Uyuyan Kadınlar (Janet BARIŞ)

Öteki olmanın kadın hali toplumsal normların dayattığından daha öteye geçmeye çalıştığında çarptığın duvarlara denk düşer. Sıklıkla kullanmaktan tersyüz olmuş, gitgide gerçek anlamını kaybetmeye yüz tutan ‘öteki’ kelimesi de bu yüzden artık sadece toplum içerisinde kadın ya da ‘farklı’ olmayı karşılamıyor. Öteki kelimesinin de aşan şeyler var. Kadın olmayı, azınlık olmayı, sosyalist olmayı, entelektüel olmayı, ateist olmayı kapsamaya çalıştığında ‘öteki’ kelimesinin de karşılayamadığı bir yükün gelip sırtınıza oturması tam da bu yüzden boşuna değil.

Bazen sadece kadın ya da azınlık olmakla da ilgili değil, politik olarak bir yolu seçmek, oradan ilerlemek de sizin kimliğinizin bir parçası oluyor. Yine de iki uçlu olduğu kadar her iki taraftan da olamamanın sıkıntısı var bunun içinde. Çünkü içinde bulunduğunuz cemaat ait olmanızı, kaybolmamanızı, itaat etmenizi, çoğalmanızı bekliyor. Çünkü cemaatin de kendi içerisinde dinamikleri var ve bir biçimde ilerlemesi gerekiyor. Bilinçlendikçe cemaatin köklü bir parçası olmadan da kimliğini, kökünü yanında taşıyabileceğini görüyorsun. Bu ait olamama bir varoluş sıkıntısı doğuracak kadar ağır travmalar yaşatmasa da her iki tarafa da gerçekten ait olamamanın, her iki taraf için de gerçekten istendiği, beklendiği gibi olamayacak olmanın sıkıntısını yaratıyor. Bu sıkıntı gündelik bir sıkıntıdan öte çok daha genel, çok daha genel-geçere yayılan bir sıkıntı olarak beliriyor.

Georges Perec Uyuyan Adam’ında sürekli hiçbir yere ait olamayan bir adamı betimler, ona uzaktan seslenir, sanki elini, kolunu nereye koymasını özenle öğütler. Bazen de durur acımasızca hayatında neyin olacağını, neyin olamayacağını keskin çizgilerle çizer, yüzüne vurur. Bu kitabı hayatımdaki başucu kitaplarımdan biri yapmamın, dönüp dönüp bakmamın kendimi çizgileri birçok anlamda belirlenmiş bir toplum içerisinde ‘uyuyan bir kadın’ olarak görmemden kaynaklandığını düşünürüm zaman zaman. Birilerinin dışarıdan sesini duyarak ama o seslere çok da aldırmadan yürüdüğüm adımların sesini duyarım.

Perec’in kısacık kitabında bu halet-i ruhiyeyi özetleyen onlarca paragraf vardır, bebeklikten yaşlılığa kadar ne yaparsan yap sana çizilmiş çemberlerin içerisinde çıkmaya çalışırken ne kadar zorlanacağını sürekli gösterir, bunun için kitabı açıp herhangi paragrafı seçmek bile yeterli olur. “Bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş, sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını çıkarıp başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak.”

Perec bu işe yaramazlıktan bahsederken asıl üzerinde durduğu şey toplum yararına olmak değildir. Romanın başından beri öğütler verdiği adama bir boşlukta asılı kaldığını hatırlatır. Ne cemaatinin içinde ne de kendisinden beklendiği gibi davranmasını bekleyen toplumun genel yapısı içerisinde bir yer bulamayan kadın da Perec’in ‘Uyuyan Adam’ı gibi boşlukta sallanır.

Bireyselliğin çöküşü

Georg Simmel özgürlüğü ve bireyselliği toplumsal olanın içinde aramanın zorluğuna işaret ederken en çok toplumsal engellerden bahseder, bunun bir de azınlık olanını yanına koyduğunuzda bireyselleşme hepten bir kendine gömülmeye dönüşür ve özgürlüğü ya da bireyselliği aramak bir lüks haline gelir. Yine Simmel’e gören insanın varlığı ve davranışları hep iki sınır arasında bulunur. Bu sınır önce zaman kavramında ve daha sonra, düşüncede daha akıllıca ve daha aptalca, sahip olunan şeyde ise daha kapsamlı ve daha sınırlı arasındadır. Dolayısıyla aslında davranışlarımız ve hayat içerisindeki tahayyülümüz içerisinde sürekli bir yön bulmaya çalışırız. Bunu da çoğu zaman etrafımızda birtakım sınırlar olduğunun farkına varmadan yaparız.  Etrafımızda çemberlerin olduğunu görebilmek için kendimizi dışarıdan bir bakışla görmemiz gerekir. Zira ancak sınırlarının dışında duran kişi bilir onların içinde olduğunu, onların birer sınır olduğunu anlayabilir. Kaspar Hauser der Simmel açık havaya çıkıp da duvarları dışarıdan görene dek hapishanede olduğunu bilmiyordu. Bazen insanın ne tür bir hapishane, ne tür bir sınırlılık içerisinde olduğunu anlaması için dışarıdan bakması gerekir. Azınlık olmanın ya da artık öteki kelimesinin de karşılayamayacağı bir biçimde dışarıda tutulmanın, dışarıda bırakılmanın yegâne iyi yanı sınırlarını görebilmektir fakat bunun farkında olmak da yaşarken ‘gördüklerini’ değiştirmez.

Hiçbir tarafa ait olmak istememenin kızgınlığını taşımamak da bir süreç, kızgın değilsen kendi seçtiğin yoldan gitmenin özgüvenini taşıyorsan, açtığın yoldan gitmeye çalışıyorsan öfke de taşımıyorsun. Yine de bu da bir çeşit kendini kandırmadan öteye geçmiyor. Çünkü biliyorsun ki aslında çok da farkına varılmış değilsin. Azlığın azında kaldığın için de seni görebilenler parmakla saydığın kadar, elli kilometre öteye geçsen kaybolacaksın. Kimse adını anlamayacak, içtiğin kahvede adın hep yanlış yazacak, kahveni alıp köşeyi dönsen de kurtulamayacaksın. Marazların devletle, şimdininkiler ayrı, geçmiş ayrı hangi dönemi açsan acıya rastlıyorsun, sana iyi olan, sana güzel olan hiçbir şey yok, olmamış. Hal böyle olunca yaşadığın toplum içerisinde nasıl bir bireysellik taşıyacağın da senin sınırlarını belirleyen yegâne unsur oluyor.

UYUYAN ADAM, Georges Perec, Çev. Sosi Dolanoğlu,  Metis Yayınları, 2007.
BİREYSELLİK VE KÜLTÜR, Georg Simmel, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2009.


0 yorum:

Yorum Gönder