2012 Her Açıdan Kötü Geçti (A. Ömer TÜRKEŞ)

Her yeni yılın başında ekonomiden siyasete, spordan sanata, hayatın her alanındaki gelişmelerin dökümünü ve yorumunu yapmak adettendir. “Gelişmeler” sözün gelişi. İşin doğrusu 2012 yılında gelişme sözcüğünün içini dolduracak, yürek ferahlatacak pek bir şey yok elimizde. Aksine; hak, adalet, vicdan kavramlarından hiç nasiplenmemiş bir yönetim altında bir daha yaşanmasını istemediğimiz –ama sürekli tekrarlanan- travmatik olaylarla dolu bir yıl geçirdik. İç karartıcı ve umut kırıcı bir yıl daha...

Böylesine dibe vurmuş durumlarda sanata ve edebiyata sığınmak isteriz. Belki de en çok böyle anlarda ihtiyaç duyarız edebi anlatılara. Bize bizi anlatan hikayelerle beslenmek isteriz. Ama ne yazık 2012 yılı edebiyat –konumuz özelinde roman- alanında da umut verici olmadı. Nicelik anlamında bir gelişmeden söz etmek mümkün elbette; 800’e yaklaşan yeni roman sayısı bu alanda bir rekoru ifade ediyor. Beklenen, heyecan ve tat vermeyen, son on yılda sıklıkla tekrarlanan bir rekor bu. Bakın 21. yüzyılda sayısal anlamda nasıl bir seyir izliyor romanımız: 2000’de 144, 2001’de 139, 2002’de 219, 2003’te 232, 2004’te 316, 2005’te 345, 2006’da 418, 2007’de 391, 2008’de 419, 2009’da 457, 2010’da 557, 2011’de 770, 2012’de 780… 2013 yılı sonunda Cumhuriyet dönemi toplam roman üretimi on bine ulaşmış olacak.

Sayılarla konuşmayı sürdürürsek daha pek çok rekor çıkar karşımıza. Bunlar arasında romancılığımızın seyri açısından en önemlisi yeni yazar ve yayıncı sayısındaki artıştır. Bu artış ne yazık ki kitap satışlarının çekiciliğinden kaynaklanmıyor. En çok roman yayımlayan yayınevleri karlarını satışlardan değil, yazarlardan “masraf” adıyla tahsil ettikleri girdilerle sağlıyorlar. Kısacası editör, redaktör gerektirmeyen, edebiyatı hepten metalaştıran bir süreç yaşanıyor. Toplamı yirmiyi bulmayan yazarı ayrı tutarsak eğer; Türkçe yazılan romanların baskı ve satış rakamları 1000’i geçmiyor.

Edebi değerle sayısal değer arasında doğrusal bir bağ kurmak niyetinde değilim. Zaten böylesine kalabalıklaşmış ve kaotikleşmiş bir yayıncılık ortamında neyin değerli neyin değersiz olduğunu saptamak çok zor. Üzücü olan, iyi romanların ve gelecek vaad eden yetenekli genç yazarların gözden kaçırılması, yitip gitmesi… 2012 tam da böyle bir yıldı; çok satan vasat romanların konuşulduğu, az satan –az sayıda- iyinin kaybolduğu, sonuçta eksiklik hissi veren bir yıl...

Eksik, Eksik Olduğu İçin Yanlış!...

İsimlere baktığımızda romancılığımızın pek çok önemli ve değerli yazarı çarpıyor gözümüze. İlk sırada “Bir Ada Hikayesi” dörtlemesini “Çıplak Deniz Çıplak Ada” ile tamamlayan Yaşar Kemal var. Hayatı ve eserleriyle gerçek bir efsane. Ancak son romanında yorgun bir hali var ustanın. Dörtlemeyi bitirmesi sevindirici ama beklediğimiz kadar görkemli bir finali olmadı “Bir Ada Hikayesi”nin.

İhsan Oktay Anar’ın “Yedinci Gün”ü eğlenceliydi ama yazarın kariyerine katkıda bulunacak düzeyde değildi. Türk edebiyatının çok satar ve tanınmış yazarlarının -mesela Tuna Kiremitçi, Perihan Mağden, Ayşe Kulin, Ahmet Ümit, Oya Baydar, Yılmaz Karakoyunlu, Nazlı Eray, Turgut Özakman, Reha Çamuroğlu, Nermin Bezmen- romanlarının da satış anlamında beklentilere cevap vermiş olması muhtemeldir. Ancak şunu özellikle belirtmek gerekiyor; “çok satar” listelerine aday romanlar 2012’de önceki yıllara göre çok daha -en hafif ifadesiyle- zayıf kaçtı.

Roman sayısı 800’e yaklaşınca okunanlar okunmayanların yanında ihmal edilir bir sayıda kalıyor. Okuyamadıklarıma haksızlık etmemek için Türkçe yazılan romanlarda yılın “iyi”leri sıralaması vermek istemem. Ancak genel bir değerlendirme yapabilirim; aslında başlangıcından bugüne Türk romanında kendisini hep hissettirmiş bir eksiklikten söz edeceğim. Eksiklik 2012 yılının bunaltıcı atmosferinde daha da rahatsız edici hale geldi. Türk romanında eksikliğini hissettiren şey gerçekçilik, gerçekçi gibi görünenlerdeki eksiklik ise gerçeklik dugusudur. Kuşkusuz pek çok istisna sayabilirim ama 9000’i aşan roman sayısı içinde birkaç yüz roman genellemeyi bozmuyor; Türkiye’de roman yazma ve okuma pratiği bireysel ve toplumsal gerçeklerle yüzleşmek yerine gerçeklikten kaçmanın bir aracına dönüşüyor.

İlk yazarlar roman sanatını Osmanlıyı kurtarmak maksadıyla Batı’dan ithal etmişler ancak Osmanlı toplumun baş edilmesi güç gerçeklikleriyle yüzleşemedikleri için hayali aşk hikayeleri anlatmakla geçirmişlerdi yazarlık kariyerlerini. Cumhuriyet dönemi de farklı olmadı. Siyasi ve toplumsal gerçeklerle uğraşmanın bedeli ağır, tarihsel gerçeklerse devlet tekelinde olduğundan yazarlara kalan yegane konu özel hayatlardı. Sonuçta sayısız aşk romanı, suya sabuna dokunmayan polisiyeler, resmi anlatılardan kopyalanmış tarihi ve Cumhuriyet ideolojisini yaymayı vazife edinmiş siyasi romanlar üretildi yıllarca. Gören, duyan ve söyleyenlerin başına gelenler ibret vericiydi; toplumun büyük bir bölümü gibi yazarların büyük bir bölümü de üç maymunları oynamayı tercih ederek görmedi, duymadı, söylemedi. Bellek sıfırlandı, ötekiler dışlandı, belki de hepsinden önemlisi kanayan yaralar sarılmadı, travmalar yok sayıldı.

Savaş haberleri, tutuklamalar ve açlık grevleri ile geçirdiğimiz 2012’nin travmalarını sindirmeye çalışırken fark ettim ki travma anlatılarının yokluğunun ilk nedeni insanların travmaya maruz kaldığının farkında bile olmaması, olsa bile yalanlarla bastırması...

Maddi gerçekliğin somut olguları yerine hayalindeki fantazya ülkesini koymaya çalışan, giderek buna inanan, başkalarını da inandırmaya, inanmayanları imhaya kararlı iktidarların yönetimindeki bir ülkede, anlaşılan o ki yalan ve sahte gerçeğin yerini alıyor İlginç olan inandırmak için hiç bir çaba gösterilmemesi, çabaya ihtiyaç bile duyulmaması. Hatta abartı ve mübalağa hayallerdeki imgeyi beslediği için toplumca daha çok talep edilen bir dil canbazlığı. Yalan o kadar apaçık söyleniyor, o kadar arsızcasına pazarlanıyor ki, gerçekliğini sanki sergilenen sahteliğinden kazanıyor.

Bugün sanat ve edebiyatın kurmacalığından anlaşılan tam da budur; gerçeklerin üzerini örtmek, karartmak hatta yepyeni ve fakat tamamiyle fantastik bir gerçeklik yaratmak. Olmayanın oldurulduğu pespembe bir dünya sunmak… Tarihi, siyasi, fantazya, bilim kurgu, polisiye, aşk… Fark etmiyor. Edebiyat ürünlerini kategorize etmeye hiç gerek yok. Önemli olan edebiyatın bir bütün olarak ne yaptığı, gerçeklikle nasıl bir ilişki kurduğu. Gerçeklikten bilinçli bir kaçış olduğunu düşünmüyorum. Sorun gerçekliğin kavranışında. Bir yazar ancak farkına vardığı gerçekliği ifşa eder. Okuyucu farkına vardığı kadarını benimser. Herkesin kendi derdine düştüğü böyle bir hayat içerisinde gerçekliğin yerini arzular, düşler ve hayaller almış, edebiyat kaçılacak pembe bir dünyaya dönüşmüşse eğer, bunun nedeni gerçek hayatın ekonomik ve siyasal anlamda eşitliksiz, adaletsiz, baskıcı, boğucu, şiddet dolu atmosferidir. Başbakanından entelektüeline, gazetecisinden generaline, devlet başkanından sokaktaki insanına kadar herkesi kapsayacak şekilde gerçeklikten toplu bir kaçışın yaşandığı Türkiye’de böyle bir atmosferi –edebi ölçütleri ıskalamadan- hikayeleştirmek gerçekten zor bir iş ve eksik kalıyor. Romanımızın 2012 yılındaki hali işte böyle göründü gözüme; “eksik, eksik olduğu için yanlış”!...

1 yorum:

  1. Ancak bu kadar özetlenebilir...
    Bu sığ sularda genç yazar ne yapsın...
    Belki de yazmamak ya da yazıp da kendine saklamak en iyi yol...
    Zira Sığlıkistan'da geçer akçe AŞK(BUNUN SİYAH KAPAKLISI DA VAR), MEVLANA, PARGALI...

    YanıtlaSil