşıyan bir savcıyı aksine inandırmak olanaksızdır. Tüm deliller tecavüze işaret etse bile, kadının “rızası” ve failin “aksi ispatlanamayan savunmaları” böyle bir akıl yürütme dâhilinde her daim olasıdır ve ceza gerektirmez.

Gelelim “esas” meselesine. Beyanın esasa dair olması, “hayatın olağan akışı” kavramının, kadınlar ve erkekler arasındaki patriyarkal eşitsizlik çerçevesinde yorumlanmasıdır, failin delilsiz cezalandırılması talebi değildir. Hukukta “hayatın olağan akışı”, bireylerin norm olarak ele alınan (normal) davranışlarını ölçü sayan ve birey davranışlarını yorumlamada buna başvuran bir takdir standardıdır. Bunu cinsel saldırı suçlarına uyarlarsak; hayatın olağan akışı içinde bir kadının tacize/tecavüze uğraması her daim mümkün ve yaygındır. Bir kadının tacize ve tecavüze uğradığı yönünde iftira atması ise istisnadır, yani bu davranış hayatın olağan akışına aykırıdır. O halde, cinsel saldırı suçlarında mağdur beyanı buna göre değerlendirilmeli, failin cezadan kurtulmaya yönelik savunması karşısında ise takdir yetkisi buradan hareketle kullanılmalıdır. Taraf beyanlarının ve delillerin yargı makamlarınca takdir edilme prensibine ilişkin bu yaklaşım, suçsuzluk karinesinin ihlali değildir. Şöyle ki; genellikle kapalı kapılar ardında işlenen taciz/tecavüz suçlarında, tek tanığın, çoğunlukla mağdurun kendisi olduğunu düşünürsek, taciz/tecavüz beyanının aynı zamanda bir "delil" olduğunu da görmek gerekir. Yani, bu suçta mağdur aynı zamanda tanıksa ve tanık beyanı da bir delilse, fail bu delilin aksini ispatlayarak masumiyetini/suçsuzluğunu ortaya koyabilir. Çünkü biz biliyoruz ki iftirayı ispat, tacizi ispattan genelde çok daha kolaydır.

Mağdurun tanık beyanı mahiyetindeki anlatımlarının delil sayılması ise, bu delilin mutlak şekilde suçluluğu ispatlayacağı sonucuna götürmez. Her takdiri delilde olduğu gibi, tanıklığın bunu destekleyecek başkaca unsurlarla ele alınması gerekir. Örneğin mağdurun faile iftira atmasını gerektirir açık ve anlaşılır bir husumeti olmaması, tanık anlatımını destekleyen bir husustur. Zira taciz/tecavüzde, failden çok mağdurun yargılandığını bir toplumsal yapıda, kadınların iftira atmaları ya bir husumete ya da ruh sağlığı bozukluğuna işaret eder. İşte beyanın esasa ilişkin olması, bu toplumsal eşitsizliği gören bir yerden, mağdurun tanıklığına gerektiği şekilde itibar edilmesi anlamını taşır. Buna, suçun ispat araçlarının erkek egemen sistemde “hayatın olağan akışı” içinde değerlendirilmesi de denebilir.

Sonuç itibariyle, hukuki ilkeler, toplumsal koşullar gözetilerek kişilere hukuki güvence sağlamak için yaratılmış karinelerdir. Cinsel saldırı suçlarında kadın mağdurların patriyarkal sistemdeki eşitsizlikleri ve bedenlerine/kimliklerine yönelik saldırı karşısında hukuksal güvenceye kavuşma hakları gözetilerek, “kadının beyanı esastır” şeklinde hukuki bir karine yaratılması elzemdir. Zira suçu işleme, delileri saklama, ortadan kaldırma konusunda mutlak yetki ve imkâna sahip fail karşısında, mağdurun genellikle salt tanıklığından ibaret delili, hak ettiği kıymeti görmelidir ki; bu yolla bir başka hukuki karine olan “silahların eşitliği” sağlanabilsin.

0 yorum:

Yorum Gönder