Can ve Mutlu Moskova Neden Bizdendir? (Ahmet BÜKE)

Platonov. Ben ona abi diyorum. John Berger ne diyor bilmiyorum. Ama o da seviyor Platonov’u.
Biz onunla Beyoğlu’nda kitapçıda tanıştık. Çok yorgunduk. Dolmabahçe’den kalkan rüzgâr yaz sıcağını dindirmiyordu bir türlü. Kitabını uzattı: Can.

Uzaylı olduğuna dair laflar vardı ortada. Uzak gezegenlerden gelmiş. Sibirya’da indirmiş can kurtaran mekiğini. Köknar ormanına dalmış alet. Bir iki fidanı yıkmış. Yaban domuzu sürüsünü ürkütmüş. Kurt yuvasının yanına, gübre yığınının üzerine düşmüş.

***

Tam o anda, Joaquin Phoenix, The Master’ın senaryosunu okuyordu ve tiner damlattığı içkisini yudumlarken radyoyu açtı:


***
Şiirci’de oturduk ve karşıda peruk satan dükkânların ışıkları yandı. Bana bunları anlattı. Uzaylı yalanını herkese inandırmış. Tam da “Abi, gerçekten ezan sesi duydun mu?” diye soracaktım. Yine de sordum. Omuz silkti. Sonra onun metinleri üzerine konuştuk. Ben daha önce hazırladığım ama kotumun arka cebindeyken annemin makineye attığı kâğıt tomarını çıkardım. İnandı bana garip. İrticalen konuştum artık.

“Platonov özellikle Can isimli romanında sonunda kadar Doğuludur. Ben onun garip bir şekilde Anadolu’dan su içtiğine inanıyorum. Karapınar’daki bir akasya ağacına son kez uğramış gibi. Adını unuttuğum –unutmak da Doğuya özgüdür- kahramanının iki büklüm annesinin bakışlarını buraya not düşerim. Çiçekli Neneler vardır bizde. Sazdan damında yaşar. Ayak bileklerine kadar acı ve huzura gömülüdür. İki büklüm kalkar. Elinde ibriği, bir çarşı camiine doğru yürür. Oğlu Kıbrıs’ta kalmış. Çiçekli Nenelerin bir kısmı zencidir. Söke’ye pamuk hasadı için getirilen artıklardan. Kalanı Kürt. Kürdün acısı ve öğünü tümden Doğudur.”

Adaçayı söyledi burada ve “Çok saçma ama devam et,” dedi.

“Bizden ve bize ait olduğunuza katılmıyor musunuz?” dedim.

Omuz silkti.

“Devam et, dedik ya koçum!”

“Bunu söyleyeceğini tahmin ediyordum abi. O halde Türkçe ’de son basılan Mutlu Moskova kitabından şu parçaya okuyayım sana.”

***

Okuduğum bölümdür:

“Anne, çok hastalanmıştım çok, şimdi kesecekler beni ama hiç de canım acımıyor!” dedi ve âciz, kendi kendine yabancı kaldı. Hayat içinden tekrar kopup gitmiş ve çocuk rüyalarından ırak, mahzun seyrine odaklanmıştı; nesneleri, izlenimlerinin toplamını görüyor, bu nesneler önünden son hızla akıp geçerken tanıyordu onları: İşte çok eskiden elinde tuttuğu çivi – şimdi paslanmış, eskimişti; işte küçük kara köpek-

***

Âciz ve kendine yabancı kalma hali bizim ilçe hastanelerinin bahçe kapısından itibaren büyüyen ve elle tutulan bir buluttur misal. Girişin hemen sağında sökülmüş teker başları üzerinde takoza alınmış Ford marka –markası yağmurda ve siste bakırlanmış- ambulans eskisi ağlar. Ford’a dayanmış iki anne ve halk bankası banklarında oturan onlarcası. Acilde kapıyı kapatıp bir hemşire ağlıyor. Çocuk hastalardan birisi –kuşpalazı- az önce öldü. Üzerine mermerşahi hastane bezini örttüler. Daha ufak olanı nesnelerle oynuyor. Çünkü yüksek ateş nesne ve insan –çocuk- arasındaki bağı inanılmaz güçlü örümcek ağlarıyla sağlamlaştırır:

“Şimdi anne” diyor -41 derecede olan- “Bizim iğde ağacı geldi az önce. Elinde yaşlı sakalı ve portakallarla. Portakal seviyorum ben. Kar altında güneş topu onlar. Çok uzakta büyüyorlarmış. İğde dede söyledi. Dağ dağ ardında. Ovaları ve çayları geçince zenginlerin tarlaları varmış. Allah gökten ve yerden ısıtıyormuş oraları. Ekmeği de gökten atıyormuş onlara. Zenginler Allah’a şükretmek için portakal ağaçlarını sulamışlar. Meyveleri de buraya kadar gelmiş. İğde dede böyle anlattı bana anne…”

Sözümü kesti.

“Bir dakika! Sen Stalin’i tanımadığın için bu kadar naif görüyorsun her şeyi.”

“Abi,” dedim.

“Senin nasıl öldüğünü biliyorum. Oraya da geleceğim.”

“Hayır,” dedi. “Mevzu bu değil.”

Anladım ki daha fazla dinlemek istemiyor beni. Karaköy’e indik. Kadıköy vapuruna bindik.
Aslında gittiğimiz yön bile Platonov’un bizden ve dahi bizden daha Doğulu olduğunu gösteriyordu.
Ben Mutlu Moskova’yı okumaya devam ettim. Platonov Abi, simit yedi. Susamlarını balıklara attı.

0 yorum:

Yorum Gönder