"Rejim Dönüşümünü Sınıfsal Zemin Üzerine Yerleştirerek Analiz Etmeliyiz" (Deniz Yıldırım'la Röportaj: Soner TORLAK)

Ordu Üniversitesi Ünye İİBF Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım, 2010 yılında Ankara Üniversitesi SBF’de Siyaset Bilimi alanında “Bir Hegemonya Projesi Olarak AKP’nin Doğuşu” başlıklı doktora tezini tamamladı. AKP Kitabı’nda yer alan “AKP ve Neoliberal Popülizm” makalesinin de yazarı olan Deniz Yıldırım’ın Evren Haspolat ile birlikte derlediği “Değişen İzmir’i Anlamak” adlı da bir kitabı bulunuyor. 

AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana, kimileri tarafından olumlu, kimileri tarafından da olumsuz anlamlar yüklenerek sürdürülen bir “rejim” tartışması var, siyasal rejim ya da rejimin dönüşümü tartışması neden bu kadar önemli?

Sınıflar mücadelesi ya da sınıf ilişkileri siyasal alandaki dönüşümlerden bağımsız olarak okunamaz. Bir kere politik rejimi, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkinin siyasal mahiyeti üzerinden okumalıyız, dolayısıyla bu ilişkilerin yönetilme biçimlerine hangi unsurların (baskı, rıza); bu unsurlar içinde hangi devlet aygıtlarının (polis + özel yetkili yargı) baskın geldiğine bakmak ve bunu sınıf ilişkilerinde köklendirmek gerekiyor. Bu dönüşümlere göz kapamak, “siyasal” kavramına son derece sınıf dışı bir anlam atfetmekle eşanlamlıdır ki bugün siyasal rejim dönüşümünü önemsizleştirerek ekonomizme kayan analizlerin liberalizmle buluştuğu yer de burası.

Türkiye’de 80 sonrasında otoriterleşme teorilerinin denetimini elinde tutan liberal-muhafazakar hegemonyanın tüm iddialarıyla birlikte çözülmekte olduğunu görüyoruz. Liberal otoriterleşme teorileri, sınıflardan azade bir ceberrut devlet aygıtı karşısında (merkez), baskı gören tüm unsurlara (çevre) demokratlık atfeden tarih dışı, ancak işlevi bakımından oldukça sınıfsal bir anlayışa yaslanıyordu. Türkiye’de geride kalan süreçte liberal otoriterleşme teorilerinin ikna zemini kalmadı; bize önerilen demokrasi formülünden bir parti-devlet formu çıkmasını hala “otoriter demokrasi” kavramlarıyla geçiştirmeye çalışan TÜSİAD’ın Görüş dergisi yazarı “muhalifler”in teorileriyle bu dönem göğüslenemez; buraya yaslanmak otoriterleşmenin sınıfsallığına yeniden göz kapamak olur. O yüzden bu minderde güreşmekten kaçmamak gerekiyor.

Peki, Başkanlık sistemi tartışmaları bu rejim dönüşümünün neresine oturuyor?

Türkiye’de şöyle bir tuhaf bakış oluştu. Her şey yasalarla kurulur; yasalar geçtiğinde de her şey biter. Bugün siyasal iktidar tarzının dönüşümüne dikkatle bakarsak, iktidar bloğunun böyle bir yasallıkla zerre kadar kendisini bağlı hissetmediğini görebiliriz. Dolayısıyla, burada klasik anlamda Başkanlık sistemi değil; gücü tekelleştiren ve sermaye adına her türlü denetim ve katılım ilişkisinden toplumu daha da dışlayan; bunu yaparken de ideolojik hegemonyasını gündelik hayatın, “kültürel” alanın, ailenin, kadının ve eğitimin dinselleştirilmesiyle ilerleten bir neoliberal Sultanlık rejimi hâlihazırda işliyor zaten. Bunun anayasaya geçirilmesi arayışlarıysa, bu işleyişi kurumsallaştırmak, rejim olarak tescil ettirmek ve hem “çift başlılık” tartışmasında da görüldüğü üzere iktidarın iç bölünmelerini yukarıdan denetlemek hem de toplumsal-siyasal muhalefetin her türlü ayağa kalkışı karşısında “önleyici” tedbirler almak üzerinden anlamlandırılıyor. O yüzden 2008 sonrasında her türlü siyasal muhalefetin “terör”le özdeşleştirilmesi yoluyla siyasal alanda tekelini zor aygıtlarına dayanarak ve devlet aygıtları içinde karşıt unsurları temizleyerek ilerleyen bu rejim inşası süreci, 12 Eylül 2010 Anayasa referandumuyla birlikte net bir biçimde önleyici Bonapartist bir karakter kazanmıştı zaten.

Dolayısıyla “Sultanlık zaten inşa edildi; mesele onu kalıcılaştırmakta ve kişilerin ömrüyle sınırlı kalmanın ötesine geçirerek rejimleştirmekte” mi diyorsunuz?

Kesinlikle. Kurumsalcı bakışların ötesine geçerek bunu saptayabiliriz. Birincisi, neoliberal Sultanlık inşası, bir yanda cumhuriyetin 2001 krizi sonrası içine düştüğü krizin üstüne gelen bir iktidarı tarif ediyor. İkincisi, bu iktidarın 2007 sonrası ve “ iç ve dış şartlar ilk kez bizden yana” tespitiyle eline aldığı operasyonel kuvveti dikkate alarak, polis+özel yetkili yargının siyasal süreçlerde merkezileşen rolüyle bütünleyerek analizi sürdürmeliyiz. Aksi takdirde, Marx’ın Victor Hugo’yu eleştirirken kullandığı o veciz sözde olduğu üzere “olaylar, duru gökte çakan şimşek gibi görülebilir”. Ki duru gökte şimşek çakmaz. Üçüncüsü, 2008 sonrası uluslar arası kriz dinamikleriyle bağ kurmayan her otoriterleşme teorisi, liberal dile hapsolur. Oysa 2008 sonrasında rejimin genel işleyişi, kuvvetler arasında yürütmenin artan hakimiyeti, yargı üzerinde yoğunlaşan denetim ile sermayenin ekonomi dışı zora daha fazla yaslanan ilkel birikimci stratejisinden bağımsız okunamaz.

Kentsel ve doğal rantın paylaşılması, enerji ihalelerine iptalin ve yargısal denetimin önünün kapatılması, yeni bakanlıkların KHK ile kurulması, yasama yöntemi olarak “özel yasama” yani “torba yasa” yönteminin belirlenmesi, 2010 referandumu sonrasında Meclis’in, yargıdan çıkan “özelleştirme iptal kararlarını uygulamama” kararı alabilmesi; Danıştay Başkanı’nın özelleştirmeler, yani sermayeye transferler hakkında konuşurken “artık iptal miptal yok” demesi; Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın enerji ihalelerinin iptal edilmemesi konusunda “yasama, yürütme, yargı yekvücud olduk” açıklamaları; kentsel dönüşüm ve Afet Yasası bağlamında yürütülen mülksüzleştirme sürecine yargısal denetim yollarının kapatılması; ancak olağanüstü hal dönemlerinde başvurulan “acele kamulaştırma” kararlarının istisnadan kurala dönüşmesi. İlkel birikim ve zor dinamikleriyle siyasal anlamda gücün merkezileşmesi olarak Sultanlaşma olgusunu bu yasa çok net açığa vuruyor. Buradan çıksa çıksa Ortaçağ’ın haraççı ideolojileri çıkar.

Bu durumda Başbakan’ın “kuvvetler ayrılığı olayı önümüzde engel” açıklaması nereye oturuyor?

Bu açıklamanın şehir hastaneleri üzerinden kentsel rantın dağıtımı ve hizmetlerin özelleştirilmesi çerçevesinde yapıldığını hatırlatmak isterim. Veya Anayasa Mahkemesi’nin geçen hafta yürütmenin harcamalarını denetim dışına çıkaran Sayıştay Kanunu’nu oybirliğiyle iptal etmesini hatırlatırım. İhaleler yoluyla serpilen sermaye kesimlerine aktarımların denetlenmesini istemeyen bir yürütme aygıtı bu. O yüzden sadece 2000’lerin başındaki yürütmenin yönetişimci mantığıyla açıklanamaz yaşadığımız süreç.

Yani rejim dönüşümü, liberal fren-denge mekanizması olarak zaten sakat işleyen kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması, dönemin sermaye birikim dinamikleriyle ilişkili.

Kesinlikle. Rahmi Koç’un köprü ve otoyolların özelleştirilmesi ihalesinden iki gün önce “başkanlık sistemi Türkiye’ye yakışır” açıklaması yapması, hemen ardından Türkiye tarihinin en kısa süren ihalesiyle ve tüm büyük sermaye bileşenlerinin tebrikleriyle Koç, Ülker ve Malezya devlet fonları destekli özelleştirmenin gerçekleşmesi, sadece özelleştirme dinamikleriyle değil, kriz, otoriterleşme ve muhafazakar denetim ideolojisi çerçevesinde bir yeni siyasal mutabakata denk geliyor. Bu mutabakat, “köprü”leri onarıyor. Sermaye içi mutabakat iktidar bloğunun tepesini birleştirince, kuvvetlerin ayrı kalacağını düşünmek; kuvvetler ayrılığı teorisinin tarihselliğini gözden kaçırmak demektir.

Peki, yasama süreci nasıl işliyor?

Halihazırda Meclis’te istisnai bir rejimin kurulduğunun en açık kanıtı, literatürde “özel yasama” tekniği olarak bilinen “temel kanun”, yani “torba yasa” yönteminin son dönemde genel yasa yapma tekniğine dönüşmüş olması. Temel kanunda komisyonlar devre dışı, Genel Kurul’da muhalefetin söz hakkı neredeyse yok; üstüne üstlük oylamalar 30 maddede bir paket olarak yapılıyor. Sermayenin doğrudan torba yasa, “özel yasama” yöntemiyle iktidarı özelleştirdiği görülüyor burada. Bir gece yarısı operasyonuyla 30-40 maddelik paketlerin sabaha karşı yapılan eklemelerle 100 maddeyi geçtiğini böyle öğreniyoruz. Bu sayede gece yarısı THY emekçilerine grev yasağı getiriliyor. Çünkü ağırlıklı olarak toplumsal meşruluğu sınırlı düzenlemelerin “hukuk darbesi” yoluyla, farklı sınıf kesimlerine 30 maddenin içinde farklı kısmi tavizler verilerek kabul ettirilmesi söz konusu bu yöntemde. Yani hegemonik bir despotizm.

2007 sonrası dönüşümler anlaşılmadan, bu Bonapartizan karakter de anlaşılamaz. Meclis zaten yetkilerini yürütmeye devretmiş durumda, Anayasa taslağının geçmesini beklemeye gerek yok bunu görmek için. Marx’ın Bonapart analizinde ifade ettiği üzere “her gün gerçekleşen hukuk darbeleri”, hükümet darbeleri Meclis’te sahneleniyor. Yasama özel yasama, yargı özel yetkili. Özelleşmiş bir iktidar aygıtı bu. Çıplak sınıf karakteri belirgin ve parti gündeminin talep ettiği siyasal-ideolojik dönüşümlerle iç içe geçmiş aygıtlar var. Devlet partileşiyor, parti devletleşiyor ve bu durumun sınıfsal ve siyasal muarızları karşısında daha fazla kuvvete, baskıya dayanmak, gücü daha da merkezileştirmek dışında seçenekleri yok. Emeğin ve toplumsal-siyasal her tür muhalefetin baskılanması ve kriminalleştirilmesi tam da bundan. Çünkü burayı ideolojik aygıtlarla göğüsleyemeyecek durumda, hegemonya kırılgan ve sınırlı. Kaldı ki anayasal düzlemde garanti altına alınıp kurumsallaştırılmak istenen sistem, bir Bakanlık tarafından yürütme modeli olarak uygulanıyor. Bu otoriterleşmenin sınıfsal zeminini iyi görmek ve modeli daha iyi anlamak için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı incelemek bile, yeni rejimin sınıfsal-siyasal eklemlenmesini analiz etmek ve neoliberal Sultanlık Rejimi için bir Anayasa değişikliği beklememek gerektiğini gösteriyor.

Sultanlık burada metafor olarak mı önerdiğiniz bir kavram peki?

Tam olarak metafor olduğunu söyleyemem. Çünkü bu saptamanın tarihsel bir zemini ve işlevselliği var. Sultanlık inşası tarihsel bir nitelik taşıyor; buna karşın kavram olarak her dönemi genelleştirme riski de taşıyor. Yani imparatorluklar çağında sultanlara “neden cumhuriyete geçmediniz?” sorusunu sormak tarih dışı bir sorudur. Dolayısıyla sultanlık inşası derken onu da tarihselleştirmemiz gerekiyor. Kastım, burjuvazinin siyasal devrimlerle egemenliğin kaynağını dönüştürdüğü koşullarda siyasal tekeliyet kuran ve yine bunu yeni meşrulaştırma pratikleri üzerinden ilerleten Hamidyen rejimdir. Burada da Hamidyen karakterde bir sultanlık inşasından söz ettiğimi belirtmeliyim.

Tarihsel olarak cumhuriyetçi rejimlerin her çürümesi ve krizi karşısında sistem içi restorasyon çözümlerinin her biri, daima imparatorluk tesis eden, gücü bu yönde merkezileştiren ve bunu yaparken de meşruluk kanallarını giderek dinselleştiren bir karakter taşır. Roma Cumhuriyeti’nin oligarşik karakterini ve iç savaşla yönetme krizine giren tarihselliğini düşünelim. Evet, iç savaşı belki Jül Sezar bitirmiş olabilir; ama esas olarak bu krize gerçek siyasal yanıtı getiren kişi hemen ardından gelen Augustus oldu ve Augustus’un ilk yaptığı şey sözde cumhuriyetin çürümüş kurumlarını tasfiye etmeden kendisini “principate” ya da eşitler arasında birinci ilan ederek İmparatorluğa geçiş olmuştur. Aynı şey Bonapart için de rahatlıkla söylenebilir. Kendisini imparator ilan etmesi üzerinden. O yüzden, egemen sınıfların hegemonya krizinin cumhuriyet krizine dönüştürüldüğü bir ortamda, bu hegemonya krizini iktidar bloğu adına çözen her güç, ekonomik iktidar karşılığında böyle bir siyasal iktidar tekelleşmesine ve Sezarlık, imparatorluk ya da Sultanlık inşasına yönelmekte. Burada Sultanlık çözümü, cumhuriyetin eski sınıfsal karakteriyle çözülme evresine girdiği dönemin ürünü. Tarihsel niteliği gereği, 1980 sonrası Cumhuriyet rejiminin içine sokulduğu oligarşik karakter ve hegemonik çözülme dikkate alınmadan, bu çözülmeyi politikleştirerek imparatorluk referanslarına daha çok başvuran bir yeni rejim saptamasını yerli yerine de oturtamayız.

Ya işin “siyasal ilahiyat” boyutu?

AKP’yi ve yeni rejim inşasını tarihselliği ve sınıfsallığı etrafında anlamak isteyen her analiz, en sonunda tüm Sezarist-Bonapartist çözümlerin cumhuriyetin krizine cumhuriyeti yıkarak yanıt verdiklerini dikkate almak zorunda. Buradan devam edelim. Birincisi, sömürü ilişkilerini de içerecek şekilde iktidarın kaynağının dinselleştirilmesi olgusuyla karşı karşıyayız. Burada da bir tarihsel devamlılık var kuşkusuz. Augustus’un Roma’da gücü tekelleştiren yeni rejim inşasına eşlik eden şey, artan oranda dinselleştirmeydi. Döneme damgasını vuran özellik, rejimin Augustus’un nezdinde kutsanmasını simgeleyen tapınakların inşa edilmesiydi. Bunu not edelim. İkincisi, Bonapart’ın 1851 hükümet darbesi sonrasında ilk gündeme getirdiği yasalardan birisi, eğitimin dinselleştirilmesine dönük düzenlemelerdi. Bunu rejimin kendisini ilahileştirmesine dönük diğer ritüellerle beslemesi izledi. Abdülhamit dönemi de bunun örnekleriyle doludur. Ya da İslam tarihine bakalım. Emeviler döneminde Muaviye’nin gücü merkezileştirmesi/baskıcı rejim inşası sürecinde ortaya çıkan İslam itikadı Cebriyye, ki cebir kökündendir ve yine benzer bir krizin ve yarılmanın üstüne gelen karakterdedir; iyiliklerin kaynağını dünyevi iktidarla özdeşleştirirken; her türlü kötülüğün, sömürünün ve baskının kaynağını ise ilahileştiren bir kader anlayışını yerleştirerek bu tür bir siyasal ilahiyat formülüne boşuna yaslanmamıştı.

Yeraltındaki işçilerin ölümünü “güzel öldüler” diyerek karşılayan; çadırda yanarak, gölette boğularak, madende göçük altında kalarak ölen işçilerin durumunu piyasalaştırmanın, güvencesizleştirmenin, taşeronlaşmış sömürü ilişkilerinin dünyevi karakterini silikleştirecek şekilde ilahi bir gerekçe üzerinden “kader”le açıklayan, işte tam da bu “maddi zor”la “manevi zor”u bütünleştiren yeni Cebriyye rejimidir. Bu noktada dinselleştirmenin ya da isyanları bastırıp denetleme projesinin ilahi karakterini açığa çıkartmak, aynı zamanda sınıf ilişkilerinin üzerindeki örtüyü kaldırmak anlamına geliyor. Tam da bu nedenle piyasalaştırma, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma ve ekonomi dışı zora dayalı tüm ilkel birikim dinamiklerinin elinde iki tür “zor” kaldı diyebiliriz.

Birincisi yasal ve maddi zor; emeğin her türlü sendikasızlaştırma, güvencesizleştirme yoluyla denetlenmesi ve muhalefetin “terör” üzerinden kriminalleştirilmesi; ikincisi manevi zor; ezilenlerin içinde bulundukları sınıf ilişkilerini ve konumlarını ilahi bir “mecburiyet” olarak kabullenmeye zorlanmaları. Dolayısıyla gücü tekelleştiren, cumhuriyetin oligarşik karakter kazanıp krize giriş dinamiklerini 2008 krizi sonrası sermayenin ilkel birikimci beklentileriyle birleştiren bir Sultanlık rejimi pratiğinin en sonunda kendisini ilahileştirmesi, kutsallaştırmasıdır söz konusu olan. Augustus’un Roma topraklarını kendi iktidarını ilahileştirecek ve sorgusuz-sualsiz bir zemine yerleştirecek düşüncesiyle kendi adına tapınaklarla donatmasıyla; Erdoğan’ın kendi adına, sultanlar camii anlamına gelen “selatin camii” yaptırma girişimleri arasında kategorik olarak bir fark yok. Sistem içi fren-denge mekanizmalarını tasfiye ederek gücü tekelleştiren her iktidar açısından dinselleştirme; emeğin denetlenmesine olduğu kadar rejimin de kutsanmasına, ilahileştirilmesine hizmet eder. Çünkü denetim mekanizmalarını tasfiye ederek tekelleşen her rejim, hatasızlığını ima ederek zaten kendisine bir ilahilik atfetmiştir. AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un geçen hafta sarfettiği “AK Parti, Allah’ın yardımıyla iktidarda” sözü tam da bu siyasal ilahiyatın ulaştığı yeni boyutu göstermesi açısından epey semboliktir.

0 yorum:

Yorum Gönder