AKP İktidarını Adlandırmak (Mutlu ARSLAN)

Hiç kimsenin beklemediği bir seçim başarısıyla iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), fazlasıyla merak ve endişeyle karşılanan bu durumu yatıştırabilmek adına, il örgütlerinden genel merkezine kadar her düzeyde, kendisini anlatma çabasına girmek zorunda kaldı. Daha iktidarının ilk yılında Acil Eylem Planı, Irak Savaşı, Tezkere Krizi, Avrupa Birliği gibi gündemler arasında sistematik biçimde sürdürülen bu kendini anlatma çabası, 2004 yılının başında bizzat Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan “Muhafazakâr Demokrasi” tanımlamasıyla somut bir karakter kazanmış oldu.

AKP’nin kendisini anlatma ve adlandırma konusunda bu heves ve azmi, AKP’yi anlama ve adlandırma konusundaki akademik ve siyasal ilgiyi de fazlasıyla besledi. Bu ilgi, 10 yıllık süre zarfında yaşanan yoğun siyasal gündemle harlandıkça, kitapevlerinin raflarında AKP hakkındaki kitapların sayısı da her geçen gün arttı. Ne var ki AKP üzerine yazılan kitapların sayısının çokluğu, ortaya çıkan eserlerin niteliklerine yansımış görünmüyor. Henüz devam eden bir iktidar süreci üzerine dört başı mamur bir değerlendirme yapmanın güçlüğü hafifletici bir neden olsa da, ülkemizdeki yayınevlerinin özellikle güncel siyasal konulardaki özensiz tavrının bu niteliksizliğin ortaya çıkışındaki katkısını azımsamamak gerekiyor. Özellikle karşılıklı olarak belli “misyonlarla” piyasaya sürülen kitaplar bu alanda ciddi bir bilgi kirliliği yaratmış durumda.

Misyon kitaplarını bir kenara bırakacak olursak eğer doğrudan AKP üzerine yazılmış kitapları iki kısma ayırmak mümkün görünüyor: ilk kısımda AKP iktidarının niteliği ve farklı alanlardaki iktidar pratiği üzerine akademisyenler tarafından kaleme alınan makalelerin derlendiği kitaplar yer alıyor. AKP iktidarının erken dönemlerinden itibaren yurt dışında (Amerika’da) yayınlanmaya başlayan bu kitaplar yavaş yavaş ülkemizde de yaygınlaşıyor. İkinci ve daha yaygın kısım ise köşe yazarlarının 10 yıllık AKP iktidarı boyunca fazlasıyla biriken yazılarının tematik olarak bir araya getirilmesinden oluşan kitaplardan oluşuyor. Bu kitaplar arasında seçim yapmak oldukça güç olsa da, bu yazıda, solun genişçe bir kısmına egemen olan AKP karşıtı eleştirilerin üzerinde yoğunlaştığı temel meseleleri en özlü biçimde ortaya serdiğini düşündüğüm iki kitabı, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Nilgün Cerrahoğlu ile Yurt Gazetesi yazarı Fatih Yaşlı’nın kitaplarını değerlendirmeye çalışacağım.

BİLDİĞİMİZ TÜRKİYE’NİN SONU

90’lı yıllarda daha çok röportajlarıyla tanınan ve 2001 yılından itibaren Cumhuriyet Gazetesi’nde Sağnak adlı köşesinde gündem üzerine yazan Nilgün Cerrahoğlu’nun bu yazılarından derlenen “Demokrasi Tramvayı: AKP Türkiyesinin On Yılı” kitabı, Kasım ayı içerisinde Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı. Kitaba adını veren tanımlama, Cerrahoğlu’nun 1996 yılında Milliyet Gazetesi’nde çalışırken dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı röportaja referans veriyor. Röportaj sırasında Erdoğan tarafından dile getirilen “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır” cümlesinin, bir yıl sonra Ertuğrul Özkök tarafından ‘‘Demokrasi bizim için tramvaydır. Gideceğimiz yere kadar gider, sonra ineriz.’’ biçimine dönüştürülmesiyle yeniden dolaşıma sokulan bu kavram, kısa sürede jenerik bir tanım olarak Erdoğan’ın demokrasi anlayışını yansıtmak için kullanılır hale geldi. Kulaktan kulağa oyunundaki gibi röportaj yapan kişiye bambaşka biçimiyle ulaşan cümlenin, yanlış fakat popüler kullanımıyla kitaba isim olması, AKP algısının medyada yeniden üretilişi konusunda oldukça öğretici.

Cerrahoğlu’nun AKP eleştirisinin temelinde yatan neden, en yalın ifadesiyle, “Bildiğimiz Cumhuriyet Türkiyesine” sahip çıkma kaygısı olarak özetlenebilir. Bu kaygının Türkiye’deki AKP hoşnutsuzluğunun en geniş ve kapsayıcı zeminini oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Cerrahoğlu’nun kitabında yer edindiği biçimiyle, Bildiğimiz Cumhuriyet Türkiyesini tehdit eden unsurları iki temel başlık altında sadeleştirmek mümkün: ilki, giyim-kuşamdan yeme-içme alışkanlıklarına, kadın erkek eşitliğinden özgürlükler meselesine kadar geniş bir yelpazeyi içeren ve AKP tartışmalarında “yaşam tarzına müdahale” olarak ifadesini bulan başlık. İkincisi başlık ise Türkiye’nin “demokratik, lâik, sosyal bir hukuk Devleti” olma niteliklerinin ortadan kaldırılasına yönelik kurumsal dönüşümler.

On yıllık AKP İktidarı, hem pratik hem de söylem düzeyinde, bu konularda zengin bir tartışmayı kışkırtan çok sayıda örnekle dolu. İlk elden sayılabilecek içki yasakları, heykel yıktırma, kadınlara yönelik ayrımcılık, kürtaj, üç çocuk, basın özgürlüğü, güçler ayrılığı gibi konulardaki AKP’nin kabarık sicili, Nilgün Cerrahoğlu’nun eleştirilerine güçlü bir dayanak yaratıyor. Cerrahoğlu, AKP iktidarıyla başlayan ve halkın gündelik yaşamıyla devletin kurumsal yapısında ortaya çıkan bu dönüşümü “mutasyon” olarak tanımlıyor. Bildiğimiz Cumhuriyet Türkiyesi’nin göz göre göre bir “İslam Demokrasisine”, bir “Çöl Demokrasisine” dönüşmesinin Nilgün Cerrahoğlu’nda yarattığı hayal kırıklığı ve asabiyeyi anlamanın, ülkemizde hiç de azımsanmayacak geniş bir toplumsal kesimin ruh haliyle empati kurmayı kolaylaştırabileceği söylenebilir. “Kazanılmış olduğu düşünülen tüm değer ve kalelerin birer birer yok oluşu, bu yok oluşun ardında bıraktığı telafi edilemez boşluk ve parçalanma, yabancılaşma” duyguları, hiç de göz ardı edilmemesi gereken siyasal motivasyonlardır.

İşi nedeniyle ömrünün büyük bir kısmını yabancı ülkelerde geçiren Nilgün Cerrahoğlu, yazılarında “yabancı” imgesinden sıkça faydalanıyor. Cerrahoğlu, yabancılarla girdiği diyalogların aktarımı ve yabancıların Türkiye hakkındaki yorumlarına referans yoluyla kendi düşüncelerini güçlendirmeye çalışıyor. Cerrahoğlu’nun yazılarında üç ayrı yabancı kategorisinden bahsetmek mümkün: ilki ve en az yer verdiği yabancı kategorisi her şeyi kontrol edip yönlendiren ülke olarak ABD; ikinci kategorideki ülkeler AKP’nin bizi sürüklemeye çalıştığı bataklıkta yer alan İran, Suudi Arabistan, Ürdün gibi Müslüman devletler; üçüncü ve en sık kullanılan ülke kategorisi ise Fransa, İspanya, İtalya gibi ortak medeni ve demokratik değerleri paylaşan Avrupa devletleri. Bu kategorizasyonu ilginç kılan şey, 1990’lı yıllardan bu yana muhafazakâr kesimde de benzer bir sınıflandırmanın yapılıyor olması: Her şeyi kontrol eden Siyonist İsrail ve onun güdümündeki ABD, tüm değerleri çökmüş ve bataklığın içinde bulunan Avrupa ve liderini bekleyen masum ve mağrur İslam Coğrafyası. Birbirine adeta düşman iki dünya görüşünün bu kadar benzer düşünce kalıplarını kullanıyor olması başlı başına ilginç.

Nilgün Cerrahoğlu’nun AKP eleştirilerini okuyan herkes, haklılık payı verebileceği bir şeyler bulacaktır. Ne var ki bu durum, insanın kendisini ona yakın hissetmesine yeterli olmuyor. Çünkü Cerrahoğlu’nun bildiği ve kollamaya çalıştığı Cumhuriyet Türkiyesi ile bizim tanık olduğumuz Cumhuriyet Türkiyesi aynı değil. Bu ülkede ne kadın erkek eşitsizliğinin, ne devlet baskısının, ne hak kayıplarının, ne de özgürlük kısıtlamalarının tarihi AKP ile başladı. Cerrahoğlu’nun bildiği Cumhuriyet Türkiyesi Kürtlerin yok sayıldığı, Alevilerin görmezden gelindiği, sosyalistlerin ezildiği, işçilerin haklarının çalındığı, kadınların ikinci sınıf görüldüğü bir Türkiye’ydi. Ve en az AKP’nin Türkiyesi kadar bize yabancıydı.

YENİ REJİM

Geçtiğimiz yıllarda Emrah GÖKER’in kaleminden yine bu sayfalarda yer verdiğimiz Cihan TUĞAL’ın “Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” kitabında temellendirmeye çalıştığı ve ülkemizde oldukça tartışma yaratan “Pasif Devrim” kavramsallaştırmasını bir kenara ayıracak olursak eğer, AKP Düzenini adlandırma konusundaki en ısrarcı çabalardan birisi Fatih Yaşlı’nın “Yeni Rejim” tanımlaması olduğunu söylemek mümkün.

Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Yurt Gazetesi yazarı Fatih Yaşlı, 2009 yılından itibaren sendika.org ve soL.org isimli internet sitelerinde yer alan yazılarını “AKP ve Yeni Rejim” adıyla kitaplaştırdı. Mart ayı içerisinde Tan Kitabevi Yayınları tarafından basılan bu kitap, yazarın daha önce Çağdaş Sümer’le birlikte derlediği “Hegemonyadan Diktatoryaya: AKP ve Liberal-Muhafazakâr İttifak” adlı kitapla birlikte bu alanda yazılmış en sistematik kitaplardan birisi olarak göze çarpıyor.

Fatih Yaşlı, Nilgün Cerrahoğlu’na benzer biçimde, AKP iktidarıyla kurumsallaşan yeni bir rejimden bahsediyor olsa da, Cerrahoğlu’ndan farklı olarak, bu yeni rejimi, birdenbire karşımıza çıkan bir anomali olarak değil, tarihsel ve siyasal sürekliliği içerisinde ele alıyor.

Yeni bir rejimden bahsediliyorsa, eskiyeninden de bahsetmek gerekir. Yaşlı, Türkiye’nin Modernleşme sürecini ikiye ayırıyor. Eski Rejim ya da Birinci Cumhuriyet adı verilen ve 1923 ile başlayıp, 12 Eylül’de temelleri iyice oyulup nihayetinde AKP iktidarıyla ortadan kaldırılan rejim. Yaşlı’nın 1923 Paradigması olarak adlandırdığı ve her ne kadar liberal yanları olsa da, kalkınmacılık, kamuculuk, aydınlanmacılık, bağımsızlıkçılık gibi unsurlar da barındıran bu eski rejim, Soğuk savaş sonrasında ABD ile kurulan işbirliği düzeni içerisinde deforme olmuştur. Yaşlı, 1923 paradigmasının “ilerici” değerlerini deforme eden bu süreci “birinci cumhuriyetin uzun intiharı” olarak adlandırıyor.

Temelleri 12 Eylül Darbesiyle atılan ve AKP İktidarı döneminde kurumsal bir nitelik kazanan İkinci Cumhuriyet ya da Yeni Rejim ise sanılanın aksine “birincinin anti-tezi olarak değil, onun en çürümüş, en yozlaşmış unsurları üzerinde yükseliyor.” Özal Hükümetleri döneminde yükselen “neo-liberal hegemonya”, 90’lardaki rejim krizinin ardından, AKP elinde yepyeni “liberal-muhafazakar hegemonyaya” dönüşmüş ve Yeni Rejim tüm güçleriyle ülkede egemen olmuştur.

Fatih Yaşlı, yeni rejimin güçlerinin eski rejimin unsurlarını ortadan kaldırma sürecini “iç savaş” olarak adlandırıyor. İç savaşın bir yanında “AKP/cemaat ile askerin kurmay kademesinden oluşan ve Amerikancılık/Atlantikçilik üst kimliğinde mutabakata varan, sermaye tarafından da desteklenen devlet güçleri”, diğer yanında ise “90’ların sonunda şekillenen neo-kemalist paradigmayı sahiplenen, Avrasyacılık ideali etrafından birleşmiş, devlet aygıtı içerisindeki mevzilerini kaybetmiş asker-sivil bürokratlar ile yargının bir bölümünden oluşan blok” vardır. AKP iktidarı boyunca gündemden düşmeyen Ergenekon ve Balyoz davaları bu iç savaşın en kanlı cepheleridir.

Yaşlı, yeni rejimin eski rejimi tasfiyesiyle sonuçlanan bu iç savaşta açık biçimde Avrasyacı Güçleri desteklemek gerektiğini dile getirmese de, sosyalistlerin “Birinci Cumhuriyetin kamuculuk, aydınlanmacılık, bağımsızlıkçılık gibi değerleriyle” ilişkilenme şansının olduğunu söyleyerek, bu alanı, solun kendini yeniden üretebileceği bir siyasal zemin olarak sunmaktan çekinmez. Ona göre sol, Yeni Rejim tarafından tamamen ortadan kaldırılmadan, “Cumhuriyetçiliği kendi söylemine dahil etmeli” ve “onun değerlerini ileri taşımalıdır”. Solun işçi sınıfıyla da, Kürtlerle de, Alevilerle de sağlıklı bir zeminde ilişki kurabilmesinin ön koşullarından birisi, cumhuriyet değerlerine bağlı yeni bir hegemonik projenin hayata geçirilmesidir.

Görüldüğü gibi, Fatih Yaşlı, yaşadığımız sürecin tarihsel kökenlerini ortaya koyabilmek bakımından AKP tartışmalarına önemli bir katkı sunuyor olsa da, bütün yaşanılanları kusursuz bir “taht oyunları” içerisinde konumlandırarak kendi çıkış iddialarının tam tersi bir noktaya savruluyor. Herhangi bir şaşkınlığa mahal vermeyen bu “ermiş” tutum, ilk bakışta büyük bir meziyet gibi görünse de, her ermişlik gibi biraz kerameti kendinden menkuldür.

Sürekli kendine referans veren ve kendini haklı çıkarmaya programlı bu dil, ne yazık ki zaman içerisinde kendi kalın duvarlarını oluşturarak güncel siyasal mücadeleleri talileştiren bir “yüksek siyaset” haline dönüşüyor. Nasıl ki yerden yükseldikçe, yeryüzünün kendine has şekilleri görünmez hale gelip sıradağlarla bölünmüş geniş düzlüklerden ibaret bir manzara ortaya çıkıyorsa, siyaset de “yüksek siyaset”e dönüştükçe, derin ağların bileşkesiyle oluşmuş büyük güçlerin mücadelesinden ibaret bir biçim kazanıyor. Hal böyle olunca da, Kürtlerin ulusal demokratik talepleri de, Alevilerin eşit yurttaşlık talepleri de ve hiçbiri bir diğerine indirgenemeyecek pek çok özgül demokratik talep de ancak daha geniş bir hegemonya projesinin parçası olduğu sürece görünür ve talep edilebilir hale geliyor. Belki biraz aşırı yorum olabilir ama bu bakış açısı, Yaşlı’nın çok değer verdiği sınıf mücadelesini bile belli bir hegemonya projesinin parçası olmadığı sürece önemsizleştirecek bir siyasal kavrayış üretmektedir.

Böyle bir bakış açısıyla siyasete müdahale edebilmenin tek olanağı, daha geniş toplumsal tabana sahip “güçlerle” yakın ilişkiler kurmak ve o güçleri kendi mücadelenin bir parçası kılabilmek haline geliyor. Fatih Yaşlı’nın ve kitabı boyunca referans vermekten adeta keyif duyduğu Yalçın Küçük çizgisinin temel problemi de burada belirginleşiyor. Neyse ki Türkiye Solu’nun önemli bir damarı bu çizgiyle bağını 1970’li yılların başında koparmayı başarmıştır. Kitlesel bir seferberlik potansiyeli olduğu için Cumhuriyetçi değerlere ve kurumlara yakın olma gayreti gözetilerek yürütülen bir politik mücadele, sınırlılıkla maluldür.

İktidar ve hakikat arasındaki derin ilişki göz önünde bulundurulduğunda, gündelik siyasal yaşamımızın bir parçası olmaktan çıkıp, tarihe ait bir olgu haline gelmeden, AKP hakkında bütünlüklü ve sağlıklı bir değerlendirme imkânına kavuşamayacağımız görünen bir gerçek. Ne var ki bu gerçeklik, güncel siyasal ve toplumsal gelişmeleri kavramakta ve kavramsallaştırmaktaki üşengeçliğimizin mazereti olmamalı. Yaşanan değişimi, verili siyasal teorimizin ve dünya bakışımızın kompartımanlarına yerleştirerek hiç şaşırmadan ilerlemek yerine, daha fazla alan araştırması ve sosyal gözlemle katarımıza yeni vagonlar katmak bizleri hem zenginleştirecek hem de cesaretlendirecektir. Kitaplar bunun için vardır.

0 yorum:

Yorum Gönder